Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Üçüncü Nesil Biyoyakıt Mikroalglerden Transesterifikasyon Yöntemi İle Biyodizel Eldesi

ÖZET 

Enerji, her zaman insanlık tarihinin en önemli konularından biri olmuştur. Enerjiye olan talep, Dünya nüfusunun da hızla artmasıyla paralel bir şekilde artış göstermektedir. Günümüzde enerji ihtiyacının %80’i fosil yakıtlardan karşılanmaktadır. Ülkeler, artan iklim krizi ve fosil yakıt depo rezervlerindeki azalma ile alternatif enerji kaynaklarına yönelmiş durumdadır. Yenilenebilir enerji kaynaklarından biri olan biyodizelin üretiminde hammaddenin büyük çoğunluğunun tarım ürünü olması biyodizel üretiminde çeşitli kısıtlamalar meydana getirmektedir. Son zamanlarda bu kısıtlamaları ortadan kaldırabilmek için biyodizel üretiminde tarım ürünleri kullanmak yerine farklı alternatifler geliştirilmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmalar neticesinde üçüncü nesil biyoyakıt olan mikroalglerin de biyodizel üretiminde kullanılabileceği görülmektedir. Biyodizel üretiminde kullanılan çeşitli yöntemler arasında mikroalglerin biyokütle lipit üretiminin yüksek olması ve aynı zamanda çevre dostu olması dikkat çekmektedir.

Anahtar Kelimeler: mikroalg, biyodizel, yenilenebilir enerji, üçüncü nesil biyoyakıt

ABSTRACT

Energy has always been one of the most important issues in human history. The demand for energy is increasing in parallel with the rapid increase in the world population. Today, 80% of energy needs are met from fossil fuels. Countries have turned to alternative energy sources with the increasing climate crisis and the decrease in fossil fuel storage reserves. The fact that the majority of the raw material in the production of biodiesel, which is one of the renewable energy sources, is agricultural product, creates various restrictions in biodiesel production. In order to eliminate these restrictions, studies have been continuing to develop different alternatives instead of using agricultural products in biodiesel production. As a result of these studies, it is seen that microalgae, which is a third-generation biofuel, can also be used in biodiesel production. Among the various methods used in biodiesel production, the high biomass lipid production of microalgae and its environmental friendliness are noteworthy. 

Keywords: microalgae, biodiesel, renewable energy, third generation biofuel

GİRİŞ

Günümüzde iklim ve enerji krizi, küresel bir problem halini almış bulunmaktadır. Küresel ölçekte kullanılmakta olan fosil yakıtlar her geçen gün atmosfere salınmakta olan karbondioksit oranını arttırarak küresel ısınmayı tetiklemekle beraber iklim ve enerji krizi sorununu da günden güne derinleştirmektedir. Karbon salınımını azaltmak için fosil yakıtların yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına yönelmek gerekmektedir.

Yenilenebilir enerji türleri güneş, rüzgâr, jeotermal, hidroelektrik, biyokütle, dalga, gelgit ve hidrojen enerjisi olarak sınıflandırılabilir. Ham petrol fiyatlarının ve küresel ısınmanın her geçen gün daha büyük bir boyuta ulaşması ile biyokütle enerjisine verilen önem de artmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynakları sınıfında yer alan biyokütle enerjisi, fosil kaynaklara iyi bir alternatiftir. Biyokütle enerjisinin alt başlıklarından biri de biyodizeldir. 

“Biyo” kelimesi,yakıtın canlı kaynaklı (hayvansal ve bitkisel yağlar) olduğunu; “dizel” ise motorlu dizel taşıtlarda kullanımını ifade etmektedir (Özdemir&Mutlubaş.2016). Biyodizel ham maddesi; yağlı tohum bitkileri (kolza, ayçiçeği, aspir, soya…), hayvansal yağlar veya atık yağlardır. Biyodizel,diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına nazaran üretiminin daha az maliyetli olması ve kolay olmasından kaynaklı olarak her geçen gün daha da yaygınlaşmaktadır.  

Biyokütle enerjisi ile elde edilen biyoyakıtların sıvı formunda olan şekli biyodizeli, ilk olarak Rudolf Diesel kullanmıştır. Biyodizel genel olarak tarımsal ürünlerin atıklarından ve bitkisel yağlardan elde edilir. Diesel, ilk olarak fıstık yağını kullanarak biyodizel eldesi üretmiştir (Knothe ve diğerleri, 2005). 

Motorlu dizel taşıtlarda biyodizel kullanımı için özellikle iki alanda çalışmalar yapılmaktadır. Bunlardan ilki kaliteli yakıt üretebilmek amacıyla yakıt özelliklerinin iyileştirilmesi; ikinci alan ise motor tipi değişikliğidir. Kaliteli yakıt üretimi için biyodizel üretiminde kullanılacak yağların viskozitelerinin azaltılması gerekmektedir. Viskozitelerin azaltılmasında kimyasal yöntemler kullanılmaktadır. Kullanılan kimyasal yöntemler; seyreltme, mikroemülsiyon oluşturma, piroliz ve transesterifikasyon (iç ester değişim reaksiyonu) ‘dur. 

Bu dört yöntemin içerisinde en yaygın olarak kullanılan transesterifikasyondur. “Transesterifikasyon yöntemi, trigliserit molekülünün alkol ve baz ile reaksiyona girerek, yağ esterleri ve gliserin oluşum süreci olarak tanımlanır.” (Özdemir&Mutlubaş.2016). Biyodizel üretimi bu yöntem ile gerçekleştirilir. Ayrıca petrolden elde edilen dizelin kalitesinin arttırmak amacıyla da belli oranlarda dizel-biyodizel karışımı yapılabilmektedir.

B20-(%20 Biyodizel-%80 Dizel) 

B40-(%40 Biyodizel-%60 Dizel) 

B60-(%60 Biyodizel-%40 Dizel) 

B80-(%80 Biyodizel-%20 Dizel) 

B100-(%100 Biyodizel)

Bu işlemin yapılmasındaki amaçlardan biri karbon salınımını düşürmektir.

Mikroalglerden Biyodizel Üretimi

Üçüncü nesil biyoyakıt grubunda yer alan mikroalglerden biyodizel üretme çalışmaları günümüzde hızla artış göstermektedir. Dünya’da yaklaşık olarak elli bine yakın mikroalg türü bulunmaktadır (Frac,2010). Mikroalgler, biyodizel üretiminde kullanılan diğer tarımsal ürünlere göre daha üstün özelliklere sahiptir. 

 Yağlı bitkilerden 5-30 kat daha fazla hızda büyüyebilirler (Teo,2014). Basit hücre yapısına sahip mikroalgler; içerdikleri yüksek lipit oranı ile (%80) gıda dışı biyoyakıt için iyi bir örnektir (Um,2019).  Potansiyel enerjiyi bünyelerinde tutma özelliğine sahiptirler ve fotosentez ile bir yılda ürettikleri biyokütle,Dünya’da üretilen biyokütlenin %40’ına denk gelmektedir (Cheng vd.2013). Üretilen bu biyokütleyi biyodizele dönüştürmek mümkündür. Aşağıda bazı bitki ve mikroalglerin yağ verimi (L/ha) ve gereksinim duyulan arazi alanları (Mha) karşılaştırılmıştır.

Biyodizelin Üretim Aşamaları

Mikroalglerden biyodizel üretimi için çeşitli yöntemler vardır. Öncelikle çevrede var olan mikroalglerden örnek alınır. Alınan örnekler seyreltme yöntemi veya tek hücre izolasyonu yöntemi ile izolasyona tabii tutulur. Daha sonra mikroalglerin moleküler ve morfolojik analizleri yapılır. Yetiştirme ve hasat prosedürüne uygun bir şekilde yetiştirilip, hasat edilen mikroalgler; transesterifikasyon ve lipit ekstraksiyonu işlemlerinden geçerek biyodizel üretilir. Mikroalglerden biyodizel üretim aşamaları şematik diyagramı aşağıda verilmiştir.

Transesterifikasyon Yöntemi ile Mikroalglerden Biyodizel Üretimi

Hasat edilen mikroalglerden çıkarılan yağlar yüksek viskoziteye sahip olduğu için direkt olarak biyodizel formunda kullanılamaz. Yüksek viskozitenin düşürülebilmesi için transesterifikasyon yöntemi kullanılır. Uygun katalizörler seçilerek trigliseritler alkol ile tepkimeye girer. Bu tepkimede genellikle hem verimli hem de ucuz olmasından kaynaklı olarak metanol kullanılır. 

Üç metanol molekülü, üç yağ asidi uygun bir katalizör yardımıyla tepkimeye girerek tepkime sonucunda bir molekül gliserol ve bir molekül biyodizel açığa çıkar. Bu tepkimede atık ürün ise gliseroldür. Atık ürün gliserol kozmetik endüstrisinde veya farmasötik olarak kullanılabilir. Tepkime üç aşamada gerçekleşir. İlk aşamada trigliseritler önce digliserite daha sonra monogliserite dönüştürülür. Son ürünler ise üç yağ mol asidi metil ester ve bir mol gliseroldür. Biyodizel üretimi için altı mol metanol ile bir mol gliserit tepkimeye sokulur. Bu aşama ile biyodizel üretilir ve verimliliği de %95’in üzerine çıkarılmaya çalışılır. (Frac ve ark.,2010). 

SONUÇ VE ÖNERİLER 

Günden güne artan enerji ihtiyacı ve talebi ile fosil yakıt rezervlerinin de tükeniyor olması her geçen gün yenilenebilir enerji kaynakları arayışını da arttırıyor. Dünya küresel ısınmanın tehditi altındayken yapılan önemli çalışmalardan biri de sera gazı emisyonlarını minimize etmektir. Bu doğrultuda yenilenebilir enerji kaynaklarından olan biyodizel ön plana çıkmaktadır.

Mikroalglerden biyodizel eldesi üretmek için kullanılan transesterifikasyon yöntemi birçok avantaj sağlamakla birlikte mikroalglerin yetiştirilmesinden hasadına kadar olan süreçlerin maliyetinin yüksek olması sebebiyle ticari boyutta biyodizel üretimine geçişte zorluklar yaşanmaya devam etmektedir.

Bu makalede yalnızca mikroalglerden transesterifikasyon yöntemi ile biyodizel üretimi tekniklerine kuramsal temelde yer verilmiştir. Biyodizel üretimi ile ilgili farklı teknik ve yöntemler olup, hepsinin birlikte incelendiği bir makale yazılabilir.

 

 

KAYNAKÇA 

  • Cheng, R., Ma, R., Li, K., Rong, H., Lin, X., Wang, Z., Yang, S., Ma, Y., 2012. Agrobacterium tumefaciens mediated transformation of marine microalgae Schizochytrium, Microbiological Research, 167, pp. 179– 186
  • Frac, M., Tys, S.J., Tys, J., 2010. “Microalgae for biofuels production and environmental applications”: A review. , African Journal of Biotechnology, 9 (54), pp. 9227-9236.
  • Knothe G., Van Gerpen Jon, Krahl Jon Van. The biodiesel handbook. AOCS Publication; 2005.
  • Onay, M., 2015. Bio-fuel production from microalgae.
  • Özdemir, Zafer., Ö., Mutlubaş, H. (2016). Biyodizel Üretim Yöntemleri ve Çevresel Etkileri. Kirklareli University Journal of Engineering and Science 2. 129-143
  • Teo, C. L., Idris, A., 2014. Rapid alkali catalyzed transesterification of microalgae lipids to biodiesel using simultaneous cooling and microwave heating and its optimization, Bioresource Technology, 174, pp. 311–315.
  • Um, B. H., Kim, Y. S., 2009. Review: a chance for Korea to advance algal-biodiesel technology J. Ind. Eng. Chem., 15 , pp. 1–7. 

Modern Mimarlıkta 5 İlke Ve Villa Savoye

Özet

19 yy. Endüstri devrimi sonrası değişen yaşam biçimleri ve yeni kent ihtiyaçlarına cevap olarak yeni dünyanın yeni mimarlığı felsefesiyle modern mimarlık akımı doğmuştur. Mimarlar süsleme ve tarihçiliği reddedip ekonomik ve seri yapım teknikleriyle, işlev öncelikli yeni Üslup ve biçim arayışlarına girmiştir. Bu arayışların öncülerinden olan La Corbusier ‘’Ev, yaşamak için bir makinedir’’ aforizması ve ‘Yeni bir mimarlığa doğru 5 ilke’ manifestosu modern mimarlığın genel hatlarını çizmiştir. 5 ilke; ‘Pilotiler, yatay bant pencereler, serbest cephe, serbest plan ve çatı bahçesi’ şeklindedir. Farklı çalışmaları olsa da genelde konut yapılarında çalışan Le Corbusier’in en ünlü yapılarından biri olan Villa Savoye bu akımın mihenk taşlarındandır. Le Corbusier’in modern mimarlığın karşılığı olarak yaptığı Villa savoye 5 ilkenin karşılığının somut bir örneği olarak modern mimarlıkta önemli bir yer kaplamaktadır. Bu çalışma Villa Savoye’nin 5 ilkeye nasıl uyduğunun ve yapının mimarlık tarihi içerisindeki yeri ve öneminin değerlendirilmesi konusu üzerinden kaleme alınmıştır.

Anahtar kelimeler: le corbusier, villa savoye, modernizm, modern mimarlık

Giriş

İnsanoğlu tarih boyunca çevreye uyum sağlarken aynı zamanda çevresini etkileyen, değiştiren, biçimlendiren kültürel toplumsal bir varlıktır. İnsan içinde yaşadığı mekânı; bulunduğu zamana, kültüre ve coğrafyaya bağlı olarak şekillendirir. Bu nedenle mimarlık ürünü yapıldığı çağı, coğrafyayı ve kültürü yansıtır.

Tarihte 19. Yüzyıl, insan yaşamına yön veren dönüm noktalarındandır. Sanayi devrimiyle makineleşme çağının başlaması ve seri üretime geçilmesi; fabrikaların olduğu kentlerde işçi ihtiyacını doğurmuş, bununla birlikte köyden kente göçler yaşanmaya başlanmıştır. Kentlerin artan nüfus sorununa çözüm bulmak ve yeni çağın dinamiklerini ifade etmek adına tasarımcılar, tasarımlarına farklı çözümler ve düşünceler aramış, bu şekilde çeşitli sanat, düşünce ve mimarlık akımları ortaya çıkmıştır. Bulundukları dönemin sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmeleri,akımların ilkelerinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Bu değişimler ve yeni biçim arayışları ‘modern’ olarak adlandırılan yeni bir mimarlık akımının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Modern felsefenin temel göstergesi akıl ve bilginin teknolojiyle birlikte kullanımıdır.

TDK’ye göre modern; “ Çağdaş (bugün )”anlamına gelirken, modernizm, çağdaşlaşma akımı olarak tanımlanır. Modern mimarlık sıklıkla çağdaş mimarlık (bugünkü dönem) anlamında kullanılsa da modern mimarlık 20 yy. modernizm akımını ifade eden özel bir anlam taşır.

Modern tanımı kavram olarak “eski“ ile “yeni“ arasındaki geçişi ifade etmektedir.Bu durum gelişmiş toplumların hayat tarzlarına yansımasının yanı sıra çoğunlukla bilim, kültür ve sanat alanlarında etkin olmuştur. Modernliğe asıl önem kazandıran özelliği, kendisinden önceki her türlü geleneksel sistemden tümüyle farklı bir strüktür oluşturması ve benzersiz olmasıdır (Kahya, 2017).

20 yüzyılın mimarlık anlayışını yansıtan modern mimarlığın kesin tarihlerde başlangıç ve sonunun olmamasına rağmen 1900-1925 yılları arası erken modernizm, 1925-1940 yılları arasında ise modernizm dönemi olarak kabul edilir.  Türkiye’de ise bu akımın etkilerini Osmanlı’nın son dönemlerinde görmeye başlarken, Cumhuriyetle birlikte etkisini arttırarak devam eder (Bektaş, 2022).

Bu çalışmada modern mimarlık akımının öncülerinden Le Corbusier’in tasarladığı Villa Savoye’nin modern mimarlığın 5 ilkesi üzerinden mimarlıktaki yeri ve anlamının incelenmesi amaçlanmıştır.

Modern Mimarlık ve Le Corbusier

1750’lerde sanayi devrimi ile başlayan yaşama biçimi, ilişkileri, kentleşme, yeni ve büyük boyutlu yapı tiplerine duyulan gereksinim ve teknolojinin gelişmesi; eskinin dış cephe bezemeleri, süsleme ve tarihçiliğinden uzaklaşıp ekonomik ve seri yapım teknikleriyle  işlevin önceliklendirildiği ‘modern’ olarak adlandırılan yeni bir mimarlık arayışına kapı araladı. Teknolojinin gelişmesi yeni yapı malzemeleri ile yeni yapım tekniklerinin bulunmasına sebep olurken, yeni malzemeler ve hızlı üretim modern mimarinin hızla yayılmasına sebep olmuştur.

İsviçre doğumlu Fransız asıllı asıl ismi Charles-Edouard Jeanneret-Fris olan Le Corbusier 20. yüzyılın önemli mimarlarındandır. Mimarlık ile ilgili yazılı ve uygulamalı eserler bırakmıştır. Le Corbusier Bir Mimarlığa Doğru kitabında yaşadığı dönem ile ilgili, “Modern toplum gerçekten her şeyi yeniden gözden geçirme durumundadır; makine her şeyi altüst etti, gelişim yüzyıl içinde yıldırım gibi bir hız kazandı; süregelen alışkanlıklarımızın, araçlarımızın, çalışmalarımızın üzerine bir daha hiç açılmamak üzere bir perde kapandı; önümüzde engin bir alan açılmakta ve tüm dünya gücünü buraya seferber etmektedir.” demektedir. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Le Corbusier; tüm dünyanın bu yenilik arayışı içerisinde bir şeyler keşfetmekte olduğunu düşündüğü gibi, kendisi de yaşadığı dönem sürekli bir arayış ve yenilik içerisindedir. Bu değişikliklerle birlikte insanların yaşam alanlarında da farklılaşma arayışına girme istekleri kaçınılmaz olmalıdır. Bu yaklaşım o güne kadar süregelen tasarım standartlarının da belirli açılardan tekrar ele alınmasını gerektirecektir. Standartlar mantığın, çözümlemenin ve ayrıntılı bir incelemenin sonucunda açığa çıkmalı ve ortaya iyi konmuş bir sorunu temel almalıdır. “Mimarlık plastik buluş, düşünsel kurgu, üst düzeyde matematiktir.” Corbusier’e göre standartlar ekonomik ve toplumsal bir gereksinimdir, bir standartın belirlenmesi, o konuda işlevsel ve akla yatkın tüm olasılıkların ayrıntılı olarak incelenip; işlevini en iyi yerine getirebilecek olanın, en verimli olanın, araç -gereç, el emeği, malzeme, sözcük, biçim, renk ve ses bakımından en az iş gerektiren tipin çıkarılmasıdır (Bektaş, 2022).

Le Corbusier’in modern mimarlık ilkeleri ve karşılıkları şu şekildedir:

İlke 1: Pilotis: Bina kütlesini zeminden yükselten pilotiler (Kahya, 2017).

Yerden kopma, bir yapının yere temas etmeden belli elemanlar ile yerden koparılmasıdır. Zemin katı kamusal a bırakma imkânı tanır. Yapıyı zeminin nem ve rutubetinden koparır.

İlke 2: Serbest Plan: Mekânı bölen duvarların taşıyıcı kolonlardan ayrı tasarlanabilmesi mümkün olan planlama sistemi (Kahya, 2017).

Diğer adıyla açık plan anlayışı, tasarlanan yapının plan şemasında az sayıda bölücü olması ve iç mekanların arasında geçişleri engellemeyen bölücüler kullanılmasıdır. Bu şekilde taşıyıcı duvar olmamasının avantajı olarak duvarların taşıyıcıdan bağımsız tasarlanan bilmesidir.

İlke 3: Serbest Cephe: Serbest plan şemasının dikey düzlemde cepheye yansıyan hali (Kahya, 2017).

Serbest Cephe Anlayışı, yapın cephesinin esnek ve taşıyıcılardan bağımız tasarlanmasıdır. Betonarme sistemini potansiyellerini kullanmak adına cepheyi taşıyıcıdan bağımsız tasarlamayı amaçlar. Burada hem eskinin açıklık geçme durumuna bağlı olarak cephe tasarlanmasına karşı yeni betonarme sistemde taşıyıcıdan bağımsız açıklık açabilme potansiyelini kullanır ve eskiyi bu şekilde eleştirir.

İlke 4: Yatay ve uzun bant pencereler (Kahya, 2017).

Yatay geniş yırtıklar, yapının cephe kısmında bulunana açıklıkların yatay ve uzunlamasına olması ayrıca yapının geçirgenliğidir. Gene betonarmenin açıklık açabilme kısıtına karşı gelebilmesinin daha doğrusu bugünün malzemesinin potansiyellerini kullanabilmek adına bugünün malzemesi ve sisteminin potansiyellerini kullanarak yüceltilmesi anlamını da taşır.

İlke 5: Çatı bahçesi: yapının zeminde kapladığı alan geri kazanılır (Kahya, 2017).

Çatı bahçesi, yapının çatı kısmının ek bir mekân olarak değerlendirilmesi ve bahçe olarak kullanılmasıdır. Çatı bahçeleri kent içinde zemindeki parselden kaybedilen alanı tekrar kazanmak için ve betonu nemli tutarak daha fazla çalışmasını önlemek adına çatının bir kısmını toprak ile örtülüp bitkilendirme yapılabilmesidir.

La Corbusier farklı yapı türleri eserleri olsa da genelde konut yapıları üzerine yoğunlaşmıştır. Modern mimarlık manifestosunun karşılığı olarak hayata geçirdiği eseri Villa Savoye ’dir.

Villa Savoye

Villa Savoye Paris’in 33 km dışında Poissy adlı bir kasabada yapımına 1929 yılında başlanmış, 1931 yılında tamamlanmıştır. Le Corbusier modern mimarlığın ilk ürünlerinden olan bu yapı için; “Bu villa müşterileri için önyargı, antik veya modern algılardan tamamen uzak, son derece sade ve yalın tasarlandı.” şeklinde ifade kullanmıştır. Bu tasarım anlayışı, Villa Savoye ’un en büyük karakteristik özelliklerinden biridir. Villa Savoye, klasik mimarlığın gerekli olan değerleri ile makine çağının bir paradigması şeklinde ‘Mimarlığın Beş İlkesi’ olarak ortaya konulan ilkeleri sağlayacak şekilde inşa edilmiş bir yapıdır (Özcan; Ürük, 2019).

Le Corbusier, Villa Savoye’u anlatırken havada asılı duran yatay yırtıklarla delinmiş bir kutu şeklinde ifade eder. Havada asılı durarak yerle temas etmeme fikrini iç mekâna da taşımıştır. Böylece Villla savoye‘da le Corbusier’in tasarıma bütüncül yaklaşım anlayışını da görürüz.

     
Şekil 1: Villa Savoye, Poissy, Fransa, 1929          Şekil 2: Villa Savoye spiral merdiven

Modernizm anlayışına uygun basit ve yalın kütle kurgusuna sahip yapının kütle kurgusu; yerden koparılıp havada duran Kare bir kütlenin pilotiler  üzerine oturtulması şeklindedir.

Pilotiler(kolonlar) arası mesafe rampa ve garaj açıklığına uygun bir şekilde 5 metredir. Yapının düşey sirkülasyonunu planın merkezinde yer alan ve zeminden 1. kata çıkan az eğimli rampayla spiral bir merdiven sağlamaktadır. Rampa katlar arası sürekliliği sağlarken sirkülasyonda esneklik sağlamaktadır Ayrıca heykelsi bir görüntü yakalamak için özellikle spiral merdiven tercih eden le Corbusier bu şekilde yaşanacak alanları da arttırmıştır.

 

Yapıda taşıyıcı görevi gören pilotileri duvarların arasına saklamak yerine bir tasarım girdisi olarak özellikle açıkta bırakılmış ve duvarlarının taşıyıcıdan bağımsız bir şekilde tasarlanmasına imkân tanımıştır. Bu sayede serbest plan çözümlemesi yapmıştır.

Yapının cephesi, pilotiler aksından taşırılarak taşıyıcıdan bağımsız açıklık geçebilme imkânı kazanmıştır. Bu sayede yapının cephe kurgusu taşıyıcıdan bağımsız tasarlanıp serbest cephe olarak nitelenmiştir.

Taşıyıcı kısıtı olmaksızın yapı boyunca devam eden yatay bant pencereler pilotiler üzerinde duran kütlenin düşeyliğini vurgularken, içerden dışarıya bakan kesintisiz bir manzara seyri ve doğal ışığın yapının merkezine kadar nüfuz edebilmesini sağlar. Bu sayede iç mekânın dışarıyla güçlü bir ilişkisi sağlanmış olur. Pencereler yatay kayar sisteme sahipken, çerçeveleri cephe yüzeyinden dış kenardan montelidir. Bu şekilde Durağan kütlenin en az girinti ile kesintisiz sade görünümü zedelenmemiştir.

Yapıda çatı bahçesi ile teras arasında olan kesintisiz rampa katlar arasındaki sürekliliği sağlarken, terasın oturma alanı ile birleştirilmesi doğa ile iç içe olmasını sağlamıştır. Le Corbusier’e göre yaşama alanlarının toprağın neminden korunması ve geniş açıda manzara seyri vermesi nedeniyle zeminden yükseltilmesi gerekmektedir. Le Corbusier Savoye ailesiyle yapının ilk görüşmelerinde, aileyi daha kolay yapılacağını söyleyerek zor ikna ettiği düz çatısındaki terası bir dış oda gibi tasarlar.

Yapının planlarına baktığımızda; mutfak ve servis odalarını kuzey doğu cephesine, yatak odaları güney doğu cephesine, salon batı cephesine, teras ise güney batı cephesine bakacak şekilde konumlandırılmıştır. Malzeme olarak genelde beton, cam ve metal kullanılmıştır (Kahya, 2017).

Villa Savoye; Pürizm ’in başyapıt örneklerindendir. Cephesinde ve iç mekânında da pürizm akımının etkilerini taşır. Bembeyaz bir kütleden oluşan cephe, pilotiler sayesinde yükseltildiği için uzaktan bakıldığında havada süzülüyormuş hissi yaşatırken, Birbiri içerisine giren iç mekanlarının yanında sadece giriş alanı yapının dış görünüşüne tezat olarak ziyaretçiye heykelsi bir atmosfer yaşatır(Kan, 2020).

Villa Savoye UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne eklenmiştir.

Sonuç:

İnsanlık süregeldiği tüm zamanlarda içinde bulunduğu mekânı; yaşadığı çağa, coğrafya ve kültüre göre şekillendirme eğilimindedir. Endüstri devrimi sonrası, makineleşme ve seri üretimin getirdiği yeni yaşam biçimleri ,yeni ihtiyaçlar, akıl ve bilginin teknolojiyle birlikte kullanımının verdiği potansiyeller modern olarak adlandırılan yeni dünyanın yeni yaşamı anlayışını yaygınlaştırılmış ve modern mimarlığın doğmasına ön ayak olmuştur.

Modernizmin şekillenmesinde yeni üretim biçimleri ile tüm toplumu içine alan değişim ve biçim arayışları etkili olmuştur. Fransız bir mimar olan le corbusier bu yeni arayışta çok etkili bir isim olmuş ve modern mimarlığın temsilcileri arasında yer almıştır. ‘Ev yaşamak için bir makinedir’ aforizması onun mimarlık felsefesini gösterirken, 1926 da ortaya çıkardığı ‘yeni bir mimarlığa doğru 5 ilke’ manifestosu modern mimarlığın biçimlenmesinin en önemli etkenlerindendir.

“Pilotilerle Yerden kopma, açık plan , serbest cephe,  yatay geniş bant açıklıklar ve çatı bahçesi“ olan bu 5 ilkenin Villa Savoye ’daki karşılığı şöyledir: Ana kütle pilotiler ile yükseltilip zeminde ek mekân bırakılırken, açık plan anlayışı ile mekanlar minimum bölücü kullanılarak ayrılmıştır. Bu kararlarla modernizmin işlev öncelikli tasarım anlayışını da ifade edildiğini görürüz. Serbest cephe anlayışıyla yapının tüm cepheleri geçirgen, serbest olarak tasarlanırken, yatay geniş bant açıklık anlayışıyla da yapı dört bir taraftan yatay ve uzun pencerelerle açılmıştır. Bu karalarla betonarme sistemin tüm potansiyellerini en yalın şekilde ortaya koyması amaçlanmıştır. Eskinin kemer ve eğrisel strüktürlerle açıklık geçmesine karşı yeni taşıyıcı sistemi yöntemlerini olabildiğine düz ve sade şekilde ifade etmek istenmiştir. Çatı bahçesi anlayışıyla yapının çatı kısmı bir bahçeye döndürülmüş ve yaşama alanı olarak tasarlanmıştır. İşlev ve alandan kazanma adına verilmiş olan bu kararda da gene modernizm anlayışının tasarım girdilerine yansıması ifade edilmiştir.

Le Corbusier’in 5 ilkenin tamamına uyan bu tasarımında doğal malzeme tercih etmesiyle modernizmin standartlaşmış sabit malzemeleri tercih etmemiş ve çevre yapılar ile uyumu uygun değildir. Geri kalan tüm özellikleri ile 5 ilkeye uyduğundan modernizmin temsil eden yapılardan biridir. Bir nevi modern mimarlığı ifade etmek için yapılmış bir yapıdır. Modernizmin simge yapılarından oluşu ona sanat eseri özelliği katar bugün UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer almaktadır.

 

Kaynakça

Osmanlı’da Kahvehane Kültürü ve Yarattığı Toplumsal Etkiler

Özet

Kahve, Etiyopya’dan çıkıp önce Sufîler aracılığıyla İslam dünyasına yayıldığı düşünülen, daha sonra da dünyanın her köşesine ulaşan bir içecek olmasının yanında aslında bundan çok daha fazlasıdır. Kahve ve kahve tüketiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan kahvehaneler, çeşitli coğrafyaların sosyal hayatında çok mühim değişikliklere sebep olmuştur. Kahvehane kültüründen önce sosyal alanı cami ve çarşılardan ibaret olan Osmanlı toplumu, kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla adeta seküler bir kamusal alan kazanmıştır. Din, etnisite ve sosyal statü fark etmeksizin bir araya gelen grupların karşılıklı etkilişimine sahne olan kahvehaneler, bir anlamda Osmanlı toplumunun sosyal mobilitesini de arttırmıştır. Her ne kadar yasaklar ve engellemelerle karşılaşsa da, toplum tarafından benimsenen kahvehaneler bütün bu zorlukları aşarak legal kimliğine kavuşmuş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu makale; kahvehane kültürünün Osmanlı toplumu üzerindeki etkilerini inceleyerek, sebep olduğu köklü değişiklikleri gözler önüne serecektir.

Anahtar Kelimeler: Kahvehane, Kahve, Kamusal Alan, Cafe, Osmanlı, Sekülerleşme

Abstract

Coffee is a beverage that is thought to have originated in Ethiopia and spread to the Islamic world first through Sufis and then to every corner of the world, but it is much more than that. Coffee houses, which emerged as a result of coffee and coffee consumption, have caused significant changes in the social life of various geographies. Ottoman society, whose social space before the coffeehouse culture consisted of mosques and bazaars, gained a secular public space with the spread of coffeehouses. The coffeehouses, which witnessed the mutual interaction of groups coming together regardless of religion, ethnicity and social status, in a sense increased the social mobility of Ottoman society. Even though they faced prohibitions and restrictions, coffeehouses, which were adopted by the society, overcame all these difficulties, gained their legal identity and have survived to the present day. This article will analyse the effects of the coffeehouse culture on Ottoman society and reveal the radical changes it caused.

Keywords: Coffeehouse, Coffee, Public Space, Cafe, Ottoman, Secularisation

Akademik Pusula: Tutumlar Nedir?

Bugün tutumlardan bahsedeceğiz. Tutumlar bireysel olarak ele alınıp ölçülürler. Ancak çok sayıda bireyin tutumu ölçüldüğünde bir grup tutumundan söz edilebilir. Tutumlarla ilgili olarak çeşitli deneyler ortaya koyulmuştur. Yapılan bu deneylerden bir tanesi Amerikadadır. Amerikanın çeşitli kentlerindeki restoranlara mektuplar yazılarak Asya kökenli br çiftin rezervasyon yapmak istedikleri belirtilmiştir. Bu insanların restoranlara kabul edilip edilmeyecekleri sorulmuş çoğunda red cevabı alınmıştır. Araştırmacılar daha sonra batılı üst sınıf giysiler giyinmiş olan Asya kökenli bir çift ile birlikte mektupla başvuruda bulundukları lokantalara girmiş ve Asyalı çift mektuplarda red cevabı aldıkları restoranların birçoğunda yemeklerini yiyebilmişlerdir. Bu araştırma insanların tutumlarını biliyor olmanın onların davranışlarını belirlemek için yeterli olmadığını ortaya koymuş ve araştırmacılar insanların hangi koşul ve durumlarda tutumları ile tutarlı davranışlar sergileyecekleri sorusunu yöneltmişlerdir. Bu hafta tutumlardan bahsettik, tekrar görüşmek üzere.

Makro Ve Mikro Besin Ögelerinin Şizofreni Üzerine Etkileri

Özet

Beslenme, sağlığı etkileyen önemli faktörlerden biridir. Beslenmenin fiziksel sağlığa
etkisinin yanı sıra ruh sağlığı ile ilişkisi bilinmektedir. Besinler ruhsal sağlığı etkileyebildiği gibi ruhsal sağlık da besin seçimini etkileyebilmektedir. Beyin ruhsal sağlıkla ilintili bir organdır. Yüksek metabolik aktiviteye sahip olan beynin besin öğeleri ihtiyacı da yüksektir. Bu nedenle tüketilen besinlerin beyin aktivitesi ve dolayısıyla ruhsal sağlık üzerinde etkileri bulunmaktadır. Ruhsal sağlık üzerinde birçok besin öğesinin ve besin maddesinin etkisi bulunmaktadır. Besin öğesi ve besin maddelerinin eksikliğinde, ilk olarak beynin yapı ve işleyişinde bozulma görülmektedir. Bozulan beynin yapı ve işlevlerinin sonucu olarak bilişsel fonksiyonlarda zayıflama ve depresif ruh halinin yanında, saldırgan davranışlar görülebilmektedir. Beslenme ve ruh sağlığı karşılıklı etkileşim halindedir. Besinler ve beslenmenin ruhsal sağlığını etkilediği durumlardan biri ise şizofrenidir. Şizofreni bireyin düşünce, algı, duygu ve davranışları etkileyen, yağ asitleri, folik asit, B ve D vitamini gibi bazı besin ögelerinin eksikliği ve fazlalığı gibi durumlardan etkilenen kronik, nörogelişimsel bir hastalıktır. Dolayısıyla yeterli ve dengeli beslenme sağlıklı fiziksel, ruhsal bir yaşam sürdürülmesi için önem arz etmektedir. Bu derleme çalışmanın amacı beslenmenin, mikro ve makro besin ögelerinin, yaygın görülen ruhsal hastalıklardan biri olan şizofreni üzerine etkilerini incelemektir.

Anahtar Kelimeler: Beslenme, ruhsal sağlık, beyin, şizofreni, besin ögesi.

1. Giriş

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ruhsal sağlığı “kişilerin kendilerini veya yeteneklerini
gerçekleştirdikleri, hayatın normal stresiyle başa çıkabildikleri, verimli ve sonuçları yararlı olacak şekilde çalıştıkları ve toplumlarıyla katkılı bir birliktelik içinde olabildikleri durum” olarak tanımlamıştır (Pehlivan ve Aksoydan 2012). Ruhsal bozukluklar, genler, stres, beslenme, hareketsizlik, ilaçlar ve çevresel etmenler gibi çeşitli etmenlere bağlı oluşabilmektedir (Beilharz ve ark 2015, Lim ve ark 2016). Ruhsal sağlığı etkileyen faktörlerden biri olan beslenme; ruhsal bozukluğu olan bireylerde semptomların görülmesini ve hastalıkların ilerlemesini şiddetlendirebilmekte veya iyileştirebilmektedir (Yıldırım 2021). Beyin, metabolik aktivitesi yoğun olan bir organ olduğundan enerji ve besin ögesi gereksinimi oldukça yüksektir (Beyhan ve Taş 2019). Karbonhidratlar, yağlar, amino asitler, vitaminler ve mineraller gibi bileşenlerin beynin yapı ve işlevinde önemli rolleri olduğu için bu ögelerin yetersizliği beynin yapı ve işleyişinde bozulma, bilişsel fonksiyonlarda zayıflama ve depresif ruh halinin yanında saldırgan davranışların sergilenmesine de neden olabilmektedir (Özenoğlu 2018, Yıldırım 2021). Bunun yanında ruhsal sağlığı bozuk olan hastalarda vücut ağırlığında artış veya azalma, kafein, tuz ve doymuş yağ alımında artış, zararlı madde kullanımı, yemek yeme konusunda seçici/takıntılı davranma, epileptik semptomlar, vitamin ve mineral eksiklikleri, konstipasyon ve dehidratasyon da görülebilmektedir (Yıldırım 2021). Kişinin beslenme durumu ruh sağlığını ve psikiyatrik bozuklukların gelişimini etkilerken ruhsal durum da bireyin ne tür besinleri tüketeceği yönündeki seçimlerini ve kararlarını etkilemektedir (Özenoğlu 2018, Beyhan ve Taş 2019, Yıldırım 2021). Toplumda yaygın olarak bilinen ruhsal bozukluklar depresyon, bipolar bozukluklar ve şizofrenidir (Yıldırım 2021). Bunlardan şizofreni DSÖ’ye göre en yaygın görülen ruhsal hastalıklardan biridir (Canser ve ark 2020).

2. Şizofreni ve Beslenme

Zihin, beyin tarafından gerçekleştirilen bir dizi işleme verilen addır. Tüm davranış bozuklukları beyin işlevindeki bozukluklardan kaynaklanmaktadır (Kandel ve Hudspeth 2013). Bu bozukluklar sonucunda meydana gelen hastalıklardan biri ise şizofrenidir.

2.1. Şizofreni

Şizofreni genellikle 18-35 yaş aralığında görülen, toplumun %1’ini etkileyen, sanrı, varsanı, duygulanımda sığlaşma, sosyal içe çekilme, konuşma miktarında azalma ve düşünce içeriğinde fakirleşme, dikkatte, bellekte, yürütücü işlevlerde bozulmaya neden olan psikiyatrik bir hastalıktır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018, Yılmaz ve ark 2022). Kronik ve nörogelişimsel bir hastalık olan şizofreni bireyin düşünce, algı, duygu ve davranışları etkileyerek bireyi üretim dışına iterek alışılagelmiş algılama ve yorumlama biçimlerine yabancılaşmasına, toplumdan uzaklaşıp içe kapanmasına, çevresiyle çatışmalar yaşamasına neden olmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018, Yılmaz ve ark 2022).

2.1.1. Şizofreni Prevelansı

Erkeklerde 15-25 yaş aralığı, kadınlarda 25-35 yaş aralığı şizofreninin en sık ortaya çıktığı yaş aralıklarıdır. Bunun yanında sosyoekonomik düzeyi düşük ailelerde şizofreniye daha sık rastlanılmaktadır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018). Şizofreni kişilerde normal popülasyona göre yaşam süresi %20 daha kısa, ölüm oranı 2 kat daha yüksektir (Türkoğlu ve ark 2017, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018).

2.1.2. Şizofreni Etiyolojisi

Yapılan çalışmalardan elde edilen bulgulara göre şizofreninin etiyolojisi genetik etkenler, beynin yapısal değişiklikleri, nörokimyasal değişiklikler, nörofizyolojik değişiklikler, endokrin etkenlerle açıklanmaktadır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018).

2.1.3. Şizofreni Semptomları

İsviçreli psikiyatrist Eugene Bleuler’e göre şizofreninin 4 ana semptomu vardır ve 4A formülü ile tanımlanır (Summakoğlu ve Ertuğrul 2018):

1. Assosiasyon: Fikir akışında, çağrışımların düzen ve sürekliliğinde bozulma.

2. Ambivalans: Zıt fikir, ikilem.

3. Autizm (otizm): Duygulanımda küntleşme, gerçek dünyadan uzaklaşma. 4. Affekt: Duygusal ifadenin bozulması.

Şizofreninin kesin bir tanı ölçütleri konusunda bir görüş birliği olmasa da çoğunluk tarafından kabul gören genel klinik özellikleri şunlardır: Bozulmuş gerçeği değerlendirme ve sanrı, varsanıları ve diğer bozulmaları içeren pozitif semptomlar, affektif yaşantı ve dışa vurumda bozulmaları, abuli (motivasyon kaybı), aloji (konuşma yoksulluğu), anhedoni (haz yaşayamama), avolüsyon (girişim eksikliği), apati (ilgi eksikliği) ve sosyal dürtü azalmasını içeren negatif semptomlar, sıklıkla formal düşünce bozukluğu ile birlikte ortaya çıkan düşünce ve davranış dezorganizasyonu, duygu durum semptomları, motor semptomlar ve katatoni, kognitif anormallikler, anksiyete, bozulmuş içgörü, belirli bir beyin alanı ya da döngüsünde lokalize edilebilen motor, duyusal veya refleks işlevlerdeki bozulmaları yansıtan sert nörolojik bulgular ve özel bir beyin bölgesiyle ilişkili olmayan veya özel bir nörolojik sendromu ayırmayan yumuşak nörolojik bulgular (Türkoğlu ve ark 2017).

2.1.4. Şizofreni Tanı Ölçütleri

Şizofreninin klinik uygulamasında en sık Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM) tanı ölçütleri kullanılmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017): DSM-5 Tanı Ölçütleri:

A- Karakteristik belirtiler: Bir aylık sürenin önemli bir bölümünde aşağıdaki belirtilerden iki ya da daha fazlasının bulunması durumudur. Bu belirtilerden en az biri 1., 2. veya 3. sırada olanlar olmalıdır.

1. Sanrılar
2. Varsanılar
3. Dağınık konuşma (örn. sık sık konudan sapma gösterme ya da anlaşılmaz konuşma).
4.İleri derecede dağınık ya da katatonik davranış
5. Silik (negatif) belirtiler (duygusal katılımda azalma ya da kalkışamama)

B- Toplumsal/mesleksel işlev bozukluğu: Bu bozukluğun başlangıcından beri geçen zamanın önemli bir kesiminde iş, kişilerarası ilişkiler ya da kendine bakım gibi birden çok ana alanda işlevsellik düzeyi, bu bozukluğun başlangıcından önce erişilen düzeyin belirgin olarak altındadır.

C- Süre: Belirtiler en az 6 ay süreyle devam eder. Bu 6 aylık evre, A tanı ölçütünü karşılayan, en az bir aylık (ya da başarıyla tedavi edilmişse daha kısa süreli) belirtileri (açık evre belirtilerini) kapsamalıdır.

D- Şizoaffektif bozukluğun ve duygudurum bozukluğunun dışlanması: Şizoduygulanımsal (şizoaffektif) bozukluk ya da psikoz özelliklerini gösteren depresyon bozukluğu ya da ikiuçlu (bipolar) bozukluk dışlanır.

E- Madde kullanımının/genel tıbbi durumun dışlanması: Bozukluk bir maddenin (örn. kötüye kullanılabilen bir madde bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.

F-Yaygın gelişimsel bozuklukla olan ilişkisi: Otizm açılımı kapsamında bir bozukluk ya da çocuklukta başlayan bir iletişim bozukluğu öyküsü varsa, şizofreni tanısı konabilmesi için gerekli diğer belirtilerin yanı sıra belirgin sanrılar ya da varsanrılar da en az bir aylık (başarıyla edilmişse daha kısa) bir süreyle varsa, ayrıca şizofreni tanısı da konur.

2.1.5. Şizofrenide Tedavi

Şizofreni hastalığında farmakolojik tedavi, elektrokonvulsif terapi (EKT), psikoterapiler, bilişsel davranışçı tedavi yaklaşımları, aile terapisi, beceri eğitimleri gibi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018). Tipik/ilk kuşak antipsikotikler (dopamin reseptör antagonistleri) ve atipik/yeni kuşak antipsikotikler (İkinci kuşak antipsikotiklerden serotonin dopamin antagonistleri, benzamidler, üçüncü kuşak antipsikotiklerden kısmi dopamin agonistleri), lityum, antikonvülzanlar, benzodiazepinler farmakolojik tedavide kullanılan ilaçlardır (Eraslan ve ark 2006, Summakoğlu ve Ertuğrul 2018).

2.2. Şizofreni Beslenme İlişkisi

Şizofreni tedavisinde kullanılan atipik antipsikotik ilaçlar vücut ağırlık kazanımı, abdominal obezite, glukoz metabolizması bozuklukları, lipit metabolizması bozuklukları, hipertansiyon, obezite ve metabolik sendrom gibi çeşitli sağlık problemlerine neden olmaktadır (Eraslan ve ark 2006, Türkoğlu ve ark 2017). Şizofrenide kilo artışı veya obeziteye antipsikotiklerin yanında hastaların yaşam tarzı ve tedavi şartları da neden olabilmektedir. Hastaneye yatış ardından fiziksel aktivitenin azalmasıyla enerji harcanmasının kısıtlanması, apati ya da anhedoni sebebiyle yeme davranışı üzerindeki kontrolün azalması, ekonomik yetersizlikler nedeniyle karbonhidrat ağırlıklı yeme alışkanlığı, düzensiz beslenme, sedanter yaşam, sigara, madde kullanımı şizofreni hastalarında antipsikotiklerden kaynaklanmayan kilo artışı/obezite sebepleridir (Eraslan ve ark 2006, Erginer ve Günüşen 2013).

Glukoz intoleransı, artmış trigiserit (TG), azalmış yüksek dansiteli lipoprotein (HDL), hipertansiyon (HT) ve abdominal obezite ile karakterize bir hastalık olan Metabolik sendrom (MetS) şizofreni hastalarının sağ kalım sürelerinin genel nüfusa göre daha kısa olmasında etkili olmaktadır. Şizofreni hastalarında MetS oranlarının genel toplumdakine göre daha yüksektir ve hastalık süresi uzadıkça MetS prevelansı artmaktadır. Şizofreni hastalarında yaşam tarzı, psikotik bozukluğun klinik özellikleri ve antipsikotik ilaç kullanımı MetS bileşenlerinin ve diğer metabolik anormalliklerin gelişim nedenleridir. Şizofreni hastalarındaki yüksek doymuş yağ asidi, azalmış lif ve meyve tüketimi metabolik bozukluk gelişme riskine neden olmaktadır (Türkoğlu ve ark 2017).

Farklı amaçlarla yapılan birçok çalışma sonucunda şizofrenin hastalarının sağlıksız beslenme alışkanlıkları olduğu sonucuna varılmıştır. Killian ve arkadaşlarının (2006) yaptığı bir çalışmada şizofreni tanılı hastaların sağlıklı popülasyona oranla alkol ve sigara tüketiminin daha yüksek olduğu görülmüştür. McCreadie ve arkadaşları (1998), Brown ve arkadaşlarının (1999) yaptığı çalışmalar sonucunda ise diyetleri sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında şizofreni hastalarının sağlıklı kontrollere göre meyve, sebze ve posadan yetersiz beslendiği, gereksinimlerinden daha fazla yağ tükettiği saptanmıştır. Öte yandan şizofreni hastalarının karbonhidrat ve protein alımlarının incelendiği çalışmalarda sağlıklı bireylere göre anlamlı bir fark olmadığı, şizofreni hastalarında şeker tüketiminin daha fazla olduğu belirlenmiştir (Türkoğlu ve ark 2017).

Kandaki doymamış yağ asitlerinin düşük düzeyde olması şizofreni hastalarında şikayetleri arttırmakta, doymamış yağ asitlerinin, özellikle EPA, normal dozda alınması şikayetleri ortadan kaldırmaktadır (Mol 2008). Türkoğlu ve arkadaşları (2016) tarafından şizofreni hastalarında bazı yağ asidi ve antioksidan vitamin alımlarının saptanması ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması amacıyla yapılan çalışma DSM-IV tanı kriterine göre şizofreni ya da şizoaffektif bozukluk tanısı almış 148 hasta ve yaş, cinsiyet yönünden eşleştirilmiş 77 sağlıklı kontrol üzerinde yürütülmüştür. Sosyodemografik veriler ve klinik bilgiler yüz yüze görüşme ile anket aracılığıyla toplanmıştır.

Antropometrik ölçümleri ile birlikte besin ögesi alımları geriye dönük 24 saatlik besin tüketim kaydı yardımıyla alınmıştır. Araştırma sonuncunda şizofreni hastalarında toplam yağ, doymuş yağ ve tekli doymamış yağ asitleri alımları sağlıklı kontrollerden yüksek bulunmuştur (p<0.05). Omega-6/omega-3 oranları arasında gruplar arasında fark bulunmamıştır.

Vitamin düzeyleri de şizofreni gelişiminde rol oynamaktadır. Yapılan birtakım çalışmalar sonucunda şizofreni hastalarında kan serum folat düzeylerinin düşük olduğu ve düşük kan serum folat düzeyleri ile negatif belirtiler arasında anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür. Roffman ve arkadaşları (2017) tarafından randomize, çift kör şekilde yapılan çalışma 55 ayaktan şizofreni hastası üzerinde yürütülmüştür. Folik asit takviyesinin şizofrenideki etkinliğini araştırmak amacıyla yapılan bu çalışmada hastalara 12 hafta boyunca 15 mg folik asit takviyesi (1-metilfolat) yapılmış ve plasebo ile karşılaştırılmıştır. Aynı zamanda hastalara sabit dozlarda antipsikotik uygulanmaya devam edilmiştir. Tedavi sonrası yapılan değerlendirmede, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği toplam puanı, negatif belirtiler ve genel psikopatoloji alt ölçeklerinde iyileşmeler olduğu gözlenmiştir.

D vitamini ve şizofreni gelişimini inceleyen araştırmalarda serum D vitamini düzeyinin şizofreni hastalarında genel nüfusa göre daha düşük olduğu fakat bu düşüklüğün hastalık şiddeti ile korelasyon göstermediği, gebelikte düşük 25 (OH) D3 düzeylerinin yetişkinlik döneminde şizofreni riskini arttırdığı saptanmıştır (Yılmaz ve ark 2022). Demirkol ve arkadaşları (2019) tarafından şizofreni tanılı hastalarda D vitamini, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği skorları, antipsikotik kullanımı ve sosyodemografik verilerin metabolik sendrom ile ilişkisinin gösterilmesi amacıyla yapılan çalışma 31’inde metabolik sendrom tanısı olan 119 şizofreni tanılı 63’ü kadın 56’sı erkek hasta üzerinde yürütülmüştür. Hastaların sosyodemografik verileri, hastalık yılı, yatış sayısı, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği skorları, vitamin D kan düzeyleri, HDL, trigliserit, glukoz, HBa1c, arteriyel kan basıncı değerleri, bel çevresi, vücut kitle indeksi ölçümleri incelenmiştir. Çalışma sonucunda hastaların 63’ünde D vitamini düzeyi düşüklüğü, Metabolik Sendrom tanısı olanlar ve olmayanları arasında HDL, arteriyel kan basıncı, açlık kan glukozu, trigliserit, bel çevresi, vücut kitle indeksi değerlerinin analizinde anlamlı farklılık saptanmıştır. Basit lineer regresyon ve lojistik regresyon analizi ile metabolik sendrom tanısı olan grupta olmayanlara göre hastalık yılı ve hasta yaşları anlamlı olarak yüksek, D vitamini düzeyleri anlamlı olarak düşük saptanmıştır.

Yapılan başka çalışmalarda şizofreni hastalarında serum homosistein düzeylerinin yüksek olduğu ve yüksek homosistein düzeyinin şizofreni riskini ve gelişimini arttırdığı bulunmuştur. B vitamininin şizofreni üzerine etkilerinin araştırıldığı çalışmalarda B vitamini tedavisinin şizofreni semptomlarına orta düzeyde etki ettiği B vitamini komplekslerinin daha fazla etki ettiği görülmüştür (Yılmaz ve ark 2022).

3. Sonuç ve Öneriler

Beslenme, ruhsal sağlığı etkileyen en önemli faktörlerden biridir. Beslenmeyle ruhsal sağlık karşılıklı etkileşim içerisindedir. Tüketilen besinlerin vücudun metabolik enerji gereksinimini sağlamanın yanında ruh hali ve zihinsel sağlık üzerinde de önemli etkileri vardır. Besin öğesi ve besin maddelerinin eksikliğinde, ilk olarak beynin yapı ve işleyişinde bozulma görülmektedir. Bozulan beynin yapı ve işlevlerinin sonucu olarak bilişsel fonksiyonlarda zayıflama ve depresif ruh halinin yanında, saldırgan davranışlar görülebilmektedir.Bu nedenle yeterli ve dengeli beslenme sağlıklı fiziksel, ruhsal bir yaşam sürdürülmesi için önem arz etmektedir.

Ruh sağlığını koruma ve geliştirmeye yönelik öneriler aşağıda sıralanmıştır:

  • Uyku düzenli olmalıdır. Günde en az 8 saat uyunmalıdır.
  • İşlenmiş gıda, yüksek tuz, basit şeker, kafein, doymuş yağ tüketimi azaltılmalıdır.
  • Doymamış yağ kaynakları (örneğin zeytinyağı) kullanılmalıdır.
  • Bireylere fiziksel aktivitenin önemi anlatılmalı ve fiziksel aktivitenin arttırılması için destek sağlanmalıdır.
  • Laktoz, gluten, kazein gibi alerjen olma riski yüksek olan besinlerden kaçınılmalıdır.
  • Sigara, alkol, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan maddelerden uzak durulmalıdır.
  • Kalsiyum ve D vitaminiyle vücudu desteklemek için güneşten faydalanılmalıdır.
  • Dehidratasyon ve konstipasyonun önüne geçmek için yeterli sıvı ve posalı gıdalar tüketilmelidir.
  • Fast-food, hazır besinler, kızartma gibi besinler tüketilmemelidir.
  • Vitamin ve mineral eksikliğini önlemek için düzenli kan tahlili yaptırılmalı, eksiklikveya yetersizlik durumunda besin takviyeleri kullanılmalıdır.
  • Ruhsal hastalığı olan bireylerde, görülen semptomlara göre bireyin vücut ağırlığı dikkate alınarak dengeli ve yeterli diyet planlanmalıdır.

 

Kaynaklar

  • Beilharz, J. E., Maniam, J., & Morris, M. J. (2015). Diet-induced cognitive deficits: the role of fat and sugar, potential mechanisms and nutritional interventions. Nutrients, 7(8), 6719-6738.
  • Beyhan, Y., & Taş, V. (2019). Mental sağlık ve beslenme. Zeugma Health Res, 1(1), 31-36.
  • Brown, S., Birtwistle, J., Roe, L., & Thompson, C. (1999). The unhealthy lifestyle of people with schizophrenia. Psychological medicine, 29(3), 697-701.
    Demirkol, M. E., Tamam, L., Çakmak, S., & Yeşiloğlu, C. (2019). Şizofreni tanılı hastalarda metabolik sendrom ve D vitamini düzeyleri ilişkisi. Cukurova Medical Journal, 44(3), 1110-1117.
  • Canser, B. O. Z., Özdemir, M., & ÇALGI, B. (2020). Mental hastalıkların prevalansına göre OECD ülkelerinin çok boyutlu analizi ve MOORA yöntemi ile sıralanması. Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Elektronik Dergisi, 11(Ek), 245-256.
  • Eraslan, D., Öztürk, Ö., Kayahan, B., Zorlu, N., & Veznedaroğlu, B. (2006). Şizofreni, atipik antipsikotikler ve obezite. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 7(3), 167-172.
    Erginer, D. K., & Günüşen, N. P. (2013). Kronik psikiyatri hastalarının fiziksel sağlık durumu: ihmal edilen bir alan. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Elektronik Dergisi, 6(3), 159-164.
  • Kandel ER, Hudspeth AJ. (2013). Brain and Behaviour. In: Principles of Neural Science, Eds: Kandel ER, Schwartz JH, Jessel T, Siegelbaum SA, Hudspeth AJ, 3. Baskı, New York, Mcgraw Hill. p.5–20.
  • Kilian, R., Becker, T., Krüger, K., Schmid, S., & Frasch, K. (2006). Health behavior in psychiatric in-patients compared with a German general population sample. Acta Psychiatrica Scandinavica, 114(4), 242-248.
  • Lim, S. Y., Kim, E. J., Kim, A., Lee, H. J., Choi, H. J., & Yang, S. J. (2016). Nutritional factors affecting mental health. Clinical Nutrition Research, 5(3), 143-152.
  • McCreadie, R., Elizabeth, M., Blacklock, C., Tilak-Singh, D., Wiles, D., Halliday, J., & Paterson, J. (1998). Dietary intake of schizophrenic patients in Nithsdale, Scotland: case- control study. Bmj, 317(7161), 784-785.
  • Mol, S. (2008). BALIK YAĞI TÜKETİMİ VE İNSAN SAĞLIĞI ÜZERİNE ETKİLERİ. Journal of FisheriesSciences. com, 2(4), 601-607.
  • Özenoğlu, A. (2018). Duygu durumu, besin ve beslenme ilişkisi. Acıbadem Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, (4), 357-365.
  • Pehlivan, M., & Aksoydan, E. (2012). Yetişkin Kadınlarda Vücut Ağırlığının Mental Sağlığa Etkisi. Beslenme ve Diyet Dergisi, 40(1), 12-21.
  • Roffman, J. L., Petruzzi, L. J., Tanner, A. S., Brown, H. E., Eryilmaz, H., Ho, N. F., Giegold M., Silverstein N.J., Bottiglieri T., Manoach D.S., Smoller J.W., Henderson D.C., Goff, D. C. (2018). Biochemical, physiological and clinical effects of l-methylfolate in schizophrenia: a randomized controlled trial. Molecular psychiatry, 23(2), 316-322.
  • Summakoğlu, D., & Ertuğrul, B. (2018). Şizofreni ve tedavisi. Lectio Scientific, 2(1), 43-61.
  • Türkoğlu, İ., Yıldız, E., & Mercanlıgil, S. M. (2017). Şizofreni Hastalarında Metabolik Profil ve Diyet Örüntüsü. Beslenme ve Diyet Dergisi, 45(2), 185-193.
  • Yıldırım H. (2021). Ruhsal Sağlığı Bozuk Olan Hastalarda Beslenme, Toplum Ruh Sağlığında Hemşirelik Yaklaşımları, 1. Baskı, Ankara, 77-81.
  • Yılmaz Y, Erdoğan A, Hocaoğlu Ç. (2022). Vitaminlerin psikiyatrideki rolü: Bir gözden geçirme, Troia Medical Journal, 3(1), 1-9.

Akademik Pusula: Kazasker Nedir?

Bugünkü kavramımız Kazaskerlik. Kazaskerlik kuruluşu ikinci halife Hazreti Ömer zamanına dayanan asli görevi adından da anlaşılacağı üzere askeri ve yüksek seviyeli davalara bakmak olan, Osmanlı adli sisteminde ise bir kimsenin yükselebileceği en yüksek mertebenin ismidir. İsminde asker olmasını sebebi, sultan sefere çıktığında ordu arasındaki davalara bakması için yanında onu götürmesindendir. Osmanlı Devleti’nde resmi olarak bu kurumun kurulması 1. Murat zamanına tekabül etmekle beraber, kurumsal kimliğini Fatih Sultan Mehmet zamanında kazanmış ve Rumeli mertebesi daha yüksek olmak üzere, Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği olarak ikiye ayrılmıştır. Görevleri arasında cinayet, hırsızlık ve idam gibi çok ciddi davalara bakmak, savaş zamanı ordu içerisindeki davaları görmek ve diğer şehirlere ve kazalara kadı atamak sayılabilir. Bu hafta Akademik Pusula’da kazasker kavramını inceledik. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.

Bir Siyasi Araç Olarak Medreseler

Medreseler, tarihsel süreç içerisinde muhtelif rollere bürünmüş çok katmanlı eğitim kurumlarıdır. İslami ilimlerin düzenlenip yayılmasına büyük bir etkiye sahip bu sistemli yapılar, gerek halk gerek de birtakım güç odakları için azımsanmayacak ölçüde bir potansiyeli barındırmıştır. Medreseler, akli(mantık, usül gibi) ve nakli ilimlerin gelişimine faydasıyla beraber, zamanla doğa bilimlerini de müfredatına ekleyerek kapsamlı eğitim kurumlarına dönüşmüştür. Fakat medreseleri yalnızca birer eğitim kurumları bağlamında görmek bu kurumları ve onların etkisini oldukça dar bir pencereye sığdırmaya çalışmak olur. Bu yazıda, birçok işlevi bulunan medreselerin siyasi olarak etkin bir biçimde kullanıldığına dair var olan düşünceleri üç konsept üzerinden sınırlandırıp örneklendirmeye ve bu görüşe karşı çıkanların düşüncelerini aktarmaya çalışacağım.
İlk olarak var olan düzen içerisinde, yaygın görüşe karşı kendi sistematiğini ortaya koymaya çalışması; ikinci olarak ortaya çıkan propagandacı söylemcilere karşı savaşı meşru gösterme çabası ve üçüncü olarak da devletin ideolojisini oturtup sağlamlaştıracak kadrolar yetiştirme isteği şekilde kategorilere ayırabiliriz. Zikredilen üç kategoride de, medreselerin oluşumunda siyasetin vazgeçilemez bir unsur olduğunu görmekteyiz. Bu temel düşünceyi açmadan önce medreselerin oldukça yüzeysel de olsa oluşum sürecinden bahsetmek yararlı olacaktır.

Medreselerin ortaya çıkışının envaiçeşit sosyal ihtiyaçlara binaen gerçekleştiğin söyleyebiliriz. Birtakım dersler İslam’ın daha ilk dönemlerinden itibaren mescitlerde verilmeye başlanmıştır fakat zaman içerisinde bu durum mescitte ibadet edenleri rahatsız eder bir hâle gelmiştir. Ayrıca zaman geçtikçe üretilen bilginin fazlalaşması ve sistemleştirme gereği de farklı bir mekanın gerekliliğini lazım kılmıştır (Hızlı, 1987). Ancak mekan olarak medreselerin oluşumunu yalnızca bu sebeplere bağlamaya çalışmak medreselerin gelişim sürecindeki önemli bir ayağı göz ardı etmek manasına gelir. Çünkü medreselerin ortaya çıkış zamanlarında dönemin siyasi olaylarının çok büyük bir tesiri vardır. Dokuzuncu yüzyılda medrese oluşumlarına birtakım lokal örnekler verilebiliyor olsa da sistematik bir medrese kuruluşunu, Nizamülmülk’ün oluşturmuş olduğu medreselerle görmekteyiz.

Bahsedildiği üzere medreselerin sistematikleşip gelişmesine çokça katkı sağlayan Nizamiye Medreseleri’nin oluşumunda mezkur sosyal etkenlerin yanı sıra birtakım siyasi nedenler zikredilir. Siyasi neden olarak iki görüş belirtilmiştir ki bu nedenlerin medresenin kuruluşunda çok temel bir rol aldığı söylenmektedir. Bu görüşlerin ilkinde Hanefi olan Selçuklulara karşı Şafii ve Eşari öğretiyi güçlendirme ve yayma istencinden bahsedilmiştir. Çünkü medresede eğitim verecek olan müderrislerin Şafii fıkhını ve usulünü bilmesi zorunlu görülmüştür. Ayrıca medreselerin imkanlarından öncelikli olarak Şafiilerin faydalanması gözetilmiştir (Al-Faruque, 1987). Fakat bu sebebi Şafii-Hanefi ikilemine bağlamak, ya da sadece bu kanıya bağlamak, birçok araştırmacının görüşüne ters düşecektir.

Nizamülmülk’ün dönemine rast gelen Batıniler, çeşitli propagandalarla kitleleri kendi lehine devşiren faaliyetlerde bulunmuş ve bu durum Selçukluyu zora sokacak bir etken haline dönüşmüştür. Selçuklu, askeri sahada her ne kadar Batınilerden daha büyük bir güce sahip olsa da Batınilerin yapmış olduğu propagandaların bir ordu kadar etkisi olmuştur. Bu kaos haline karşı harekete geçen Nizamülmülk, bir medreseler ağı oluşturmuştur ve böylelikle Şii olan Batınilere karşı Sünni anlayışı ayakta tutup, fikri sahada da bir nevi müdafaa ve çatışma başlatılmıştır (Anjum, 2006). İmam Gazali de bu medreselerde müderrislik yapmış ve bu mesele üzerine Fedaihu’l-Batıniye adlı bir kitap kaleme almıştır (Kayapınar vd., 2017). Kısacası denilebilir ki medreseler mevcut siyasal krize cevap üretecek mahiyette önemli bir işlev görmüş bir diğer taraftan da bu kriz sistemli medreselerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.

Yavuz Sultan Selim döneminde doğudan bir tehdit yükselmiş ve o zamanlar henüz sultan olmayan Şehzade Selim babası II. Beyazıd’ı uyarsa da tatmin edici bir hareket ortaya konmamıştır. Bunun neticesinde kontrolü ele geçiren Sultan Selim doğuya yönelmiş ve birçok sefer düzenlemiştir. Safeviler ve Osmanlılar arasında gerçekleşen bu çatışmalar ve yapılan mücadelelerin etkisi sadece askeri bağlamda kalmamıştır. Safevilerin dâîlerle Doğu’daki halka -bilhassa göçmen olanlara- yapmış olduğu propaganda Osmanlı tarafında fikri bir hareketlenmeyi gerekli kılmıştır (Çetin, 2011). Bu dönem, medreselerde Sünni anlayışın hararetli bir şekilde savunulduğu ve Şiilere karşı antitezlerin üretildiği bir dönem olmuştur. Esasen Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim dönemine kadar Sünnilik ile Şiilik arasında derin bir husumet bulunmamaktadır. Şiilere karşı medreselerde verilen eğitim kelam alanında verilmiş ve bu eğitimler de oldukça yüzeysel bir düzeyde kalmıştır (Yılmaz, 2015). Fakat bahsi geçen dönemden itibaren bu yüzeysellik bir kenara bırakılarak daha derin ve kapsamlı eğitimlere başlanmış, bu süreç ileriki dönemlerde de devam etmiştir. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerini görmüş ve medrese eğitimi almış olan Abdullah el-Şirvani bu konseptteki medreselerden çıkan öğrencilere iyi bir örnektir. Şirvani; siyasetname, tasavvuf ve kelam alanında üç eser vermiştir. Bu eserlerin üçünün merkezinde de Safevilerin yoldan çıkmış olduğu ve yapmış oldukları faaliyetlere karşı aksiyon alınması gerektiğine dair görüşler yer almaktadır (Yılmaz, 2015). Bunlara benzer birçok eser kaleme alınmış olup bu konuda çeşitli dersler verilmiştir. Karşı tarafın dalalet içerisinde olduğunu ortaya çıkarmak, Osmanlının İran’a yapacağı seferlere bir meşruiyet kazandırmış ve halkın seferlere karşı olan tepkisini azaltmakla kalmayıp halk tabanından destek de almıştır (Çetin, 2011). Özetle söylemek gerekirse bu noktada medreseler, ortaya çıkmış olan Safevi sorununun üzerine gidilebilmesi için fikri alanda bir meşruluk sağlamıştır.

Modern devletlerden önce kurulmuş olan monarşik devletler her ne kadar devletin başındaki mutlakiyetçi bir şahsın önderliğinde var olmuş olsalar da birçok alt yönetim birimine ihtiyaç duymuşlardır. Muhtelif yönlerden Osmanlı devletini kökten etkilemiş olan Fatih Sultan Mehmet de aynı şekilde devlet kademelerinde görev yapacak kişilere ihtiyaç duymuştur. Sahnı Seman medreselerinin kurulmasında da bu faktörün etkisi büyüktür. Devletin otoritesini sağlamlaştıran Fatih Sultan Mehmet, halihazırdaki medreseler dışında devletin lehine çalışabilecek kişiler yetiştirmek amacıyla hem fenni hem de dini ilimlerin verildiği Sahnı Seman medreselerini kurmuştur (Şanal, 2003). Bu medreselerin varlığı devletin gücünü arttırmış ve sistemini güçlendirmiştir. Dolayısıyla bu kurum devletin yönetim felsefesini bir sisteme oturtacak ve devamını getirecek kişilerin yetişmesine öncülük etmiştir (Çetin, 2011). Hülasa, Sahnı Seman medreseleri; devletin ideolojisini iyice yerleştirilmesinde ve kadrolara şahıs yetiştirme noktasında etkili olmakla sınırlanmamış, Osmanlı içerisinde oluşacak bu minvaldeki medreselere öncü olmuştur.

Fakat bu argümanların yanı sıra medreselerin siyasi bir araç olarak kullanılmasının pek de mümkün olmadığını söyleyen birtakım düşünceler de son zamanlarda yazın dünyasında yer etmiştir(Berkey, 2007). Her ne kadar da medreselerin kuruluşunda birtakım siyasi liderler ön ayak olmuşsalar da kurum kendi karakteri gereği özerk bir yapıya sahip olmuştur. Mevcut bu görüşe göre; medreselerin sosyal yaşantıyı değiştirme işlevinin olduğunu iddia etmek, medreselerin günümüz okul sistemi olgusuyla okuma yanılgısı olduğu dile getirilir. Çünkü günümüzde var olan kurumların kendi kimliğini inşa ettiği bir gelenekten çok iyi bir alim profilinin etrafında kümelenen ve şahısların sisteme çokça etki ettiği bir gelenekten söz edilir. Dolayısıyla büyük oranda bu otonom yapıların siyasilerin elinde güçlü birer koza dönüşmesi pek olası gelmemektedir. Nitekim, Selçuklular ve Memlüklüler’de medreselerin sayısı hesaba katıldığında alimlerden çok az bir kitlenin yönetimsel kadrolarda yer aldığına parmak basılır. Kısaca, medreselerin uzun bir süre birer politik aktör ya da arabulucu olmadığı ve bununla beraber birçoğunun gerek müfredatla gerek kurum içindeki görev tanımlarıyla siyasetten uzak, büyük oranda bağımsız birer kurum oldukları savunulmaktadır.

Sonuç olarak, bu yazıda medreselerin siyasi etkilerini; var olan görüşe karşı çıkıp lehteki görüşü sağlamlaştırmaya çalışmak, karışıklık çıkaran unsurların üzerine yürüyebilmek için kendi tarafına meşruiyet kazandırmak ve devletin ideolojisini oturtmak olmak üzere üç örnek üstünden kısaca anlatmaya çalıştım. Ayrıca medreselerin zannedildiği ölçüde bir siyasi alet olmadığı minvalindeki görüşleri de şu anda konu hakkında hâla tartışmaların sürdüğünü göstermek amacıyla eklemek istedim. Yazıyı yazarken olumlu ya da olumsuz bir değerlendirme yapmaktan elimden geldiğince kaçınmaya çalışmış olup medreselerin birçok etkisinden biri olan siyasi yönüne değinmeyi amaçladım. Medreselerin siyasi bir araç olarak ele alınmış olması da herhangi olumsuz bir mana içermemektedir. Toplumda önemli bir yer teşkil eden medreselerin siyasete etkisinin olmadığı ve siyasetten etkilenmediği söylenemez. Dolayısıyla durumun bu şekilde ele alınmış olması normatif bir bakışla değerlendirilmemiş olup bahsedildiği üzere yalnızca bu kısma dikkat çekmek amaçlanmıştır.

Kaynakça:

AL-FARUQUE, M. (1987). THE DEVELOPMENT OF THE INSTITUTION OF MADRASAH AND THE NIẒĀMIYAH OF BAGHDAD. Islamic Studies, 26(3), 253–263. http://www.jstor.org/stable/20839845

ANJUM, T. (2006). Sufism in History and its Relationship with Power. Islamic Studies, 45(2), 221–268. http://www.jstor.org/stable/20839016

Berkey, J. (2007). Madrasas Medieval and Modern: Politics, Education, and the Problem of Muslim Identity. Schooling Islam, the Culture and Politics of Modern Muslim education, 40-60.

Çetin, F. (2011). Osmanlı-Safevi Rekabetinin Osmanlı Resmî İdeolojisine Etkisi. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(1), 12-28.

HIZLI, M. (1987). KURULUŞUNDAN OSMANLlLARA KADAR MEDRESELER. Kayapınar, H. K. Ö. (2017). XVI. Yüzyıl Osmanlı Medreselerinde Fıkıh Eğitimi (Sahn-ı

Seman ve Süleymaniye Örneği). Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10, 54.

Şanal, M. (2003). Osmanlı Devleti’nde medreselere ders programları, öğretim metodu, ölçme ve değerlendirme, öğretimde ihtisaslaşma bakımından genel bir bakış. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(14), 149-168.

Yılmaz, H. (2015). İran’dan Sünnî Kaçışı ve Osmanlı Devleti’nde Safevî Karşıtı Propagandanın Yaygınlaşması: Hüseyin b. Abdullah el-Şirvânî’nin Mesiyanik Çağrısı. Osmanlı’da İlim ve Fikir Dünyası, 299-309.

Genetik Kodlama: CRISPR Teknolojisi

2012 yılında mikrobiyolog Emmanuelle Charpentier ve biyokimyacı Jennifer Doudna adındaki iki bilim kadının keşfettikleri ve kendilerine 2020 Nobel Kimya Ödülü’nü kazandıran CRISPR/Cas9, moleküler biyoloji ve genetik alanında yeni bir çağ başlattı. DNA zincirinin kesilip, yeniden birleştirilebilmesini sağlayan bir teknoloji geliştirdiler. Bu teknoloji sayesinde hayatımızın kodlarını yeniden yazmak mümkün hale geldi.

Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats

“Düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümeleri” adı verilen CRISPR teknolojisi, aslında bakterilerin virüs kaynaklı enfeksiyonlar ile nasıl savaştığını araştırırken keşfedildi. Bakterilerde bulunan CRISPR adlı bağışıklık sisteminin bir kısmı, virüssel DNA’yı tespit ederek yok edebilen Cas9 adlı proteinden oluşur.

Araştırmaları sırasında Charpentier ve Doudna, bu sistemin belirli DNA parçalarının çıkarılması ve eklenmesinde bir genetik mühendislik yöntemi olarak kullanılabileceğini keşfettiler. Bunu düşündüren, hücrelerin hasarlı DNA parçalarını tespit edebilmesi ve tamir etme yeteneğinin olmasıydı. Bu genetik makasın nasıl çalıştığını anlamak için insanın kalıtsal bilgisi olan DNA’nın yapısını anlamak gerekir.

Canlıların vücudundaki her hücrede bulunan DNA denilen çift zincir aslında Adenin, Timin, Guanin ve Cytosine (Sitozin) yani A, T, G ve C bazlarının çeşitli kombinasyonlarla yan yana dizilmesinden ve karşılıklı bağlanmasından meydana gelir. İkili DNA zincirinde A ile T ve G ile C bazları karşılıklı olarak bağlanırlar. RNA’da ise A ile, T yerine U (Urasil) eşleşir. DNA’daki baz grupları genleri oluşturur ve bu genler bir görevi yerine getirecek olan belirli bir proteini kodlar. Bunun için ikili DNA zinciri ayrılarak, uygun baz dizilimine sahip bir RNA zinciri ile eşlenir.

Teknolojide makine kodlamada 0’lar ve 1’lerin özel dizilimi ile dijital dünyanın oluşturulduğu gibi, bazlar da canlıların genomunu yani tüm genetik materyalini oluşturur. Bu genetik materyal insanın tüm biyolojik ve fizyolojik özelliklerini meydana getirdiği gibi aynı zamanda çeşitli hastalıklara sebep olan 75.000 farklı mutasyondan birini barındırıyor olabilir. İşte CRISPR adı verilen bu genetik makas yardımıyla, hastalığa sebep olan mutasyonlu gen kesilip atılabilir. Hatta sadece hastalıklar değil, normal olan genler de daha iyisi ile değiştirilebilir (örneğin gen dopingi).

Tüm canlıların genetik materyali olduğu düşünülürse, canlı olan her şey yeniden kodlanabilir. Elbette bu teknolojinin karanlık ve etik açıdan sorunlu yönleri de var ve bu yönleri sebebiyle hukuksal düzenlemeler gerektirmektedir. 2018 yılında Çinli bilim insanı He Jiankui, tüp bebek tedavisi sırasında ikiz embriyoların CRISPR-Cas9 yöntemiyle genetiğini değiştirerek HIV virüsüne karşı bağışıklık kazanmış bir şekilde dünyaya gelmesini sağladı. Genetik değişikliklerin erken veya ileri yaşlarda neden olabileceği sorunlar bilinmemekte ve bu sebeple sağlıklı bireyleri tehlikeye atma olasılığı bulunmaktadır.

İnsanlar veya insan embriyosu üzerinde yapılabilecek genetik tasarımlar, birçok ülkede gelecek nesillere aktarılabileceği ya da diğer genlere zarar verilebileceği endişesiyle yasak. Bu sebeple He Jiankui hapis ve para cezası aldı. Öte yandan bu teknolojinin farklı alanlarda yararlanılabilecek iyi yönleri de mevcut. Örneğin bitki ıslahı ile tarımda iyileştirmeler de mümkün.

Bitkilerde yapılacak genetik modifikasyonlarla değişen iklim koşullarına, özellikle kuraklığa, çürümeye, kararmaya ve hastalıklara dayanıklı ziraat ürünleri yetiştirilebilir ve besin değerleri artırılabilir. Nüfusla birlikte artan talebi karşılamak için de mahsül verimliliğini arttırmak mümkün. Tahıl ürünlerinin dünyadaki gıda talebinin üçte ikisini oluşturduğu ve iklim koşullarının tarım üzerindeki olumsuz etkileri düşünülürse bunun
beslenme açısından da çok büyük bir gelişme olduğu ortadadır. CRISPR, gen düzenleme yöntemleri içerisinde en hızlı, kolay ve düşük maliyete sahip yöntem olarak büyük bir potansiyel vadetmektedir.

CRISPR-Cas9 Nasıl Çalışır?

Moleküler makas da denilebilecek Cas9 enzimi DNA zincirini kesmek için kullanılır. Virüsler bir hücreyi enfekte ettiklerinde DNA’larını o hücreye aktarırlar. Cas proteinleri,aktarılan virüs DNA’sının bir kısmını keserek çıkarır ve bakteri DNA’sının CRISPR bölgesine ekler. Bu bölgenin kimyasal olarak fotoğrafını çeken Cas proteinleri, bir RNA kopyasını (rehber/ guide RNA) oluşturarak Cas9 enzimine bağlar. Cas9 enzimi bir muhafız gibi hücre içerisinde dolaşır ve virüs bir daha bulaştığında DNA’sından onu tanıyarak hemen yok eder. En önemli noktalardan biri, bu bilgiler kalıtsal olarak sonraki nesillere aktarılmaya devam eder. 2012 yılında iki bilim insanı bu yöntemi başka DNA’larda da kullanmanın bir yolunu buldular. İmla hatasını düzeltir gibi genleri düzenlemek mümkün hale geldi. Bakteri dünyasını kenara bırakacak olursak laboratuvarda bu yöntem şu şekilde işlemektedir: Düzenlenmek istenen gene uygun rehber RNA oluşturularak Cas9’a bağlanır, bu sayede Cas9 doğru geni bularak keser. Kesilen bölgedeki gen de silinebilir ya da yeni bir DNA dizisi yerleştirilebilir. Bu sayede her gene müdahale edilebilmekte ve genetik kaynaklı neredeyse tüm hastalıkların tedavisi mümkün hale gelmektedir. Örneğin kistik fibrozis, beta talasemi, orak hücreli anemi ya da Huntington hastalığına sebep olan mutasyonlar düzeltilebilir. Genetik kaynaklı nadir hastalıkların %89’unun CRISPR sayesinde tedavi edilebileceği tahmin edilmektedir. Tüm canlılar üzerinde uygulanabilir olması sayesinde sadece insanlarda ve bitkilerde değil, hastalık yayan sineklerde de değişiklik yapılması olanağı sağlamaktadır. Örneğin sivrisinekler üzerinde uygulanarak sıtma yayması engellenebilir. İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılacak olan deneylerin öncesinde etik kurulu tarafından incelenmesi ve onay alması gerekmektedir. Uzun vadeli sonuçları bilinmediğinden, hala gelişmesi gereken bir teknolojidir.

Kaynakça

• Henle, A., 2019. How CRISPR lets you edit DNA – Andrea M. Henle. [online] TED-Ed. Available at: <https://ed.ted.com/lessons/how-crispr-lets-you-edit-dna-andrea-m-henle>.
• Özcan, B., 2022. Genetik alanındaki en büyük keşif Nobel ödülü aldı: CRISPR-Cas9 nedir? – Barış Özcan. [online] Barış Özcan. Available at: <https://barisozcan.com/genetikalanindaki-en-buyuk-kesif-nobel-odulu-aldi-crispr-cas9-nedir/>.
• Doudna, J., 2022. How CRISPR lets us edit our DNA. [online] Ted.com. Available at:
<https://www.ted.com/talks/jennifer_doudna_how_crispr_lets_us_edit_our_dna>.
• BBC News Türkçe. 2022. Dünyada ilk kez embriyoların genlerini değiştiren Çinli bilim insanına 3 yıl hapis cezası – BBC News Türkçe. [online] Available at:
<https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50945821>.
• BBC News Türkçe. 2022. ‘Dünyanın ilk genetik tasarımlı bebekleri Çin’de doğdu’ – BBC News Türkçe. [online] Available at: <https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46341694>.
• Bilimteknik.tubitak.gov.tr. 2022. Nobel Kimya Ödülü 2020 Yaşamın Kodunu Yeniden Yazmaya Yarayan Bir Araç: Genetik Makas. [online] Available at:
<https://bilimteknik.tubitak.gov.tr/system/files/makale/nobel_0.pdf>.

Uluslararası Hukuk Açısından Doğu Akdeniz ve Türkiye

Özet

Geçmişten günümüze Türk dış politikası incelendiğinde 1571’den İngiltere’nin ilhakına kadar Türk hakimiyetinde olan Kıbrıs daha sonraki süreçte giderek önemini artıran bir başlık haline gelmiştir. Küreselleşen dünyada artan enerji ihtiyacı ve enerji üretim maliyetleri devletleri yeni alternatif kaynaklar aramaya ve mevcut kaynakların hakimiyetini korumaya yöneltmiştir. Doğu Akdeniz bölgesinde bulunan yeni enerji yatakları Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin bölgeye olan ilgisini yeniden canlandırmış, uluslararası enerji şirketlerinin de faaliyet göstermek istediği başlıca alanlardan biri haline gelmiştir. Bu makalede Türk dış politikasında önemli konulardan biri olan Doğu Akdeniz ve enerji politikaları uluslararası hukuk ve karşılıklı bağımlılık perspektifinden incelenecektir.

Giriş

Akdeniz’in kontrolü açısından stratejik bir öneme sahip olan Kıbrıs adası 1571 yılında Osmanlı-Venedik savaşı sonucunda Türk hakimiyetine girmiştir. 1878’de Osmanlı-Rus savaşının ardından İngiltere’ye kiralanan ada Birinci Dünya Savaşı sırasında 1914’te İngiltere adayı ilhak etmiştir. 1925’te kraliyet kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta Rumlar Enosis isyanları başlatmış adadaki Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Türkiye’nin girişimleri ile uluslararası alanda başarılı bir diplomasi yürütülerek 1959’da adada bir devlet kurulsa da bu devlet uzun ömürlü olmamıştır. Rumların artan saldırıları ve adada yaşanan insan hakları ihlalleri sonucunda 1974 yılında Kıbrıs Barış harekatı yapılmıştır. 1983 yılında ise KKTC devleti kurulmuş günümüzde de giderek önemini koruyan bir bölge olarak varlığını sürdürmektedir.

Uluslararası hukukta devletlerin ülke kavramı tanımlanırken hava, kara ve deniz olmak üzere sınıflandırma yapılmaktadır. Devletler egemenlik haklarını üç alanda da korumak ve egemenlik haklarından doğan yetkileri kullanmak istemektedir. Doğu Akdeniz’de konumu nedeniyle günümüzde önemli enerji kaynaklarına sahip olan Kıbrıs bu bağlamda Türkiye’nin dış politikasında da önemli bir yere sahiptir. Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye uluslararası hukuka dayanarak Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmak istemektedir. Doğu Akdeniz Türkiye açısından önemli olduğu kadar ABD, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerinde ticaretinde yer alan güzergahlardan biridir. Deniz ticaretinde uluslararası “deniz trafiğinin %30’u petrol taşımacılığının %25’i Akdeniz’den geçmektedir” (Canyaş, Kocakuşak, Canyaş, 2013, s.115). 2000’li yılların başında hidrokarbon kaynaklarının önem kazanması ile birlikte Doğu Akdeniz enerji açısından da ön plana çıkmıştır. “ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi verilerine göre Doğu Akdeniz’deki Levant ve Suriye kıyılarına yakın bölgelerde 3.5 trilyon metreküp doğalgaz ve 1.7 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır” (Anadolu Ajansı, 2019).  Avrupa’daki ve Türkiye’deki yıllık ortalama doğalgaz tüketim verileri dikkate alındığında “Doğu Akdeniz’deki mevcut rezervler Türkiye’nin 575 yıl, Avrupa’nın ise 30 yıllık enerji ihtiyacına karşılık gelmektedir” (Kaya, Kütükçü, 2016, s.143).

1.Uluslararası Deniz Hukuku ve Doğu Akdeniz

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının keşfinden sonra uluslararası alanda ortaya çıkan problemlerden biri kıyıdaş devletlerin rezerv paylaşımıdır. Uluslararası deniz hukukunda başlıca kural bir deniz alanına kıyısı olan devletlerin kendi karasularında, münhasır ekonomik bölgelerinde ve kıta sahanlıklarında faaliyet gösterebilme haklarına sahip olmalarıdır. Deniz hukukuna ilişkin uluslararası alanda temel belge birçok maddesi örf adet hukukuna da kaynaklık eden 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesidir. Bu sözleşmenin 3. maddesine göre karasularının genişliği esas hatlardan itibaren azami 12 deniz milidir. 2004 yılına kadar Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından 12 millik karasuları kuralı uygulanırken, 2001 yılında bulunan yeni enerji kaynaklarının da etkisiyle “2004 yılında hem 24 millik bitişik bölge hem de 200 millik münhasır ekonomik bölge ilan edilmiştir” (Başeren, 2010, s.11). Rum Yönetimi kendi içerisinde deniz alanlarına ilişkin yasayı çıkarmadan da önce Mısır, İsrail, ABD’nin sondaj çalışmalarına izin veren faaliyetlerde bulunmuştur. Rum yönetimi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni adada yok sayarak adanın tek temsilcisi gibi Uluslararası Hukuka aykırı eylem işlemektedir.

Türkiye’nin deniz hakimiyet alanı dikkate alındığında “ipso facto ve ab inito kıta sahanlığına sahip olduğu” (Başeren, 2010, s.28-29) tezinden hareketle, güney kıyılarımızın karşısında Mısır kıyılarının olduğukıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınır kuralları uygulanarak orta hattın Mısır ile çekilip Güney Kıbrıs Rum Yönetimine de az bir deniz alanında kullanım hakkı tanınmalıdır. Hakça ilkeler göz önünde bulundurulduğunda Rum Yönetimi iddiaları ortadan kalkmaktadır. Türkiye’nin “kıyı şeridi uzunluğu 656 mil iken, Rum Yönetimi’nin kıyı şeridi uzunluğu ise bu bölgede 32 mildir” (Pazarcı, 2015, s.195). Diğer yandan adada meşru bir devlet olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de deniz egemenlik hakları göz ardı edilemez. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 2005 yılında yaptığı karasuları kanununa dayanarak TPAO’ya 13. parselde arama yetkisi vermiştir.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının kullanımını meşru hale getirebilmek için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Lübnan ile Rum Yönetimi arasında münhasır ekonomik bölge sınırlandırma anlaşması yapılmış ayrıca diplomatik ilişkilerimizin yakın dönemde çok iyi olmadığı Suriye ile de böyle bir anlaşma yapılabileceği gündeme gelmiştir. 2003 yılında ise Güney Kıbrıs ve Mısır arasında da yine bir deniz yetki alanı antlaşması yapılmıştır.

Türkiye’yi ilgilendiren başka bir gelişme ise 6 Ocak 2020 tarihinde Yunanistan ile Mısır arasında Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin de hak talep ettiği bölgeleri de içeren münhasır ekonomik bölge sınırlandırma antlaşmasının imzalanmış olmasıdır. Aslında bu antlaşmanın zamanlaması oldukça dikkat çekicidir. Türkiye’nin Yunanistan açısından “Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile 28 Kasım 2019’da imzaladığı deniz yetki alanı antlaşması” (Acer,2020, s.15) ve bölgede önemli bir güç olmak isteyen Mısır açısından Türkiye’nin Libya hükümeti ile yakın ilişkiler kurması Yunanistan ve Mısır’ı harekete geçirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Mısır ve Yunanistan arasında yapılan bu antlaşma üzerine yaptığı açıklamada

Yunanistan ile Mısır arasında deniz sınırı bulunmamaktadır. Bugün imzalandığı açıklanan sözde deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması Türkiye için yok hükmündedir. Bu anlayışımız sahada ve masada ortaya konacaktır. Sözde sınırlandırılan alan, Birleşmiş Milletler’e de bildirilen Türk kıta sahanlığı içinde yer almaktadır. 2003 yılında GKRY ile imzaladığı anlaşma ile 11.500 km2’den vazgeçen Mısır, Yunanistan’la bugün imzaladığı bu sözde anlaşma ile de yine deniz yetki alanı kaybına uğramaktadır. Bu anlaşmayla Libya’nın hakları da gaspedilmeye çalışılmaktadır.Türkiye’nin, sözkonusu alanda herhangi bir faaliyete izin vermeyeceği ve Doğu Akdeniz’de ülkemizin ve Kıbrıs Türkleri’nin meşru hak ve çıkarlarını kararlılıkla savunmaya devam edeceği kuşkusuzdur. (Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, 2020, https://www.mfa.gov.tr/no_-165_-yunanistan-ile-misir-arasinda-sozde-deniz-yetki-alanlari-anlasmasi-imzalanmasi-hk.tr.mfa) ” ifadelerine yer verilmiştir.

Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Mısır, Yunanistan, Lübnan, Suriye, İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi devletleri ile egemenlik mücadelesi verdiği açıktır. Ayrıca bu devletler kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri alanlarda ABD, Fransa, İtalya gibi devletlerin uluslar arası enerji şirketlerine arama, işletme izinleri ve ruhsatları vererek Türkiye’nin ticari alanda kazanımlarını da engellemektedirler.

Sonuç

Geçmişten günümüze Türk dış politikası incelendiğinde Kıbrıs ve Doğu Akdeniz uluslararası alanda Türkiye’nin hak ve menfaatlerinin ihlal edildiği ve mücadele ettiği alanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin yakın zamanlarda ilişkilerinin olumsuz etkilendiği devletler olan Mısır, Yunanistan, Suriye gibi devletlerin de diplomatik olarak Türkiye’ye karşı cephe almış olmaları Doğu Akdeniz gerilimini tırmandırmaktadır. Doğu Akdeniz’de devletlerden aldıkları ruhsatları gerekçe göstererek faaliyet gösteren uluslararası enerji şirketleri de hukuka aykırı bir eylem işlemekte olup uluslararası alanda hukuka uyma çağrısı yaparken kendileri bu alanda ikircikli bir tavır sergilemektedirler. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti uluslararası hukuktan doğan hak ve menfaatlerini korumak adına bölgede hukuka uygun hareket ederek bölgesel ilişkilerini güçlendirmeli ve mevcut alanlarda faaliyetlerini sürdürmelidir. Ulusal ve uluslararası alanda deniz yetki alanları konusunda çalışacak nitelikli devlet görevlileri, hukukçular ve uzmanlar yetiştirilmeli gerekli önemler alınmalıdır.

Kaynakça

A Trial On Printing Press

How does a human being differentiate from an animal? This question can be answered in a number of ways. However, here the answer that I wanted to give is their capability to process knowledge. Since the beginning of their time on Earth, humans have been and are still producing knowledge whenever they encounter a problem to be solved or want to make things better. Nevertheless, the production of knowledge through various methods brings the problem of “storage”. How do we store what we produce? The answer to this question also differentiates and evolves throughout the history. The first examples of methods of storing knowledge are cave paintings.

Image I: Lascaux cave: Hall of Bulls
Image I: Lascaux cave: Hall of Bulls

As
in the Image I, those cave images
can contain information about
their surroundings, a nearby herd
or impending danger (Lascaux cave: Hall of Bulls 2019). However, as it seems, these cave paintings
can contain very scarce amount of information in comparison to other forms of storage. Later on,
hieroglyphic type of writings started to occur. Basically, there are images which have their own
meaning and by combining them afterwards, we form a sentence. The most famous hieroglyphic
writings are in Egypt and their mystery had been solved thanks to a block of stone called “Rosetta
Stone” (2022). Furthermore, alphabets started to occur and the method that we use to write today
also started to shape itself. After many historical breakthroughs, humanity has finally reached to an
era in which they use alphabets to form words and sentences. Overcoming the writing problem by
inventing alphabets was indeed a huge breakthrough, however, now there is this question of
“storing” those written materials. There had been a lot of trials with a plenty of writing material
variations. Good and quality materials could last so many years but their prices make writers and
scribes unable to produce more, such as parchment which comes from Anatolia, Pergamon, or
animal bones. Cheap and less quality materials, such as huge plant leaves or wood, could be an
affordable choice but their longevity is not something we admire today. After its long journey from
China, paper finally reached to Baghdad around 800 (Paper, 2020) and through that way, the paper
finally reached to Europe.

Before the invention of practical and convenient printing press, all of the books were copied by scribes by hand.

Image II: Ahmet Karahisari’s Calligraphy (2022)

Uninterestingly, this was dreadfully slow process. It is widely estimated that a Image I: Lascaux cave: Hall of Bulls scribe could only write 20 books in his lifespan, which is inexplicably low in comparison to printing press. However, there we need to pay tribute those scribes because of the work that they undertook. In the absence of them, we would have never known about the scholars, roots of sciences that we deal with today.

Printing press was not an unknown idea in the Middle Ages. This invention has its roots to China, way before than the invention of Johannes Gutenberg. However, their ineffectiveness and enormous require for labour made them out of favour. Since they wear out easily, they could not press big volumes of books or materials. Johannes Gutenberg, a talented blacksmith and entrepreneur, did a tremendous job by imagining a movable type and executing this dream. If we were to answer why the printing press did not enhanced in China but in Europe, we need to scrutinise Europe’s history back then. Although it is another essay’s topic, the foundation and background of flourish of the printing press in Europe lies in religion. In the 15th century, religious unity started to scatter because Martin Luther has sown dragon’s teeth amongst people and make them question the authority of the Church. This religiously unstable environment has given birth to severe debates amongst scholars and to spread their ideas and opinions out, scholars and the Church started to use the printing press, and the rest is history.

Whereas the so-called late arrival of the printing press to Islamdom needs to be spoken of it. It is widely accepted that presence of printing press in Ottoman lands comes from Jews who were rescued from Spain (Beydilli, 2003). The reasons why Jews adopted printing press so quickly are plenty but there are two fundamental reasons for supporting printing press: the first is that since hand-written books can easily disappear or soak up moisture and become completely useless or be burned, it is inexplicably good to have a lot of copies of them. The second is a little bit more Image II: Ahmet Karahisari’s Calligraphy (2022) religious. Starting from 12th century, Jews had always been persecuted by Christians and their holy books occasionally were being collected and burned. Because of this application, there arose the problem of preserving their religious materials. Because all of these, they tended to look printing press very positively and even say “ Those whoever speak against printing press shall suffer from this sin.” (Meral, 2020)

Although its reason remains vague, in the reign of Beyazid II, in 1485, a ban was issued by
the sultanate to carry and obtain printed material, which afterwards reapproved by Selim I, and this
ban, with admirable efforts of Yirmisekiz Mehmet Çelebi and his son, Said Efendi, was lifted for
only non-religious books (Pedersen, 2018). The first printing press was established under the
supervision of İbrahim Müteferrika, also known as Basmacı İbrahim Efendi (Afyoncu, 2000). The
first works printed by İbrahim Müteferrika tell us about the underlining aim of that press. When we
look at the first ever printed materials, we can see maps and books related to geography, alongside
with the groundbreaking book of Katip Çelebi, Cihannüma. So, as Mermutlu indicates in his article
(2008), employing the printing press in Ottoman lands is not a Westernisation process, on contrary,
it was a probable answer to the West. The reason for telling this is that maps and geography books
are military-oriented materials and if we take the military conditions of this era into consideration,
they thought that they can use the printing press and its opportunities to overcome the difficulties
that the West caused. The printing press that İbrahim Müteferrika established had continued its
journey for a long time. Although Pedersen (2018) claims that this printing press was closed in
between 1745-83, Afyoncu says that the press was closed for only one year because of the outbreak
of the Patrona Halil Uprising. Later on, in 1803, even though its reason remains unknown, by the
publication of “Risale-i Birgivi”, a book related to the Islamic Creed, the ban on printing religious
books was lifted de facto. (Candan, 2011)

Furthermore, we need to talk about the delay in the arrival of the printing press to the
Ottoman Empire. There are plenty of scholars who claim that this “neglect” or “carelessness” about the printing press is the reason why the Ottomans retreated in a lot of fields. However, to not read the history from today’s reality, we need to ask the question of “Did Ottoman Scholars need this kind of spread of books?” As Edward William Lane, a famous translator of Arabic and lexicographer, narrates that Muslims of those times were afraid of possibility for the name Allah to lose its purity if they print it so quickly and also they were afraid of that if they print and make books cheap, evil-minded individuals could try to detriment books and related studies (Pedersen, 2018). However, as I showed before, did they need to print these books? According to Nil Pektaş, Ottoman court was not interested in printing an official edition of Quran or hadith collections or celebrated tafseer books (2015) Also there was another aspect that needs to be taken into consideration, workers involved with book writing. A visitor of İstanbul, Luigi Fernando Marsigli, estimates that there were 80,000 workers were involving in the manuscript production, just in İstanbul alone (Pektaş, 2015). As I said before, there was a religiously unstable environment in Europe and they employed printing press as a medium to spread their ideas. However, if we look at corresponding times of the Ottoman Empire, it is impossible to see that kind of religious debates.

As expressed above, the history of printing press is very complicated and related to other
parts of world history. Due to its invention and wide use, a lot of people lost their jobs and a lot of work fields such as scribe had disappeared. What about its future? We are in an era in which printing technology is threatening not just one field but numerous. From producing small toys in our homes to constructing actual houses, 3D printing technology is shaping our now and future. Alongside with the 3D printing technology, we are experiencing a revolution of smart devices by which people get the knowledge they want. Although the printing press sits on a firm and stable throne, this idea of “online reading” or “screen-reading” will surely affect, or even harm the longlasting reign of the printing press.

 

References

Açlığın Mucizesi: Otofaji

Bugün bedenimiz için basit ancak aklımız için çok ilginç bir kavramı inceleyeceğiz. Bu kavramı vücudumuzun kendi kendini sindirmesi olarak özetleyebiliriz. Yanlış okumuyorsunuz, Yunanca kendi anlamına gelen ‘-oto’ ve yemek anlamına gelen ‘-faji’ kelimelerinden oluşan otofaji, kelime anlamı olarak kendi kendini yemek anlamına gelir ve sanıldığının aksine sağlıklı bir beden için hepimizin ihtiyaç duyduğu temel bir mekanizmadır.
Oruç, aralıklı oruç veya aralıklı açlık gibi kavramlara hayatınızda yer veriyorsanız otofajiye zannettiğinizden fazla aşinasınız demektir. Bu yazıyla birlikte uyguladığınız kontrollü açlıkların altlarında yatan mekanizmaları anlayacak ve sağlığınız için ne kadar önemli olduklarını göreceksiniz. Öyleyse 2016 yılında Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi’ye Nobel ödülünü kazandıran çalışmasıyla açığa çıkarılan bu kavramı detaylı incelemeye başlayalım.

HÜCRELER VE YAŞAM-ÖLÜM DENGESİ

Vücuttaki sistemlerin organlara ayrılıp iş bölümüyle çalışması gibi hücre içindeki sistemler de hücrelerimizin organları olan organeller tarafından iş bölümüyle çalışır. Bedenimiz için hayati olan sindirim, boşaltım, solunum gibi temel faaliyetler her hücremiz için de ayrı ayrı temel ihtiyaçlardır ve bu faaliyetlerden tek biri dahi eksikken hücre yaşayamaz. İçindeki hücreler ölen dokular da canlılığını yitirir ve en nihayetinde içindeki doku ölen organlar da.
Bu faaliyetlerden biri olan homeostazinin (Canlılık içerisindeki mekanizmaların dengede olma durumu) çok önemli bir parçası olan degredasyon (yıkılma), yaşayan hücreler için gereklidir ve lizozom isimli organel tarafından yürütülür. Lizozomu keşfederek 1974 yılının Nobel ödülüne layık görülen Belçikalı bilim insanı Christian de Duve yeni keşfi olan lizozom için “hücrenin intihar torbası” demiştir. Bu tanıma oldukça uygun olarak lizozom hücrenin içinden veya dışından gelen çok çeşitli atıkları parçalayarak ortadan kaldırma yetisine sahiptir. Materyalin gelişine ve boyutuna göre farklı mekanizmalar işler; hücre dışından gelen materyaller çoğunlukla fagositoz ve endositoz olarak isimlendirilen parçalama mekanizmaları ile lizozoma ulaşırken hücrenin kendisine ait olanlar otofajiyle imha edilir, daha doğru tabirle geri dönüştürülür.

OTOFAJİ NEDEN ÖNEMLİDİR?

Geri dönüşüm burada özellikle kritik bir anlam taşır çünkü otofaji sürecinde parçalanan maddelerin atıklarıyla yeni hücresel bileşenler oluşturulur, hücrenin açlık ihtiyacı giderilir ve enerji üretimi sağlanır. Buna karşılık parçalanan maddeler çoğunlukla patojenler (hastalık yapıcılar), hasarlı veya ölü organeller, oksitlenmiş lipidler ve protein agregatları (tehlikeli protein atıkları) gibi ya işlevini yitirmiş ya da işleviyle hücreye zarar veren organik maddelerdir. Yani otofaji, hücrenin kendisi için zararlı olan maddeleri yıkarak parçalarını kendi avantajı için kullanabildiği bir mekanizmadır.
Sadece lizozomun işleyişini düzenleyen lizozomal genlerdeki mutasyonlara, eksikliklere ve bozukluklara dayandırılan elliden fazla farklı hastalık tanımlanmıştır. Bu hastalıklar dışında hepimizin bildiği kanser, obezite ve diyabet gibi yaygın hastalıkların çoğunda da lizozomun çalışmasının önemli bir yeri olduğu ortaya konmuştur. Öyle ki otofaji tümör oluşumu sırasında tümör baskılayıcı olarak çalışabildiği gibi, belirli kanserlerde hayatta kalmayla ilişkilendirilmiştir. Yine birden fazla çalışmayla otofajinin yaşlanmanın getirdiği negatif fenomenleri azalttığı kanıtlanmış ve bu şekilde sağlığımızı koruyabilmemiz için çok önemli olduğu gözler önüne serilmiştir.

OTOFAJİ NEDEN OLUR?

Otofajinin gerçekleşebilmesi için bir tetikleyiciye ihtiyaç vardır. Bu tetikleme bazen hasar görmüş bir makromolekül oluşumu, bazen oksidatif stres ve çoğu zaman açlıktır. Açlık gibi stres durumlarında hücreler normalde besinleri yıkarak elde ettikleri ve yaşamlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları enerjiyi bulamazlar; bu enerji açığını kapatabilmek için ise içlerindeki çok eski protein veya hasarlı organel gibi ihtiyaç duymadıkları veya en az ihtiyaç duydukları maddeleri yıkarlar.
Açlık durumu devam ederse hücreyi ölüme götürür çünkü hayati olmayan hasarlı moleküller bittikten sonra hücre sırasıyla hayati olan maddeleri de yıkmaya başlar. Açlık/stres durumunun süresine göre tamamen ölen hücreler olacağı gibi, bu durumda da ilk önce ölen hücreler en zayıf hücreler olacaktır, hücre kaybı yaşamadan sadece hasarlı maddelerden kurtulmak da mümkündür. Tekrar besin varlığına giren hücre bu yıkım sürecini durdurur ve eskimiş/hasarlı maddelerinden kurtulmuş olarak yaşamına devam eder. Ölen hücre miktarı fazla olan dokular kendilerini onarmak için yeni hücreler oluştururlar, böylece eski zayıf hücrelerinin yerini genç ve güçlü hücreler almış olur. Elbette çok uzun süren açlık gibi streslerde geri dönülemez doku kayıpları da yaşanabilir.

MEKANİZMA NASIL İŞLER?

Otofaji beş temel aşamadan oluşur. Öncelikle tetikleyicinin başlattığı sinyal ile fagofor isimli zarsı bir yapı oluşmaya başlar. İkinci aşamada bu yapıya daha fazla lipid (yağ) katılarak yapının genişlemesini sağlar ve bu sırada hasarlı maddeleri içine alır. Fagoforun genişlemesiyle birlikte yapının iç ve dış katmanları birleşir ve iki katmanlı otofagozom isimli veziküller, yani zardan oluşan kapalı hücre içi keseler oluşur. İçinde hasarlı maddeleri barındıran bu kesecikler memelilerde hücre içindeki lizozoma giderek onunla birleşir. Lizozomda bulunan altmış çeşit hidrolitik enzim (su ile parçalama yapan enzimler) yardımıyla önce otofagozom sonrasında da içindeki hasarlı madde yıkılır ve ortaya çıkan yapı taşları ile yapılacak olan yeni molekül sentezlenir veya hücre onları enerji üretimi için kullanır. Sonuç olarak hücre onarımı ve yenilenmesi için çok kıymetli olan otofaji tamamlanmış olur.
Düzenli ve kontrollü açlıklarla Parkinson gibi nörodejeneratif hastalıklara, yaşlanmaya ve çeşitli kanser türlerine sebebiyet veren zararlı maddelerden korunabileceğimizi ve bunun altında yatan mucizevi mekanizmayı inceledik. En basit tarifiyle hücrenin kendi kendini yemesi olarak tanımlayabileceğimiz bir mekanizmayı… Sağlığımız için düzenli aralıklarla uygulayacağımız kısa süreli açlıklarla bu mucizevi mekanizmayı destekleyebilir ve vücudumuzdaki hücre yenilenmesini destekleyebiliriz.

KAYNAKÇA

1- The Nobel Prize in Physiology or Medicine, NobelPrize.org
2- Aynur Karadağ, Otofaji:Programlı hücre ölümü, 2016, Ankara sağlık hizmetleri dergisi cilt: 15 sayı: 5
3- Narin Liman,Duygu Cemre Suna,Hücre Koruyucu Bir Mekanizma:Otofaji, 2017, Sağlık bilimleri dergisi 26: 275 – 281
4- Yasemin Şahin, Dilara Akcora Yıldız, Memeli Hücrelerinde Otofajinin Moleküler Mekanizması, 2017, MAKÜ Sag. Bil. Enst. Derg., 5(2):205-218
5- Andrea Ballabio,The awesome lysosome,2016, EMBO Mol Med (2016) 8: 73-76

Akademik Pusula: İnsani Müdahale Nedir?

Kuvvet kullanma? Askeri müdahale? Uluslararası ilişkilere ilişkin bir metin okuduğunuzda karşılaşacağınız olası kavramlardan bazıları. Bilindiği üzere uluslararası alandan meşru bir sebep olmadığı sürece kuvvet kullanmak yasaktır. Peki insani müdahale nedir?

Özellikle Soğuk Savaş sonrasında günümüzdeki anlamıyla şekillenen insani müdahale kavramı “bir devletin başka bir devlete karşı, buradaki geniş çaplı insan hakları ihlallerini önlemek için kuvvet kullanmasıdır (Keskin,1998, s.125)”.

Uluslararası ilişkilerde uyuşmazlıkların çözümünde barışçıl yollara öncelik verilmesi gereklidir. Güç kullanımı da içeren insani müdahale insani krizlerin sonlandırılması ve ortaya çıkması muhtemel çatışmaların önlenmesi için gerçekleştirilebilir.

Bir devlet vatandaşlarını soykırım, etnik temizlik, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan dolayı koruyamıyor veya korumada isteksiz davranıyorsa BM Güvenlik Konseyi kararıyla insani müdahale gerçekleştirmek mümkündür. Ancak insani müdahale kavramı amacı dışında kullanılmamalı, “devletlerin iç işlerine karışmama” prensibi dikkate alınmalıdır.

Video için tıklayınız!

Akademik Pusula: Luminol Nedir?

Adli bilimciler tarafından 1942’de, kan gibi oksitleyici bir maddeye temas ettiğinde lüminesansa yani ışıldamaya neden olan luminol maddesi keşfedildi. Bu madde sayesinde olay yeri inceleme ekipleri suç mahalindeki kan detaylarını çabucak ortaya çıkarabiliyor. Luminol o kadar hassas bir madde ki, milyonda bir oranında seyreltilmiş kanı bile tespit edebilir. Uzun yıllar geçse de, kan parçacıklarının yüzeye tutunabilmesi sayesinde eski suçların aydınlatılmasında luminol testinden yararlanılmaktadır. Hemoglobindeki demirle tepkimeye giren sıvı kimyasalların karbon, hidrojen, oksijen ve azot içeren luminol tozuyla karıştırılmasıyla elde edilen ‘’kemilüminesans’’ sayesinde kanın döküldüğü yer ve kan lekeleri incelenerek suçun işlenişi, cesedin taşınıp taşınmadığı ve failin olay yerinden nasıl ayrıldığı anlaşılabilir.

Video için tıklayınız!

Akademik Pusula: Devşirme Nedir?

Devşirme, Osmanlı Devleti’nde çeşitli hizmetlerde kullanılmak amacıyla Hristiyan tebaadan 8-20 yaş aralığındaki çocukların belirli kaideler çerçevesinde seçilmesidir. I. Murad döneminde pençik ismi ile gayrimüslim savaş esirlerinden faydalanılarak benzer bir işleme başvuran Osmanlı, zaman içerisinde asker ihtiyacının artması ve fetihlerin azalması sonucu devşirme yoluna başvurmuştur. Birçok açıdan orijinallik arz eden bu usulün Çelebi Mehmed zamanında başladığı, ancak oğlu II. Murad devrinde kanunlaştığı anlaşılmaktadır. Kanuna göre annesiz, babasız, ailenin tek oğlu, aşırı uzun veya kısa olan çocuklar alınmaz; ailenin fiziken ve zihnen sağlıklı çocuklar seçilirdi. Uzun yıllar başarılı bir şekilde işleyen bu sistem içerisinden çıkan devşirmeler arasında Rüstem Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Pargalı İbrahim Paşa gibi devletin en üst kademelerine yükselen kişiler de bulunmaktadır.

Video için tıklayınız!

 

Akademik Pusula: Devletler Arası Tanıma Nedir?

Akademik Pusula’dan herkese merhaba! Uluslararası Hukukun önemli isimlerinden biri olan Hans Kelsen göre devletler arası tanıma “biri siyasi, diğeri de hukuki olmak üzere iki farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Siyasi tanıma, diplomatik ilişki kurmakla vücut bulur ve bu olguda tanıyan devlet, tanınan devlet ile ilişki kurma iradesini belirlemiş olur. Kelsen’e göre, “hukuki tanıma tanınan topluluğa hukuki varlık kazandırır.” Yani “hukuki anlamda var olma,” uluslararası bağlamda hukuki tanımayı getirir. Bir topluluğu hukuki bağlamda devlet olarak tanımak, o topluluğun devlet olarak varlığını uluslararası hukuk çerçevesinde kabul etmek anlamına gelir (Mackelm, 2008). Uluslararası Hukukta de facto, de jure, açık ve zimni tanıma türleri bulunmaktadır.

Video için tıklayınız!

Akademik Pusula: Kök Hücre Nedir?

Bu hafta sağlık alanında en ümit vadeden tedavi yöntemlerinden biri olan kök hücreden bahsedeceğiz. Sürekli olarak bölünebilen ve çeşitli hücre veya doku türlerine dönüşme yeteneğine sahip olan hücrelere kök hücre denilmektedir. İnsan vücudunda yaklaşık 200 farklı türde hücre bulunur. Bu hücrelerin her biri kök hücrelerin farklılaşmasıyla oluşmuştur. Yaraların onarılmasında ve yeni hücrelerin oluşturulmasında kök hücreler görev alır. 1 ila 3 günlük embriyolardan elde edilen her kök hücre ayrı bir birey oluşturabilirken, 5 ila 14 günlük embriyolardan elde edilen kök hücreler 200’den fazla farklı tür hücreye dönüşebilmektedir. Elbette yetişkinlerde de kök hücre bulunmaktadır fakat dönüşebilme yeteneği embriyonik kök hücrelere göre daha kısıtlıdır. Kök hücre araştırmaları sayesinde gelecekte zarar gören doku ve organları onarabilir, hatta yeni hücreler, dokular ve organlar oluşturmak için kök hücrelerden yararlanabiliriz.

Video için tıklayınız!

Güneysu Bilim Köyü

Projenin Adı: Güneysu Bilim Köyü

Proje Tarihleri: 25 Temmuz – 7 Ağustos 2022

Proje Yürütücüsü: Açık Pencere Gençlik Düşünce ve Araştırma Kuruluşu

Son Başvuru Tarihi: 13 Temmuz 2022

Projenin Amacı:

Projenin temel gerekçesi; genel itibarla doğa ve insana dair konuları işleyen bilim dallarında öğrenim gören bireylerin, esasen pratik anlamda tabiata ve insana karşı uzak bir mesafeden yaklaştığı varsayımıdır. Geçmiş yıllardan bugüne kadar bahsi geçen disiplinlere yapılan en büyük eleştiri de zikredilen mesafedir. Bu bağlamda yapılan literatür taraması sonucunda ulaşılan bilgilere göre; problem olarak adlandırılan bu olgunun çözülmesi için bireylerin doğa ve insana yakınlaşabileceği fiziki çevre yaratılması gerektiği kanaatine ulaşılmıştır. Alt yapı itibarıyla gerekli imkanlara sahip olan Rize şehrinin Güneysu ilçesi bu ihtiyaçlara cevap verebilecek niteliktedir. Bu çerçevede proje planlanmış ve Ağustos 2021 yılında hayata geçirilerek tatbik edilmiştir. Değişen ve gelişen dünya ekosistemi içerisinde bilimsel eğitimi destekleme gayesi çerçevesinden hareketle oluşturacağımız “Bilim Köyü”, aslı itibariyle hayatı “anlamlandırma” gerekçesiyle okullarda öğretilen soyutlaştırılmış bilimi, somutlaştırmak maksadıyla oluşturulmuştur.

a) Türkiye’de bulunan ve doğa bilimleri alanlarında eğitim gören lisans öğrencilerinin, bilimsel eğitim amaçlı; Tıp, Mühendislik, Sağlık Bilimleri, Diş Hekimliği, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Beslenme ve Diyetetik, Mimarlık, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Eczacılık bölümleri kapsayan çalıştaylar, dersler, seminerler ve deneyler düzenleyerek “Geçmiş ile Geleceğe” bir köprü vazifesi görecek ve nitelikli nesiller yetiştirilmesine katkı sağlamak,

b) Gençlerin analitik düşüncesine öncülük edecek olan pozitif bilimlerin gerçek hayat ile entegrasyonunu sağlamak.

c) Bireylerin eğitim hayatları boyunca çeşitli disiplinlerden aldıkları dersleri doğa şartlarında uygulayabilmeleri adına eğitimler ve fırsatlar vermek.

d) Bireylerin çalışma yaptıkları veya öğrenim gördükleri alanlarda sunum yaparak, bu faaliyet bağlamında tecrübe kazanmalarını sağlamak.

e) Bireyler tarafından yapılan çalışmalarla disiplinler arası ortamın oluşmasına imkân sağlamak ve karşılıklı olarak bilgi akışının sağlanması.

f) Bireylerin öğrenim süreçleri boyunca gördükleri ve zaman içerisinde yeterliliklerini kaybettikleri temel bilgilerin analizini yapmak, elde edilen sonuçlar neticesinde bireylerin eksiklerini kapatmak.

e) Faaliyetin gerçekleştirildiği alanın işlevsellik kazanmasını sağlamak.

f) Proje kapsamında veriler oluşturmak, ileriki dönemde elde edilen veriler neticesinde kapsamlı yeni projeler oluşturmak.

• Müfredata sığmayan bilimsel içerikli konuları işlemek, bazı konuların ayrıntılarına girebilmek, derinine inmek,

• Öğrencilerin Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli ülkelerindeki değerli akademisyenlerden ders almalarına olanak sağlamak,

• Gençlerin birbirleriyle tanışmalarına, araştırma gruplarının oluşmasına, iş birliğine olanak tanımak için,

• Taşra-büyük şehir ve Doğu-Batı ayrımını en aza indirgemek,

• Gençlerin önemli akademisyenlerle bir arada yaşamalarını, onların yaşam ve varoluş biçimini, hayata bakışını görebilmeleri ve gereken sonuçları çıkarabilmeleri,

• Bilenin bilmeyene anlatabilmesi, anlatırken daha iyi öğrenebilmesi,

• Öğrencilerin yaz tatillerini değerlendirmek, geleceğin meslektaşları arasında dostlukların kurulması,

Amaçları çerçevesinde hareket edilmektedir.

Projenin Uygulanacağı Yer:

Bilimsel perspektifle hareketle pozitif bilimlerin gerçek hayatla entegrasyon sürecini hem teorik hemde pratik olarak tatbikini, Rize’nin Güneysu ilçesinde bulunan Handüzü Yaylası’nda gerçekleştirilecektir. Yeşilin her tonunun hâkim olduğu Doğu Karadeniz’in güzide bir ilçesinde doğa ile iç içe kurulacak olan sınıflar ile pozitif bir ortam oluşturulması hedeflenmektedir.

Projenin uygulanacağı yer rastgele bir seçim değildir. Proje katılımcılarının ve eğitimci kadronun ulaşım kolaylığı ile oluşturulmaya çalışılan ekosistemin bir köy mantalitesinden hareketle dizayn edilmesi görüşüne binaen bu alan seçilmiştir. Eğitimler açık ve kapalı ortamda iki şekilde sunulacaktır. Açık Havada Eğitim (AHE) out-door (dışarıda / açık alanda) ya da out-of-doors (açık havada) terimlerini kullanmıştır (Quay ve Seaman) Donaldson ve Donaldson (1958) tarafından öne sürülen önemli tanımlardan biri şu şekildedir: “Açık hava eğitimi dışarıda, dışarı hakkında ve dışarıya yönelik eğitimdir”. Bu tanımlamadan yola çıkarak özellikle Astronomi eğitimleri, organik tarım uygulamaları, sürdürülebilir çevresel faktörlerin farkındalığı ile gıda zehirlenmeleri (bal vs.) pratik yöntemlerle tespiti gibi eğitimler doğa ile birebir olarak gerçekleştirilecektir.

Beklenen Sonuçlar: 

Yeni dünya ekosistemine ayak uyduran, nitelikli, düşünen ve üreten bir gençlik inşasına pozitif yönden katkı ile Türkiye’de bilimsel anlayışa yeni bir soluk olabilmek en önemli hedefler arasındadır. Bilim Köyü projesiyle, erdemli, donanımlı, yenilikçi, bilimsel alandaki gelişmeleri yakından takip eden, özgün fikirler üretebilen ve çözüm odaklı bireylere ortak çalışma alanı sunulacaktır. Yaşam Bilimleri alanında var olan veya olabilecek sorunların bilimsel cevabının arandığı; Sağlık, Mühendislik, Kimya, Fizik, Biyoloji gibi Doğal Bilim alanlarında yapılan ortak çalışmalarla ulusal ve uluslararası bilgi havuzundan faydalanarak vizyon sahibi bir kadronun oluşmasına ön ayaklık etme gayreti içerisindeyiz. Sonuçlar etkinlik başında ön test sonunda ise son test yapılarak ölçülerek Z raporu hazırlanacaktır. Hazırlanan rapor ise eğitimde karar alıcı mecralara bir politika önerisi olarak sunulacaktır.

Kimler ve Hangi Alanlardaki Öğrenciler Başvurabilir?

Güneysu Bilim Köyü Projesi, yalnızca Yaşam Bilimleri alanlarından öğrencileri projeye dahil etmektedir: Tıp, Mühendislik, Sağlık Bilimleri, Diş Hekimliği, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Beslenme ve Diyetetik, Mimarlık, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Eczacılık gibi Yaşam Bilimleri çerçevesinde olan bölümlerde eğitim gören, lisans öğrenimine devam eden ve 18-25 yaş aralığında olan her genç başvuru yapabilir. Ayrıca lisans eğitimini son bir yıl içerisinde tamamlamış ve herhangi bir yerde öğrenci olmayan kişiler de başvurulabilir. Güneysu Bilim Köyü Projesi katılımcılarının araştırmaya ve öğrenmeye yönelik derin bir ilgi ve yüksek bir motivasyonu olması gerekmektedir.

Katılım Koşulları:

  • Yaşam Bilimleri ( Tıp, Mühendislik, Sağlık Bilimleri, Diş Hekimliği, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Beslenme ve Diyetetik, Mimarlık, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Eczacılık vb.) alanlarında eğtim gören lisans öğrencisi olan yahut son bir yıl içerisinde tamamlamış ve herhangi bir yerde öğrenci olmayan kişiler.
  • Ağırlıklı not ortalamasının en az 2.5/4 olması.
  • Bilimsel çalışmalara karşı yüksek motivasyonlu ve meraklı olmak.

Proje Ücretli midir?

Güneysu Bilim Köyü Projesi’nde, Rize iline ulaşım hariç katılımcıların tüm iaşe giderleri tarafımızca karşılanacaktır.

Güneysu Bilim Köyü Eğitim ve Eğitimci Başlıkları

Bilim Köyü Metaforu Dr. Enis DOKO
Scientific Research Methods Doç. Dr. Tolga MERCANTEPE
Verilerin; Analizi, İşlenmesi Ve Görselleştirilmesi Emre YAZICI
Düşünmenin İnşası: Bilimin Tarihi Dr. Galip ÇAĞ
CRISPR Ve Laboratuvarda Robotik Teknolojiler Dr. Cihan TAŞTAN
Kentsel Tasarım Eğitimi Dr. Arife Eymen KARABULUT
Farmakoloji ve Toksikoloji Bilim Alanında Güncel Konular Prof. Dr. Ali BİLGİLİ
Sürdürülebilirlik Ve İklim Değişikliği *
Radyasyon Ve Küresel Isınmada Nükleer Enerjinin Rolü Doç. Dr. Serdar DİZMAN
Fonksiyonel Gıda Üretimi Ve Gıda Biyoteknolojisi Can KAYACILAR
Zararlı Yazılımlar Ve Küresel Tehditler Savunma Yöntemleri Burcu YARAR
Yapay Zekanın Geleceği Ve Makine Öğrenmesi Ömer CENGİZ
Zeka Oyunları Stratejisi Ferhat ÇALAPKULU
Klinik Simülasyon Merkezi *
Haberleşme Uydularının Çalışma Prensipleri Aydın ZAİM
Not: Açık Pencere, Güneysu Bilim Köyü Projesi’nin eğitim programında; konuların, eğitimcilerin ve içeriklerin değiştirilme hakkını saklı tutar.

 

Proje Uygulama ve Konaklama Yeri:

© 2022 | GÜNEYSU BİLİM KÖYÜ PROJESİ
© 2022 | GÜNEYSU BİLİM KÖYÜ PROJESİ

2022 Güneysu Bilim Köyü Başvuruları Kapanmıştır

İlginiz için teşekkür eder, yepyeni projelerimizden haberdar olabilmeniz için bizleri sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi dileriz.

Instagram     Facebook     Twitter     Linkedin     YouTube

 

SPONSORLAR
KARALİ Çay

 

MEDYA KURULUŞLARI

 

BİLİM KÖYÜ PROJESİ | © 2022 | TÜM HAKLARI SAKLIDIR

Akademik Pusula: Vakanivüs Nedir?

Akademik Pusula’nın bu bölümünde vakanüvis kelimesini ele alacağız. Arapça “vaka” yani olay ile Farsça “nüvis” yani yazıcı kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşturulan vakanüvis kelimesi Osmanlı Devletinde resmi olarak tarih yazan görevlilere verilen isimdir. Önceleri vekāyi’nüvîs şeklinde kullanılmış olan kelime zamanla vakanüvis şeklinde kullanılmaya başlanmıştır. Tarih yazıcılığı kurumu Osmanlıda çok öncelere dayansa da vakanüvislik ismiyle ortaya çıkması ve sisteme oturması 1700’lü yıllarda ünlü vakanüvis Naima ile olmuştur. Osmanlı vakanüvisliği ilmi anlayışı ve yazım tekniği bakımından İslam tarih yazıcılığı geleceğine büyük ölçüde bağlı kalıştır. Bununla beraber vakanüvisler sadece kendi dönemlerinin tarihini yazmakla kalmamış kendilerinden önceki zamanları da farklı kaynaklar kullanarak aktarmışlardır. Yazılmış olan bu vakanameler günümüz Osmanlı tarihi yazımında arşiv belgeleriyle beraber başvurulan birinci derecede önemli kaynaklardır.
Akademik pusulanın bu bölümünde vakanüvis kelimesini ele aldık. Önümüzdeki bölüm görüşmek üzere.

Video için tıklayınız!

 

Akademik Pusula: Sosyal Hızlandırma Nedir?

İlk olarak Norman Triplett tarafından ortaya atılan kavram Allport tarafından sosyal hızlandırma olarak literatüre geçmiştir. Norman Triplett 1898 senesinde bisiklet yarışçılarıyla yaptığı bir çalışmada yarışmacıların izleyiciler tarafından izlendikleri yarışmalarda daha iyi performans gösterdiklerini gözlemlemiştir. Bu gözleminin ardından bu durumu araştırmak için çocukların yer aldığı bir makara sarma deneyi gerçekleştirmiştir ve bu deney sonucunda kişilerin toplu halde performans sergilerken tek başına olduklarından daha iyi performans sergilediklerini gözlemlemiştir. Ancak daha sonraki çalışmalarda sosyal hızlandırmanın daha aşina duygularda ve daha aşina olunan görevlerde performansları artırırken, zor ve kompleks olan görevlerde ise performans düşürücü bir etkisinin olduğu görülmüştür. 

Video için tıklayınız!

Vücudumuzun Moleküler Muhafızları: Bağışıklık Sistemi

İnsanlar hayatları boyunca ağır ve hafif birçok hastalık geçirir. İyileşme sürecinde vücudumuz büyük bir savaş verir. Vücudumuzda bulunan bu savunma sistemi nasıl işler? Bağışıklık nasıl kazanılır? Vücut kendine saldırır mı? Bu yazımızda bağışıklık sistemini oluşturan mekanizmayı tanıyarak sağlığımızı etkileyen tehditlere karşı vücudumuzun kendini nasıl koruduğunu ele alacak ve bağışıklığı etkileyen temel konulara değineceğiz.

Bağışıklık Nedir, Mikropları Nasıl Tanır?

Vücudumuzun iç ortamı; bakteri, mantar, virüs gibi mikroorganizmaların yaşamsal faaliyetlerini devam ettirmeleri için oldukça uygun bir ortamdır. Çünkü mikroorganizmalara ihtiyaç duydukları korumayı, ısıyı ve besini sağladığı gibi bir yerden başka bir yere gitmelerini de kolaylaştırır. Bu sebepten canlılar patojen dediğimiz hastalığa sebep olan etkenlere ya da zararsız ama vücuda yabancı hücrelere karşı bir savunma sistemi geliştirmiştir. Bu sisteme bağışıklık sistemi denir. Bağışıklık sisteminin vücudu savunabilmesi için vücuda ait olmayan şeyleri tanıyabilmesi gerekir. Bunun için görevlendirilen reseptör moleküller yabancı organizmanın veya hücrenin moleküllerine bağlanarak yabancı olup olmadığının anlaşılmasını sağlar. Yabancı moleküle bağlanan reseptörler vücudun savunma sistemini harekete geçirerek karşı tepki oluşturur.Doğal bağışıklık ve kazanılmış bağışıklık olmak üzere bu tepkiyi sağlayan iki tür bağışıklık vardır.

Doğal Bağışıklık

Doğal bağışıklık vücudumuzun mikropları soysal olarak tanıdıkları, anlık ve kısa süreli korumadır. Az sayıda reseptör kullanarak birçok patojenin sahip olduğu ortak özellikleri tanır.

Savunma sisteminin ilk hattında vücut bir yabancıyla karşılaşırsa ilk olarak doğal bağışıklık hızlı bir şekilde devreye girmektedir. Bu aşamada deri, göz, ağız, burun gibi yapılar ve salgılarıyla patojenin vücut içerisine sızmasına engel olunur. Eğer patojen içeri sızarsa savunmanın ikinci hattı devreye girer ve o mikroba özel olmayan, genel bir savaş başlatılır. Fagositik hücreler, doğal katil hücreler, antimikrobiyal proteinler, yüksek ateş ve yangısal tepki ile savunma yapılır. Fagositik hücreler patojeni yiyerek yok eden hücrelerdir. Doğal katil hücreler enfekte olan hücreleri ve kanser hücrelerini fark ederek bunların yok edilmesi için reseptörler salgılar. Bu hücreler doku ve organ nakillerinde vücudun nakli reddetmesine sebep olabilmektedir.Antimikrobiyal proteinler yani interferonlar enfekte olmuş hücrelerden ve bazı akyuvarlardan üretilir ve çevresindeki hücrelere sızarak patojenin bu hücrelerde çoğalmasını engelleyen maddelerin üretilmesini sağlar. Böylece grip gibi enfeksiyonların vücuda yayılmasına engel olur. Ayrıca fagositoz hücrelerini uyararak mikropların yok edilmesine yardımcı olur.38,5 – 39°C ateş orta düzeydedir ve mikropların çoğalmasını durdurarak, interferonlar ve fagositik hücrelerin daha etkili çalışmasını sağlayarak savunmaya yardımcı olur. Fakat 40 – 43°C yüksek ateş vücuttaki enzim yapısını bozarak vücuda zarar verir. Yangısal tepki canlı dokunun zedelenmeye karşı verdiği şişkinlik, ağrı, kızarıklık, sıcaklık artışı gibi tepkilerdir. Örneğin elimize kıymık battığında hissettiğimiz rahatsızlık yangısal bir tepkidir. Derimizde bir kesik oluştuğunda ve mikrop kaptığında bölgedeki kılcal kan damarları genişler ve kan miktarı artırılarak histamin salgılanır. Histamin sayesinde kılcal damarların geçirgenliği artar ve akyuvarlar damarlardan çıkarak mikropları etkisiz hale getirir.

Doğal bağışıklığın tüm bu savunma yöntemlerine rağmen, çeşitli adaptasyonlar geliştirmiş olan bazı patojenler fagositik hücrelerden kaçma yeteneğine sahiptir. Bazı bakteriler dışındaki kapsül sayesinde tanınmaktan ve fagositik hücreler tarafından yok edilmekten korunmaktadır. Lizozom enzimiyle yok edilmek için konakçı hücre içerisine alınan bazı bakteriler ise (ör. Tüberküloz (Verem)) parçalanmaya direnir ve doğal bağışıklıktan saklanarak çoğalır ve gelişir. Bunlar gibi, patojenlerin vücutta gizlenmesine yardımcı olan mekanizmalar bazı mikropları ve mantarları önemli tehditler haline getirmektedir. Dünya çapında her yıl Verem sebebiyle bir milyondan fazla kişi ölmektedir.

Kazanılmış Bağışıklık

Kazanılmış/ edinilmiş bağışıklıkta vücut daha önce tanıştığı yabancıya ona özgü reseptörleri ile saldırır. Patojene maruz kalınarak geliştirilir ve bu sayede patojenlerin belirli moleküllerinin özel bölümlerini tanıyabileceği bir reseptör kataloğu oluşturur. Doğal bağışıklığa kıyasla daha yavaş tepki gösterir ve birinci ve ikinci savunma hattını geçen mikroplarla humoral (sıvısal) ve hücresel olarak savaşır. Bu savaşta lenfosit adı verilen bağışıklık sistemi hücreleri kullanılır. Lenfositler sadece patojenleri değil, yukarıda bahsettiğimiz doğal katil hücreler gibi, kanser hücrelerini ve nakledilmiş olan doku veya organları da yok etmeye çalışır. Vücudumuzdaki her hücre gibi, lenfositler de kemik iliğinde bulunan kök hücrelerin farklılaşması ile oluşmaktadır. Kazanılmış bağışıklıkta savaşçı olarak B ve T lenfositleri kullanılır ve bu lenfositler yabancı maddelere karşı savunma proteinleri oluşturur. Bu yabancı maddelere antijen, savunma proteinlerine ise antikor adı verilir. Antikorlar reseptörleri sayesinde, karşılaştıkları karşılıklı uyuma sahip antijenleri tanırlar.

Vücutta ilk kez bir antijenle karşılaşan B ve T lenfositlerinden uyumlu olanlar çoğalmaya başlar. Bunların bir kısmı kısa ömürlü tepkilere sahip plazma hücrelerine dönüşür ve bu hücrelerin oluşturduğu tepkiye birincil bağışıklık denir. Bir kısmı da uzun ömürlü hafıza (bellek) hücrelerine dönüşür. Bellek hücrelerinin daha sonra aynı antijenle karşılaştığında oluşturduğu tepkiye ise ikincil bağışıklık denir. Bu bağışıklıkta tepki daha güçlü ve kısa sürede verilir çünkü hastalık etkeni daha önceden bellek hücreleri tarafından tanınmıştır. Tepkiler humoral (sıvısal) ve hücresel olarak iki şekilde gerçekleşir. Humoral savunmada oluşturulan antikorlar kana karışarak dolaşım yoluyla diğer hücrelere yayılırken, bellek hücrelerine dönüşen B-lenfositleri aynı mikropla tekrar karşılaştığında o mikrobu yok eder. Böylece bir kere geçirdiğimiz bazı hastalıkları bir daha geçirmeyiz. Humoral savunma, tifo ve difteri gibi hastalıklara karşı en etkili savunma yöntemidir. Hücresel savunma ise T-lenfositlerinin antijene doğrudan müdahale etmesiyle gerçekleşmektedir.

Bağışıklık Nasıl Kazanılır?

Doğal bağışıklık kalıtımsal yolla, türe ve ırka özgü olarak doğuştan gelen vücut direncidir. Bazı hayvanları etkileyen hastalıklar (ör. Sığır Vebası, Tavuk Kolerası) insanları etkilemezken, bizler için ölümcül ya da ağır hastalıklar olan çocuk felci, kızamık, frengi ve kabakulak gibi hastalıklar hayvanları etkilemez.

Kazanılmış bağışıklık ise aktif ve pasif olarak iki şekilde kazanılabilir. Aktif bağışıklık hastalığı geçirerek veya aşıyla oluşur. Hastalığı atlatsak bile bağışıklık maddeleri vücudumuzda kalabilir. Böylece tekrar aynı hastalığa yakalandığımızda savaşacak antikorlarımız hazır olur; ya hasta olmayız ya da çok hafif atlatırız. Örneğin bir kere kızamık olan birisi bir daha olmaz. Bağışıklığın aşı ile kazanılması ise hastalığa sebep olan mikroorganizmaların hastalık yapan etkenleri ya azaltılarak ya da tamamen ortadan kaldırılarak veya onların antijenlerini içeren sıvının vücuda verilmesi ile oluşur. Böylece vücut verilen toksini/ antijeni ağır hasta olmadan tanır, ona özel antikor üretir ve karşılaştığı zaman daha hızlı tepki vererek ortadan kaldırır. Aşı sağlıklı bireye uygulanır ve etkisini geç gösterse de uzun sürelidir.

Pasif bağışıklık, başka canlının vücudunda üretilen antikorların hastaya hazır olarak verilmesiyle oluşur. Pasif bağışıklık iki şekilde oluşmaktadır. Bunlardan biri serumla diğeri ise anne sütü ve plasenta iledir. Serum belirli bir enfeksiyona karşı; koyun, at, sığır gibi hayvanların kanından elde edilen antikorları içeren sıvıdır. Serum hasta bireye verilir ve verilen antikor kadar bağışıklık sağlar. Hafıza hücrelerinin oluşumunu sağlamadığından etkisi kısa sürer; bu sebepten aynı antijene ikinci kez yakalandığımızda daha güçlü cevap veremeyiz. (Bir not olarak eklemek gerekir ki, antibiyotikler bağışıklık sağlamaz ve bakterileri öldürerek tedavi eder.) Pasif bağışıklığı kazandıran diğer yol ise anne karnından ve anne sütünden, annenin antikorlarının bebeğe geçmesi ile olur.

Otoimmün hastalıklar dediğimiz bağışıklık sistemi hastalıklarında kişi kendi sağlıklı vücut hücrelerini yabancı olarak algılayarak karşı antikorlar üretir ve kendisine saldırır. Örneğin, otoimmün hücreler Tip 1 diyabette insülin üreten pankreas hücrelerine, MS hastalığında nöronların miyelin kılıflarına zarar vermektedir.

Alerji ise vücudun alerjen maddelere karşı anormal tepkiler vermesidir. Bu maddelere karşı salgılanan antikorlar mast hücrelerine bağlanır ve artan histamin salgısı ile vücutta rahatsızlık veren belirtilere sebep olur. Belirtileri ortadan kaldırmak için antihistamin içeren ilaçlar kullanılır.

 

Kaynakça

Bir Medeniyet Tartışması: Türkiye’nin Değişen Batı Algısı

Türkiye’de Batı tartışmaları, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi itibariyle başlamış, Cumhuriyetten sonra ise yoğunlaşarak artmıştır. Tartışmaların temelinde ise Batı’nın; askeri, ekonomik, teknolojik ve siyasi alanlarda gitgide yükselen eğilimini nasıl başardığı sorusudur. Batı tartışmaları, geneli itibariyle ülkede süregelen istikrarsızlıklara çözüm bulma kaygısı tarafından şekil almıştır. Gayet tabiidir ki Batı tartışmaları aslı itibariyle tek taraflı bir “anlaşılma” sürecidir. Nitekim bu anlaşılma süreci, Batı’ya karşı zihinlerde bulunan görüşlerin bir nevi “evrimleşmesi” olarak da görülebilmektedir.

Batı dünyasının gerçekleştirdiği gelişimin anlamlandırılması süreci, 19’uncu yüzyılın başlarından günümüze kadar ülkemiz insanlarını meşgul etmektedir. Batı’nın yükselen eğiliminin anlaşılmaya çalışılması, en geniş bağlamda dünya genelinde kaç tür medeniyetin olduğu meselesi, tartışmaların başlangıç noktasıdır. Bu çerçevede tartışmalar, üç ana başlığa bölünebilmektedir.

İlk yaklaşım, dünya üzerinde “tek medeniyet” anlayışıdır. Bu anlayış, baskın olarak Batı medeniyeti ekseninde şekillenmektedir. Batılı aydınlardan, Andre Gide ve Ernest Renan gibi isimlerin “dünya üzerinde bulunan tek medeniyet, Batı medeniyetidir.” sözleri gerek Osmanlı’da gerekse de günümüzde bazı aydınlar tarafından destek görmüştür. Bu görüşe destek sağlayan ve en önemli savunucusu ise Osmanlı’daki “Batılıcılık” hareketlerinin önemli liderlerinden ve İctihad isimli dergi çıkaran Abdullah Cevdet’tir. Abdullah Cevdet’e göre tek bir medeniyet vardır ve bunu iyisiyle kötüsüyle, tatlısıyla acısıyla almamız gerekmektedir. Aksi durumda ise Batı tarafından işgal edilmemizin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir (BÜLBÜL, Said Halim Paşa/Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak, 2016).

Bariz bir şekilde tezahür eden ikinci yaklaşımsa, “medeniyet”i, beşeri anlayışın tüm unsurlarını içeren tek bir başlığa indirgememektir. Yani medeniyetin çeşitleri olduğu anlayışıdır. Yine dönemin önde gelen Batıcı düşünürlerinden Celâl Nuri’ye göre iki çeşit medeniyet vardır. Bunlar; medeniyet-i sınaiye(sanayi) ve medeniyet-i hakikiye (İLERİ, 1915, s. 25). Bu görüşe göre sanayi medeniyetinin tek kaynağı Batı’dır ve bundan başka medeniyet yoktur. Medeniyet-i hakikiye açısından ise Batı’nın ahlâk bakımından eksik olduğunu ve diğer milletlere zulmettiğini belirten Celâl Nuri, Japonya’nın Batı’dan sanayi medeniyetini aldığı ancak kendilerinin de medeniyet-i hakikilerini koruduklarının altını çizmiştir.  O’na göre“medeniyet-i hakikide ‘bu nokta-i nazardan’, şark, âlem-i İslâm, Çin ve Japonya hiç şüphesiz Avrupa’nın fevkindedir. … Binaenaleyh medeniyet-i hakikiyemizi terk etmek, Avrupa medeniyet-i gayr-i sınaiyesini temessül etmek şöyle dursun ahlâk ve tabayiimizi alâ halihi muhafaza etmeliyiz. Onların yine kendi dairelerinde mazhar-ı feyz-i tekâmül olmasına bakmalıyız” (İLERİ, 1915, s. 30).

Üçüncü yaklaşım ise “çoğul medeniyet”tir. Bu anlayışa göre, “medeniyet” kavramı, kültür yahut hars kavramından soyutlanarak yalnızca bir “teknik ilerleme”yle kısıtlanamaz. Yani “çoğul medeniyet” yaklaşımıdır. Medeniyetin geniş bir anlam dünyasının var olduğu çoğul medeniyet yaklaşımı, günümüzde de diğer yaklaşımlara göre daha fazla benimsendiği söylenebilmektedir. Samuel P. Huntington’un dünya üzerinde “yedi veya sekiz” (KUMRU, 2018) medeniyetin var olduğu görüşü de çoğul medeniyet yaklaşımının kabul edilebilirliğini teyit etmektedir.

Cemil Meriç’e göre medeniyet tekil bir olgu değil, çoğuldur. Meriç, İbn-i Haldun’un tabiriyle medeniyet kelimesi yerine “umran” kavramını önerir. Umran en geniş anlamıyla “içtimai hayat”tır ve kültür ve medeniyeti birlikte içermektedir (MERİÇ, 2015, s. 88). Cemil Meriç, Batı medeniyetinin evrensel bir niteliğinin olmadığını, yalnızca bir medeniyetten ibaret olduğunun altını çizmektedir. Roma ve Yunan medeniyetlerinin ise Avrupa değil, Akdeniz medeniyetleri olduğu görüşünü savunmaktadır. Kendisini insanlık tarihinin merkezi konumuna yerleştiren Avrupa, zamanı çağlara bölerek ayırmaktadır. Oysa her büyük medeniyetin ayrı bir eski çağı, ortaçağı ve yeniçağı vardır (MERİÇ, 2015, s. 114). Cemil Meriç bu çerçevede insanlık tarihinin ortak birikimini tek bir medeniyete indirgemeyerek farklı medeniyetlerin varlığına vurgu yapmaktadır.

Üç Muamma adlı eserin yazarı olan Haşim Nahit ise birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı olan toplumların medeniyetleri birbirlerine uymadığı görüşünü savunmaktadır.

Batı medeniyeti tartışmalarının başladığı Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine kadar birçok aydınların Batı’ya ilişkin değerlendirmelerinde ciddi düzeyde farklılıkların olduğunu görmekteyiz. Abdullah Cevdet için Batı medeniyeti, “gülü ve dikeni ile alınması gereken tek bir medeniyet” olarak ortaya atılmışken Mehmet Âkif içinse “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” benzetmesine muhatap olmuştur.

Batı’dan Ne Alınmalı? Sorunsalı

Batı’nın yükselen konumundan dolayı ortaya çıkan Batı medeniyeti tartışmalarında Batı’nın, maddi-manevi gelişmişlik özelinde sınıflandırılması yalnızca ideolojik bir bakışla değil aslında Batıdan ne alınması gerektiğiyle de alakalı olan bir sorunsaldır.

Yukarıda da medeniyet tartışmaları ekseninde gerçekleşen farklı yaklaşımları ele aldık. Meşrutiyet dönemi Batı tartışmalarında iki ana temel ve farklı yaklaşımın somutlaştığı görülmektedir. Bunlardan ilki her türlü “Avrupai” kurum, anlayış ve değerlerin bütüncül olarak “Batılaşma”sı; ikincisiyse İslâmcıların başını çektiği ve bazı Türkçülerin yanı sıra diğer farklı ideolojik tercihlere sahip birçok aydının da katıldığı, Batı’nın teknolojik gelişiminden yararlanıp kültürel alanlardaysa kendi has değerlerimize sahip çıkmayı öngören imtiyazlı “modernleşme” anlayışıdır.

Batılaşmayı öngören yaklaşım, “medeniyet”i her ne koşulda ve nedende olursa olsun bölen, ayıran yahut sınıflandıran bir bakışa karşıdır. Nitekim bu görüşte Batı, parçalanamaz bir bütündür (HANİOĞLU, 1985). Meşrutiyet dönemi İslamcılık görüşü, Batıcılıkla görüşünün tam karşısındadır. İslamcılar Batı’nın ekonomik, teknolojik ve sanayi alanlarında ki başarısını takdir etmekle beraber, kültürel ve yaşam tarzı özelindeyse de yoğun bir şekilde eleştirmektedirler. İslamcı düşünceyi savunanların önemli düşünürlerinde biri olan Said Halim Paşa’ya göre tüm hatlarıyla Batılaşma, ülkeyi anarşizme götüreceğini söylemektedir. Bu minvalde ne kadar Batılaşırsak, o kadar felaketimiz büyük olacaktır (PAŞA, 1920, s. 75).  Ancak Said Halim Paşa bununla birlikte Batı’dan yararlanılması gerektiğini kaçınılmaz olduğunun altını çizmektedir. Lakin bu yararlanma,fiili açıdan realiteden yoksundur. Nitekim yararlanılması öngörülen medeniyetin unsurlarını kendi medeniyetine de uydurarak tatbik etmekle mümkündür.

Türkiye’de deneysel sosyal psikolojik çalışmalarıyla tanına Mümtaz Turhan’a göre; Batı’ya ilişkin yaklaşımda, maddi-kültürel ayrımı konusunda Türkçülerde İslamcılardan çok farklı görüşlere sahip değildir. Her iki akım da Avrupa’dan yalnızca ilim ve tekniğin alınması ile yetinilmesi konusunda ortak bir vizyona sahiptir (TURHAN, 2015, s. 244).  Bu yaklaşımda fiili açıdan realiteden yoksun kalmıştır. Çünkü ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarında, Cumhuriyet döneminin yönetici elitlerin Türkçülüğü resmi bir görüş haline getirmesi, doğal olarak diğer görüşlerin sona ermesine sebebiyet vermiştir. O dönemden itibaren izlenilen “moderneleşme” programı, “Batılaşma” özelinde gerçekleşmiştir.Batı’nın yalnızca ilim ve fenninin alınması görüşü dışında “medeni ve modern bir ulus” anlayışı çerçevesinde “Batılı yaşam biçimi”ne has kültürel formlarda aktarılmıştır. “Modernleşeme” tanımının, “Batılaşma”yla entegrasyonu söz konusu olmuştur.

Cumhuriyet Dönemi İtibariyle Batı Algısı

Bu dönem geçmiş dönemlerin aksine Batı, olumlu ve olumsuz yönleri özelinde sınıflandırılmamıştır. Ülkede çare olarak “Modernleşme” başlığı adı altında “Batılaşma” düşüncesi her alanda ağırlık kazanmıştır. Geleneksel kurum, kuruluş ve değerler lav edilerek, toplumun gündelik hayatında köklü entegrasyon sürecine girilmiştir. Değişim gösteren kültürel değişimler gitgide radikal bir “Batılaşma”ya evrilmiştir. Sancılı olarak geçen “Batılaşma” sürecindeyse, “Batı” algısı da yönetici elitlerin “Modernleşme” programının toplumsal açıdan yansımalarında değişiklik göstermektedir (BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı, 2008). Cumhuriyet dönemi itibariyle Batı algısı, siyasi, kültürel ve konjonktürel boyutlarıyla farklılaşması, toplumsal kutuplaşmanın hareket noktasını kesinleştirmiştir.

Birinci Dünya Savaşı süreciyle beraber yaşanan kayıplar, Sevr Antlaşması, gerçekleşen işgalin ardından Yunanistan özelinde Batıya karşı verilen Kurtuluş Savaşı, toplumun Batı algısını şekillendiren yakın tarihi unsurladır. Toplumun işgaller sürecinde yaşadığı acılar ilgili hatıralarda ve zihinlerde önemli bir yerdedir. Bu süreçte özellikle Kurtuluş Savaşı’nda devlet, ulusal kimlik oluşturmada bu birikimden yararlanmıştır. Siyasal anlamda “Batı”, toplumsal hafızada; “zalim, işgalci, kötü niyetli ve tehlikeli” olarak kaydedilmiştir.

Kurulan yeni devletteki elitlerle şekillenen toplumsal bilinç, medeniyet ve kültür bağlamında anlamına karşılık gelmiş, “Batı” ise yukarıda ki anlama karşın olumlu bir nitelik taşımaktadır. Nitekim “Batı”ya, “muasır medeniyet”in beşiği anlamı verilmeye çalışılmıştır. Geçmiş dönemlerde olumlu-olumsuz bağlamda değerlendirilen “Batı”, artık bir bütün olarak tüm hatlarıyla kabul edilerek bir devlet politikası haline evirilmiştir. Bu evrimleşme neticesinde “Batı”lı bir toplum statüsü için bu değişime engel niteliğinde olan yahut algılanan geleneksel her türlü kurum ve değerler adeta devlet eliyle endoktrinasyon uygulamalarıyla tasfiye edilmiştir. Gerçekleşen endoktrinasyon uygulamalar, “Radikal Batılaşma” olarak da adlandırılan bu sürecin iki temel yansımalarından bahsedilebilir.İlki toplum özelinde gerçekleşen tepkinin bir ürünü olan içe kapanma ve reddediş şeklindeki tutumlardır. İkincisi ise “modernleşme” programının yürütülme biçimi, tersi niteliğinde aykırı bir tutumla Batı’dan kopartıcı etkisinin varlığından söz edilebilir (BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı, 2008).[1]

Cumhuriyet dönemi itibariyle toplumda değişimlere uğrayan Batı algısı, yalnızca devletin uygulamaları perspektifinde şekillenmemiştir. Uluslararası konjoktür nedenleriyle de Batı’yla tesis edilen ilişkilerin etkisinde oldukça büyüktür. İkinci Dünya Savaşıyla birlikte tek kutuptan, çift kutuba dönüşen küresel sistemde Türkiye, Batıya daha da yakınlaşmıştır. İlerleyen yıllarda 2000’lere gelindiğinde Türkiye, AB ile bütünleşme çalışmaları ciddi manada dönüm noktasıdır. Türkiye, AB’nin tam üyelik için sunduğu “Kopenhag Kriterleri”ni koşulsuz bir şekilde tamamına yakınını ivedilikle tamamlamıştır. Türkiye’nin AB’ye karşı tutumu “gülü ve dikeni ile alınması gereken tek bir medeniyet” anlayışıyla hareket etmiştir. Ancak AB,Türkiye’ye yönelik uygulamış olduğu politikası ciddi manada farklılaşmış ve aynı zamanda Fransa ve Almanya devletlerinin başını çektiği “tam üyelik” sözleri, yerini “imtiyazlı ortaklığa” bırakmıştır. Hatta o dönemde birçok Batılı lider ve dini otorite liderleri, “Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığı” ve arada “din ve kültür farkı” olduğu söylemleriyle Türkiye ötekileştirilmiştir. Bu ötekileştirmede ise kuşkusuz Türkiye, toplumu itibariyle Batıya karşı olumsuz bir karşılığı olmuştur.

Türkiye’de, Ekim-2006 ve Haziran-2007 tarihlerinde gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasında Türk toplumuna yöneltilen, “Günümüzde Batı neyi ifade ediyor?” sorusuna ilişkin olarak katılımcıların kendi ifadeleri ve öne çıkardıkları kavramlar, olumludan olumsuza şu şekilde özetlenebilmektedir:

“Medeniyet”, “uygarlık”, “sanayi, teknoloji ve kültürel olarak gelişmişlik”, “özgürlük ve insan hakları”, “demokrasi”, “rahatlık”, “yaşam standartları”, “modern yaşam”, “sosyal hakları ve güvenceleri oturmuş bir sistem”, “eğitim düzeyinin yüksekliği”, “iş-çalışma”, “çalışma disiplini”, “eğlence”, “tatil”, “kanunların oturduğu, güçlünün güçsüzü ezmediği bir düzen”, “farklı gelenekleri, kültürleri olan ülkeler”, “farklı bir kültür”, “gelişmiş ama sorunlu”, “medeni görünen ama medeni olmayan bir topluluk”, “kendi benliğini kaybetmiş, sadece çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş bir sömürü düzeni”, “kendi menfaatleri için her şeyi yapabilen bir topluluk”, “dejenere olmuş bir ülke”, “Haçlı Seferleri”, “Batı’nın bombaları”, “sömürgecilik” “ikiyüzlülük”, “kapitalist düzen”, “esir kampı”, “ukalalık”, “soğukluk”, “kayıtsızlık”, “hiçbir şey”(BÜLBÜL, ÖZİPEK, & KALIN, 2008).

Sonuç

Sonuç itibariyle Türkiye’de, “Batı”cı anlayış ile “Batı” karşıtı olarak çift kutuplu bir anlayışın varlığından söz edebiliriz. Türkiye’nin “Batı”ya karşı hayranlık düzeyinde ki bakış açısının, AB’nin Türkiye’yi kültürel bağlamda dışlayıcı politikasına binaen oldukça gereksiz olduğunun teyidi niteliğindedir. Avrupa’da yaşayan birçok insanın dini, kültürel ve ırki nedenlerden ötürü ayrımcılıkla karşı karşıya kalındığı gerçeği gözler önündedir. Ancak Batı’nın sosyal meseleler haricinde ekonomik ve teknolojik alanlardaki başarısını da hiçbir surette göz ardı edilmemesi esastır. Bu nedenle “iyisiyle kötüsüyle Batılaşmalıyız” söz ve söylemleri nasıl abesse, “biz Batılaşamayız” söz ve sözlemleri de abestir. Nitekim “Batılaşmak” kavramı, ülkemizde uygulanan anlayışın tam tersine, ekonomik, teknolojik ve de sanayi açısından gelişimi öngören bir anlam bütününe hitap etmektedir.

 

 

Kaynakça

  • ARSLAN BİLGİN. F. (2020). Ziya Gökalp ve Batı Algısı, Medeniyet ve Toplum Dergisi , 4 (1) , 100-112 .           Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1172461
  • Avrupa’da değişmeyen ben ve ‘öteki Türkiye’ algısı. (2020, Şubat 29). Intell4: https://www.intell4.com/avrupada-degismeyen-ben-ve-oteki-turkiye-algisi-haber-184483 adresinden alındı
  • BÜLBÜL, K. (2016). Said Halim Paşa/Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak. Ankara: Tezkire Yayınları.
  • BÜLBÜL, K., ÖZİPEK, B. B., & KALIN, İ. (2008). Cumhuriyet’ten Günümüze: Karışık Duyguların Belirlediği Batı Algısı. Ankara: SETA Yayınları.
  • HANİOĞLU, M. Ş. (1985). Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. “Batıcılık”. İstanbul, Fatih, Türkiye: İletişim Yayınları.
  • HUNTİNGTON, S. P. (1993). The Clash of Civilizations?, Foreign Affairs, Summer; Aynı makale için bkz: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/1993-06-01/clash-civilizations , E.T. Ekim 2021
  • İLERİ, C. N. (1915). İttihad-ı İslam. İslamın Mazisi, Hali, İstikbali. İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaas.
  • KUMRU, C. (2018). Huntıngton’ın “Medeniyetler Çatışması” Üzerine Değerlendirmeler. Ulakbilge Sosyal Bilimler Dergisi, 603-614.
  • MERİÇ, C. (2015). Umrandan Uygarlığa. İstanbul: İletişim Yayıncılık.
  • PAŞA, S. H. (1920). İslâmda Teşkilât-ı Siyâsiye. Sebîlü’r-Reşâd, 75.
  • TURHAN, M. (2015). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Altınordu Yayınları.
  • https://www.unaoc.org/repository/report.htm , E.T. Ekim 2021

[1] Bu yaklaşıma göre, kendisini Batılı toplumlarla aynı “İbrahimi” gelenek içinde tanımlayan geleneksel/Osmanlı tarih kavrayışının resmi düzeyde terk edilerek yerine tarihi Orta Asya’dan başlatan “Türk tarih tezi”nin ikame edilmesi, aslında felsefi ve sembolik anlamda Batılı toplumlarla ortak bağın da kopması anlamına gelmiştir.

 

Alzheimer Tipi Demans

Son dönemlerdeki teknolojik gelişmeler neticesinde bir çok hastalığın tedavisinin kolaylaşması, dünya nüfusunun giderek yaşlanmasına ve nörodejeneratif patolojilerin prevalansında artışa neden olmakta, bu durum ortaya çıkan bireysel ve toplumsal yükü azaltabilecek yeni terapötik yaklaşımların geliştirilmesini gerekli kılmaktadır (Sanches ve ark.,2021).

Dünya genelinde 2019 yılında 57,4 milyon kişinin demansla yaşadığı, bu sayının 2030’da 83,2 milyona, 2050’de 152,8 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. (GBD 2019 Dementia Forecasting Collaborators, 2022) TÜİK(2021) verilerine göre ise Alzheimer hastalığından hayatını kaybeden yaşlıların sayısı 2019’da 13 bin 498’e yükselmiştir. En sık görülen demans türü olan Alzheimer hastalığı hem Türkiye hem de dünya için toplumun bütününü ilgilendiren önemli bir sağlık sorunudur (Tutuk,Bal,Doğan,Demir ve Tümer,2021).

Demans

Demans; bellek, dil, yürütücü ve görsel-uzaysal işlevler, kişilik ve davranış örüntülerinde düşüşle karakterize klinik bir sendromdur. (Weller ve Budson, 2018) Bu alanlardaki bozukluklar hastaların günlük yaşam aktivitelerine devam etmesini zorlaştırmaktadır.(Aydemir ve Kısa, 2001) Demans ,klinik olarak farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Bunlardan bazıları şu şekildedir; Alzheimer hastalığı, Lewy Cisimcikli demans, Frontotemporal demans, Vasküler demans, Diğer ender demanslar vs. (Döndü, 2014)

Alzheimer

Hastalığa ismini veren Dr.Alois ,Alzheimer’ın Frankfurt’daki akıl hastanesinde tanıştığı Auguste Deter’in semptomlarını tanımladığı olgu sunumu, hastalığın ilk nöropsikolojik profilini ortaya koymuştur. (Bondi, Edmonds ve Salmon,2017)  Alzheimer en sık karşılaşılan demans türü olarak tüm demans vakalarının %50-70’ini oluşturan (Selekler, 2010) ve yavaş ilerleyen nörodejeneratif bir hastalıktır. (Breijyeh ve Karaman, 2020). Nörodejeneratif hastalıklar, MSS’de hücre kaybı veya hasarlı hücre varlığı ile ortaya çıkar. Hücre tipine ve bulunduğu bölgeye bağlı olarak bu hasar veya kayıplar psikolojik ve davranışsal düzeyde bozukluklara neden olur.(Özpak, Pazarbaşı ve Keser, 2017).

Alzheimer için risk faktörleri şu şekilde sıralanabilir; Down sendromu, ileri yaş, genetik, cinsiyet(kadınlarda erkeklere oranla daha fazla görülmektedir),eğitim düzeyi, sigara kullanımı, diyabet, radyasyon, depresyon, kafa travması.(Şat, 2020; Uslu, 2018;)

Alzheimer tipi demansta bilişsel bozulma üç temel evrede gerçekleşir;

  • Erken evre; unutkanlık, kelimeleri hatırlayamama, yeni şeyler öğrenmede güçlük, sosyal davranışlar ve karar vermede bozukluklar ile seyreder.
  • Orta evrede; günlük işlevselliği etkileyen belirtiler, kaybolma, motor yetilerde bozukluk ve davranış problemleri gözlenir.
  • İleri evrede ise; hasta bakım verene tam bağımlı hale gelir, mesane ve bağırsak kontrolünde bozulma, farkındalık halinde kayıp ,konuşmada veya basit emirleri uygulamada zorluklar yaşanır. (Özbabalık ve Hussein 2017)

Alzheimer’da senil amioid plaklar (SP), nörofibriler yumak (NFY) oluşumu, sinaps ve nöron kaybı beyinde belirgin atrofi gibi patolojik bulgular gözlenmektedir.(İldem, 2021) Hastalığın en önemli histopatolojik belirtisi özellikle amigdala, hipokampus ve neokortekste görülen senil plak oluşumlarıdır.(Öztürk ve Karan, 2009) Meydana gelen bu bozulmalar davranışta değişikliklerin yanı sıra duygu durumda da değişikliklere neden olmaktadır. Beyindeki hücrelerin ölümü ve hücreler arası iletişimde görev alan nörotransmitterlerden biri olan asetilkolinin salgılanmasındaki azalma bu belirtilerin ortaya çıkmasında etkilidir. (Adalı, Yirün, Koçer Gümüşel,Erkekoğlu,2020)

Tanı ve Tedavi

Demansın değerlendirilmesinde; aileden, arkadaştan veya bakıcıdan alınan biliş ve işleve odaklanan tıbbi öykü, ayakta tedavi veya yatak başı bilişsel muayene, gerekirse nöropsikolojik testler göz önünde bulundurulur. (Arvanitakis, Shah ve Bennett,2019) Nöropsikolojik testler sağlıklı yaşlanma sırasındaki bilişsel değişiklikleri erken evre Alzheimer tipi demanstaki bilişsel değişikliklerden ayırt etmede önemli işleve sahiptir.(Can ve  Karakaş, 2005) 1975 yılında Folstein ve arkadaşları tarafından geliştirilen Mini Mental Durum Değerlendirme (MMSE) Testi demans taramalarında hala en sık kullanılan testtir.(Yücel,2019)

Alzheimer hastalığında, farmakolojik tedavilerde gözlemlenen yan etkilerin olmaması, yaşam kalitesini artırması ve semptomları azaltması sebebiyle farmakolojik olmayan yaklaşımlardan yararlanılmaktadır (Keleş ve Özalevli, 2018). Bu yaklaşımlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır.

  1. Müzik Terapisi:

    Müzik terapisi, yetkili profesyoneller tarafından terapötik bir ilişki içinde belirli hedefler doğrultusunda klinik ve kanıta dayalı olarak uygulanmaktadır ve genellikle herhangi bir yan etkisi olmaması sebebiyle demans hastalarında semptomları tedavi etmese de  azaltması amacıyla alternatif bir yöntem olarak tavsiye edilmektedir. (Soufineyestani, Khan ve Sufineyestani, 2021) Müzik terapisinin kaygı, depresyon gibi davranışsal semptomlarda azalmaya sebep olduğu gözlenmektedir.(Popa ve ark.,2021)

  2. Sanat Terapisi:

    Sanat terapisi kişinin ilgi alanına göre, resim yapma, cam boyama, boncuklarla takı yapma vb. yöntemler aracılığıyla bireylerde stresle başa çıkmada destek sağlamayı amaçlar (Karadağ ve Uğur, 2015). Bu yöntemin dikkat, benlik saygısı, iletişim ve duygu duruma olumlu etkilerinin yanı sıra anksiyete, ajitasyon, depresyon gibi belirtileri de azalttığı gözlemlenmiştir (Bulduk, Dinçer, Usta ve Bayram, 2017).

  3. Doğrulama/Geçerlileştirme Terapisi:

    Doğrulama terapisi hastanın gerçekliğini kabul etmeye odaklanarak olumsuz duyguları hafifletmeyi ve olumlu duyguları geliştirmeyi amaçlar (Scales,Zimmerman ve Miller,2018). Kişinin duygularını ifade etmesine odaklanan yöntem demanslı bireylerde stres, anksiyete ve yalnızlığı önlemek amacıyla kullanılmaktadır (Lök ve Buldukoğlu, 2014). Geçerlileştirme terapisinde müzik dinletme, hatırlatma ve yansıtma gibi birbirinden farklı 14 teknik kullanılmaktadır (Akyar,2011).

  4. Anımsama Terapisi:

    Anımsama terapisi profesyoneller tarafından  yürütülen seanslar yoluyla geçmişte gerçekleşen olayların veya deneyimlerin ses kaydı, fotoğraf vb. öğeler yardımıyla paylaşılmasını içerir (Aşiret ve Kapucu, 2015). Bireysel olarak veya grupla yürütülebilen anımsama terapilerinde bireysel yaklaşımın, uygun anılara odaklanmaya ve seansın kişiye özel olarak düzenlenmesine fırsat sunmasından dolayı daha fazla fayda sağladığı düşünülmektedir (Saredakis ve ark.,2021).

  5. Hayvan Destekli Terapi:

    Hayvan ve insan etkileşimi sağlığın iyileştirilmesi ve korunmasına büyük katkı sağlamaktadır.Özellikle köpekler eğitilebilir olmaları ve sosyal becerileri nedeniyle en sık kullanılan hayvanlardır (Cevizci, Erginöz ve Baltaş, 2009). Yapılan çeşitli çalışmalar demans hastalarında hayvan destekli terapinin stres, kaygı ve üzüntü gibi semptomları azalttığını, davranışın iyileşmesine katkıda bulunduğunu göstermektedir. (Rodríguez-Martínez, De la Plana Maestre, Armenta-Peinado, Barbancho ve García-Casares,2021) Hayvanlarla ilgileniyor olmak kişilerin motivasyon duygusu ve benlik saygısına olumlu etki etmesinin yanı sıra fiziksel aktivitelerde de artışa neden olmaktadır. (Kim ve ark.,2021)

  6. Fiziksel Aktivite:

    Fiziksel egzersiz, fiziksel uygunluğu iyileştirmek veya sürdürmek amacıyla yapılandırılmış, tekrarlayan hareketlerden oluşmakta ve yaşlı bireylerde yürütücü işlevlerin yerine getirilmesine katkıda bulunmaktadır (Bozkurt ve Karadakovan, 2020). Egzersiz, beyinde kognitif fonksiyonlarda azalmayı önleyebilmekte veya geciktirebilmektedir. Egzersizle yeni nöron oluşumu artmakta ve nöroplastisite sağlanmaktadır. Yürüyüş, hafif tempolu koşu, yüzme ve bisiklet gibi aerobik yapıdaki egzersizler Alzheimer hastalarında bilişsel fonksiyonları geliştirmektedir. (Keleş ve Özalevli, 2018)

Alzheimer hastaları için oldukça önemli hizmet modellerinden birisi olan gündüz bakım merkezleri hastaların sosyalleşebilmesine ve yaşam kalitesinin yükseltilmesine imkan sağlamaktadır. Ülkemizde Alzheimer hastalığı ile mücadele kapsamında Türkiye Alzheimer Derneği Gündüz Yaşam Merkezi(GYM) ile hizmet vermektedir. Gündüz yaşam merkezinde çeşitli zihinsel, bedensel, sanatsal, psiko-motor aktivitelerle birlikte gezi vb. programlar yürütülmektedir.(Şener ve Tekin,2020) Hasta ve hasta yakınlarının yaşam kalitesini arttırmayı ve rehabilitasyon hizmetleri ile hastalığın seyrini yavaşlatmayı hedefleyen Alzheimer Derneği Gündüz Yaşam Merkezinde alanında uzman kişilerle bilgilendirme ve psikoterapi toplantıları da gerçekleştirmektedir.

 

  

 

Kaynakça

 

  • Adalı, A., Yirün, A.,Koçer Gümüşel, B., Erkekoğlu, P.(2020). Alzheimer Hastalığının Gelişiminde Biyolojik Ajanların Olası Etkileri. Ankara Eczacılık Fakültesi Dergisi.44(1).167-187.  doi:10.33483/jfpau.523804
  • Akyar, İ. (2011). Demanslı hasta bakımı ve bakım modelleri. Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Dergisi18(2), 79-88.
  • Arvanitakis, Z., Shah, RC, ve Bennett, DA (2019). Demans Teşhisi ve Yönetimi: Derleme. JAMA322 (16), 1589–1599. doi:10.1001/jama.2019.4782.
  • Aşiret, G. D., ve Kapucu, S. (2015). Alzheimer hastalarının bilişsel ve davranışsal sorunları üzerine etkili bir yöntem: Anımsama terapisi. Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Dergisi2(3), 60-68.
  • Aydemir, Ç., & Kısa, C. (2001). Konsültasyon liyezon psikiyatrisinde demans. Klinik Psikiyatri4, 203-211.
  • Bondi, MW, Edmonds, EC, ve Salmon, DP (2017). Alzheimer Hastalığı: Dünü, Bugünü ve Geleceği. Uluslararası Nöropsikoloji Derneği Dergisi: JINS23 (9-10), 818-831. https://doi.org/10.1017/S135561771700100X
  • Bozkurt, C. ve Karadakovan, A. (2020).Alzheimer Hastalarında Kullanılan İlaç Dışı Tedavi Yöntemleri. Ordu Üniversitesi Hemşirelik Çalışmaları Dergisi3(3), 329-337.
  • Breijyeh, Z. ve Karaman, R. (2020). Alzheimer Hastalığı Üzerine Kapsamlı Bir İnceleme: Nedenleri ve Tedavisi. Molecules (Basel, İsviçre)25 (24), 5789. doi:10.3390/molecules25245789.
  • Bulduk, S., Dinçer, Y., Usta, E. ve Bayram, S. (2017). Demanslı yaşlılara uygulanan sanat terapi yönteminin bilişsel durum üzerine etkisinin incelenmesi. Çağdaş Tıp Dergisi7(1), 36-41.
  • Can, H.ve Karakaş, S. (2005). Alzheimer Tipi Demans ve Birinci Basamakta Nöropsikolojik Değerlendirme. Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi. 14(2),22-25. https://www.ttb.org.tr/STED/sted0205/alzheimer.pdf
  • Cevizci, S., Erginöz, E. ve Baltaş, Z. (2009). Ruh sağlığının iyileştirilmesinde destek bir tedavi yaklaşımı: Hayvan destekli tedavi. Nobel Med5(1), 4-9.
  • Döndü, A. (2014).Obsesif kompulsif bozukluk alzheimer tipi demans gelişiminde bir risk faktörü müdür? (Uzmanlık Tezi). Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın.
  • GBD 2019 Demans Tahmini İşbirlikçileri (2022). 2019’da küresel demans yaygınlığının tahmini ve 2050’de öngörülen yaygınlık: 2019 Küresel Hastalık Yükü Çalışması için bir analiz.  The Lancet Public Health7 (2), e105–e125. https://doi.org/10.1016/S2468-2667(21)00249-8
  • https://www.alzheimerdernegi.org.tr  Erişim Tarihi: 12.03.2022
  • İldem, S. (2021). Alzheimer demansta başlangıçtaki nöropsikiyatrik envanter ile bakılan davranışsal semptomların bilişsel bozulma ile ilişkisi. (Yüksek lisans tezi). Medipol Üniversitesi, İstanbul
  • Karadağ, E., ve Uğur, Ö. (2015). Kanserli Hastalarda Çok Konuşulmayan Bir Uygulama: Sanat Terapisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Elektronik Dergisi8(2), 142-144.
  • Keleş,E. ve Özalevli, S.(2018). Alzheimer Hastalığı ve Tedavi Yaklaşımları.İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi. 3(2).39-42.
  • Kim, S., Nam, Y., Ham, MJ, Park, C., Moon, M. ve Yoo, DH (2021). Alzheimer Hastalığında Hayvan Destekli Müdahalenin Nörolojik Mekanizmaları: Varsayımsal Bir İnceleme. Yaşlanan sinirbilimde sınırlar13 , 682308. https://doi.org/10.3389/fnagi.2021.682308
  • Lök N., Buldukoğlu K.(2014). Demansta Bilişsel Aktiviteyi Artırıcı Psikososyal Uygulamalar. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 6(3): 210-216. doi:10.5455/cap.20130704021035
  • Özbabalık, D. ve  Hussein, S. (2017). Demans Bakım Modeli Raporu, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı.
  • Özpak, L.,Pazarbaşı, A., Keser, N. (2017).Alzheimer Hastalığının Genetiği ve Epigenetiği. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi.26(1).34-49. doi:10.17827/aktd.280520
  • Öztürk, G. B. ve  Karan, M. A. (2009). Alzheimer hastalığının fizyopatolojisi. Klinik gelişim22(3), 36-45.
  • Popa, LC, Manea, MC, Velcea, D., Șalapa, I., Manea, M., ve Ciobanu, AM (2021). Alzheimer Demansının Bakım Verenler ve Sanat ve Müzik Terapisi Yoluyla Kalite İyileştirme Üzerindeki Etkisi. Healthcare (Basel, İsviçre)9 (6), 698. https://doi.org/10.3390/healthcare9060698
  • Rodríguez-Martínez, M., De la Plana Maestre, A., Armenta-Peinado, JA, Barbancho, M. Á., Ve García-Casares, N. (2021). Yetişkinlerde Nörolojik Hastalıklarda Hayvan Destekli Tedavinin Kanıtları: Sistematik Bir İnceleme. Uluslararası çevre araştırmaları ve halk sağlığı dergisi18 (24), 12882. https://doi.org/10.3390/ijerph182412882
  • Sanches, C., Stengel, C., Godard, J., Mertz, J., Teichmann, M., Migliaccio, R., ve Valero-Cabré, A. (2021). Nörodejeneratif Hastalıklarda Bilişsel Bozukluğu Tedavi Etmek İçin İnvaziv Olmayan Beyin Stimülasyonu Yaklaşımlarının Dünü, Bugünü ve Geleceği: Kapsamlı Bir Eleştirel İnceleme Zamanı. Yaşlanan sinirbilimde sınırlar12 , 578339. https://doi.org/10.3389/fnagi.2020.578339
  • Saredakis, D., Keage, HA, Corlis, M., Ghezzi, ES, Loffler, H. ve Loetscher, T. (2021). Yatılı Yaşlı Bakımında Sanal Gerçekliği Kullanan Anımsama Terapisinin Kayıtsızlık Üzerindeki Etkisi: Çok Bölgeli Randomize Olmayan Kontrollü Deneme. Tıbbi İnternet araştırması dergisi23 (9), e29210. https://doi.org/10.2196/29210
  • Scales, K., Zimmerman, S., ve Miller, SJ (2018). Demansın Davranışsal ve Psikolojik Belirtilerine Yönelik Kanıta Dayalı Farmakolojik Olmayan Uygulamalar. Gerontolog58 (suppl_1), 88-102. https://doi.org/10.1093/geront/gnx167
  • Selekler,K.(2010). Alois Alzheimer ve Alzheimer Hastalığı. Türk Geriatri Dergisi.13(3).9-14
  • Soufineyestani, M., Khan, A., ve Sufineyestani, M. (2021). Müzik Müdahalesinin Demans Üzerindeki Etkileri: Meta-Anlatı Yöntemini Kullanan Bir İnceleme ve Gelecekteki Araştırmalar İçin Gündem. Nöroloji uluslararası13 (1), 1–17. https://doi.org/10.3390/neurolint13010001
  • Şat,S.(2020). Hafif Bilişsel Bozukluk ve Erken Evre Alzheimer Tipi Demans Hastalarında Yönetici İşlevler ve İleriye Dönük Bellek Performanslarının İncelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi). Uludağ Üniversitesi, Bursa.
  • Şener,M. ve Tekin, H. H.(2020). Sosyal Belediyecilik Bağlamında Yaşlı Bakım ve Alzheimer Gündüz Yaşam Merkezleri. Geriatrik Bilimler Dergisi3(3), 138-146.
  • Tutuk, O., Bal, R., Doğan, H., Demir, E. A. ve Tümer, C.(2021). Deneysel Alzheimer Hastalığı Modeli Oluşturulmuş Sıçanlarda Fluoksetin ve Duygudurum İlişkisi. Uluslararası Tıp Bilimleri, 76.
  • TÜİK,Türkiye İstatistik Kurumu. İstatistiklerle Yaşlılar, 2020. (Mart 2021). https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Yaslilar-2020-37227
  • Uslu, A.(2018). Alzheimer tipi demanslı hastalara bakım verenlerin öz etkililik-yeterlilik düzeyleri ile yaşam kaliteleri ve bakım yükleri arasındaki ilişki. (Yüksek Lisans Tezi). Gazi Üniversitesi, Ankara.
  • Weller, J., ve Budson, A. (2018). Alzheimer hastalığı tanı ve tedavisine ilişkin güncel anlayış. F1000Research7 , F1000 Fakülte Rev-1161. https://doi.org/10.12688/f1000research.14506.1
  • Yücel, N. (2019). Major Kogni̇ti̇f Bozukluk Tanısı Alan Hastalarda Evreleri̇ne Göre Mr Görüntüleri̇ Üzeri̇nden Hi̇ppocampus Ve İntrakrani̇al Oluşumların Morfometri̇k Anali̇zi̇. (Doktora Tezi). Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya.

Atatürk Dönemi Rusya ile İlişkiler

ÖZET

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nde Rusya ile yapılan antlaşmalar Türkiye’nin hem Rusya hem de Batı ile ilişkilerinin gelişmesine önayak olmuştur. Bu antlaşmalardan biri olan Moskova Antlaşması günümüzde de önemini korumakta ve iki ülke arasında gündem olmaktadır. Bu çalışmada ikili ilişkilerin gelişmesine önayak olan antlaşmalar ve görüşmeler ele alınmıştır ve Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Türkiye-Rusya ilişkileri ve bu ilişkilerin günümüz Türkiye-Rusya ilişkilerine etkisi çalışılmıştır.

GİRİŞ

Geçmişte yapılan antlaşmalar ülkeleri dolaylı ya da doğrudan etkilemektedir. Genellikle dolaylı etkileri antlaşmaların bağlayıcılığı kalmadığı zaman görülmektedir. Doğrudan etkileri ise devam eden antlaşmalarda görülmektedir. Rusya ve Türkiye ilişkilerinde her ikisi de mevcuttur. İkili ilişkilerin gelişimi geçmişte yaptıkları antlaşmalar ile güçlenmiştir. İkili ilişkilerin geliştirilmesinde Mustafa Kemal Atatürk önemli bir liderdir. İlişkilerin ilk geliştirildiği dönemlerde iki ülkede yeni savaştan çıkmış ve bitap durumdadır. İlişkilerin geliştirilmesi iki ülke açısından da avantaj sağlamıştır. İki ülke arasında geçmişte sorunlar olmuştur. Bu sorunların temel kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’ün Batı ile ilişkilerinde tutarlı antiemperyalizmi benimsemekten kaçınmasıdır (Ateş Uslu, 2015). Fakat Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün antiemperyalist bir politika izlediğini görmekteyiz. Uyguladığı tüm politikalar antiemperyalizm olarak adlandırılamaz. Bu Mustafa Kemal Atatürk’ün çok yönlü dış politika izlediğini göstermektedir.

Bu çalışmada 1921-1936 arası dönemleri ele alacağım. İki ülkenin ilişkilerinin anlamak için öncelikle Türkiye’nin ve Rusya’nın o dönemlerdeki ilişkilerin geliştiği ortamı kısaca inceleyeceğim. Mustafa Kemal Atatürk döneminde geliştirilen Rusya-Türkiye ilişkileri günümüze etki etti mi? Sorusu üzerinde duracağım. Atatürk’ün uyguladığı güçlü, kararlı dış politika ile geliştirdiği Rusya-Türkiye ilişkilerini önemli bir anlaşma olan Moskova Antlaşması ile başlayacağım. Moskova Antlaşması günümüzde de geçerliliğini koruyan bir antlaşmadır ve  ilişkilerin gelişmesinde önemli bir katkı sağlamıştır.

Türkiye

1919-23 yılları arasında Türkiye Kurtuluş savaşının içerisindeydi. Birinci Dünya Savaşı’nın da etkisi ile ekonomik olarak bunalımda, silah üretilemiyor, sanayi yok denecek kadar azdır ve tarımsal üretim yapılamıyordu. Böyle bir ortamda Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de yani Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında kurulmuştur. O dönemde saraya (Osmanlı yönetimi) baktığımız zaman halktan kopuk olduğunu görmekteyiz. Fakat TBMM halktan seçilen temsilcilerden oluşmaktadır. Mustafa Kemal bu tarihten sonra kişisel saltanata kalkmış gözü ile bakıyordu. 1922 yılında da saltanat kaldırılmıştır. 1920 yılında Yeni Türkiye Devleti Osmanlıdan kötü bir ekonomi devralmıştır. Bu ekonomiyi düzeltmek için 1923-29 yıllarında açık ekonomik koşullarında yeniden inşa denenmiştir. Böylece liberal politikalar izlenmeye başlanmıştır. Özel girişimlerin gelişmesi için destekleyici politikalar izlemiştir. Fakat başarılı olunamamıştır. Bunun sebebi tüm dünyada etkili olan büyük buhrandır. 1930’lu yıllarda ulusal ekonomiyi kalkındırmak ve tam bağımsızlık için korumacı devletçi politikaya geçilmiştir. Böylece sanayileşme hız kazanmıştır. Bu dönemlerde dış politikada ise ilişkilerin geliştiğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk tek taraflı dış politika izlememiştir. Avrupa ile ilişkilerini geliştirmiştir, fakat yüzünü sadece batıya dönmemiş SSCB ile de ilişkileri geliştirmiştir. Yani çok yönlü diplomasi izlemiştir. Türkiye’yi uluslararası alanda güçlü bir konuma getirmiştir diyebiliriz.

Rusya

1920-23 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nde Bolşevikler yönetimi barış içinde bir arada yaşama politikası izliyordu. Çünkü ekonomik bunalım hâkimdi. Bundan dolayı batı ile ticarete yönelmek zorunda kaldılar. 1921 yılında ekonomik bunalım, kıtlık ve uzun süren savaşın getirdiği yıkımla birlikte köylü ayaklanmaları başlamıştır. 1921 yılında Lenin sanayi ve tarımı yenilemek için yeni ekonomi politikasını (NEP) devreye sokmuştur. NEP ile birlikte ticaret serbestisi geri getirildi, ticari işletmelerin çoğu özelleştirildi. NEP politikası ile yapılanlar ekonomiyi rahatlattı, fakat sosyalizmden uzaklaşılmıştır. 1923 yılından sonra Lenin’in hastalığı sebebi ile Stalin ön plana çıkmıştır. Bu dönemden sonra SSCB’nin dış politikasında tanınma çabaları ön plana çıkmıştır. 1924 yılında Yunanistan, Danimarka, Norveç gibi birçok ülke SSCB’yi tanımıştır. Stalin 1927 yılında NEP politikasına son vermiştir. 1928-32 yıllarına baktığımız zaman SSCB’nin ekonomik atılımlar yaptığını görmekteyiz. Bu yıllar arasında 5 yıllık plan ile ekonomik büyüme gerçekleştirilmiştir.

İkili İlişkilerin Gelişimi

16 Mart 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması (Türkiye-Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması) Mustafa Kemal Atatürk’ün başarılı diplomasisinin bir örneğidir. Moskova Antlaşması’na giden yolu anlamak için kısaca Misak-ı Milli’den bahsedeceğim. Misak-ı Milli ,Kurtuluş Savaşı sırasında yayınlanan 6 maddelik bir bildiridir. 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir ve Türkiye’nin barış şartlarını içermektedir. Misak-ı Milli çerçevesinde Türklerin yaşadığı vatanın bağımsız olması isteniyordu. Misak-ı Milli ile bölünemez ve parçalanamaz Türk vatanının sınırları çizilmiştir, Türk dış politikasının hedefleri belirlenmiştir ve devletin bağımsızlığı önemli konulardan biridir. Misak-ı Milli, Kurtuluş Savaşının direniş beyannamesi olmuştur. SSCB ile ilişkilerin geliştirilmesinde Misak-ı Milli ve Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi ve emperyalizme karşı duruşu SSCB ile Türkiye’yi ortak noktada birleştiriyordu. Ayrıca İngiltere faktörü de ortak düşmana karşı birleşmeyi sağlıyordu. Mustafa Kemal Atatürk 26 Nisan 1920 tarihinde Lenin’e bir mektup göndermiştir. Bu mektupta emperyalizme karşı olan ortak mücadeleden bahsetmiştir, ikili ilişkilerin geliştirilmesinden ve Misak-ı Milli politikasından bahsetmiştir. Ayrıca cephane, erzak, altın, sıhhi malzeme taleplerinde bulunulmuştur.  Bu mektuba Dışişleri Bakanı Çiçerin 2 Haziran 1920 tarihinde olumlu cevap vermiştir. Bu görüşmeler sonucunda 16 Mart 1921 tarihinde Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Kısaca Moskova Antlaşması maddeleri;

Madde 1-  Taraflar birbirlerine cebren kabul ettirilen herhangi bir barış anlaşmasını tanımayacaktır. Ayrıca SSCB, Misak-ı Milli ile çizilen Türkiye sınırlarını tanıyacaktır.

Madde 2- Türkiye, Batum sancağına ilişkin topraklar ile Batum kenti Limanı üzerindeki egemenlik hakkını bazı koşullar ile Gürcistan’a bırakmaya razı olmuştur. Bu koşullar; bu halkların kültürel, dinsel hakları sağlanacak, Batum Limanından Türkiye yararlanacaktır.

Madde 3- Nahcivan özerk bir statüde kalacaktır ve kontrolü Azerbaycan’a bırakılmıştır.

Madde 4- Taraflar, Doğu uluslarının özgürlük ve bağımsızlık haklarını diledikleri rejim ile yönetebilmek haklarını açıkça belirtmiştir.

Madde 5- Boğazlar meselesi, Karadeniz’e kıyısı olan devletler arasında yapılacak olan konferansta belirlenecektir. Fakat bu Türkiye’ye hiçbir zaman zarar getirmeyecektir.

Madde 6- Taraflar, şimdiye dek yapılan tüm antlaşmaların karşılıklı çıkarlarına uygun olmadığını kabul eder ve geçersiz sayılacaktır.

Madde 7- SSCB kapitülasyonları tanımayacaktır.

Madde 8- Her iki taraf da kendi ülkeler üzerinde diğer tarafa zararı olan, savaş amacında olan örgüt ve grupların kurulması ve yerleşmesine izin vermeyecektir.

Madde 9- Taraflar, iki ülke arasındaki iletişimin kesilmemesi için telgraf, demiryolu vb. ulaşım ve iletişimi geliştirecek, kişi ve malların özgür dolaşımı için önlemler alınacaktır.

Madde 10- Taraflar, birinin diğer taraf topraklarında oturan uyrukları, yerleşmiş oldukları ülke yasalarından işlem görecektir ve ulusal savunmaya ilişkin yasalara uymaları istenmeyecektir.

Madde 11- Taraflar, birinin diğer taraf topraklarında oturan uyrukları için en elverişli duruma erişme haklarını saklı tutar.

Madde 12- 1918 yılından önce Rusya topraklarına bağlı olan, üzerinde Türkiye’nin egemenlik hakkı olduğu Rusya Sovyetleri Sosyalist Federal Cumhuriyeti Hükümetince bu anlaşma ile kabul edilen topraklar haklından her isteyen Türkiye’yi özgürce terk edebilecek ve yanına eşyasını alabilecektir.

Madde 13- Tutsaklar değiş tokuş edilecektir ve bunun esasları daha sonra yapılacak özel sözleşme ile belirlenecektir.

Madde 14- Taraflar, en kısa süre içerisinde ilişkilerini düzenlemek için ekonomik parasal ve diğer gerekli işleri düzenleyici anlaşmalar yapmayı kabul eder.

Madde 15- Türkiye ile Güney Kafkasya Cumhuriyetleri arasında yapılacak antlaşmalara uyulmasını zorunlu kılmak için Rusya girişimlerde bulunacaktır. (TELLAL, 1921 Moskova Antlaşması, 2002)

Madde 16- Anlaşma maddeleri onaylanacaktır.EK1; Türkiye’nin Kuzey-Doğu sınırı saptanmıştır.

Bu anlaşma ile Türkiye’nin uluslararası yalnızlığı giderilmiş oldu ve Doğu cephesi güvence altına almıştır. Bu anlaşma Türkiye’ye güçlü bir müttefik kazandırmıştır ve bir ülkenin gelişmesinin ve tam bağımsızlığının önündeki engel olan kapitülasyonların kaldırılması Türkiye açısından mühim bir konudur. Türkiye’nin de emperyalizme karşı savaşması Sovyetler açısından önemli bir konudur ve bu anlaşmasının yapılmasında mühim bir yeri vardır. Bundan dolayı Sovyetlerin Kurtuluş Savaşına olan desteği artmıştır. Batıdan gelen baskı azalmıştır ve Türkiye’nin Sovyetler ile işbirliği içerisinde olmasından rahatsızlık duyan İngiltere’ye karşı Türkiye’nin Sovyet kartı vardır. Ayrıca bu anlaşma ile Fransa ve İngiltere’nin Türkiye’ye karşı politikaları değişmiştir. Bu antlaşma ile her ne kadar ikili ilişkilerde sorunlar devam etse de Kurtuluş Savaşına önemli katkıları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşının kazanılmasında Kafkas cephesinin mühim olduğunu söylemiş ve bundan dolayı Bolşeviklerle ilişkilerin kesilmemesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu anlaşma ile birlikte Güney Kafkasya’da iki ordu arasında işbirliği oluşturulmuştur. Bu hamle Kurtuluş Savaşının kazanılmasında etkili olmuştur.

Moskova Antlaşması günümüzde de geçerliliğini korumaktadır ve Rusya Türkiye ilişkilerinin temel taşını oluşturmaktadır. Bu antlaşma ile Türkiye-Ermenistan sınırı bugünkü şeklini almıştır. Günümüzde bu anlaşma hukuki açıdan Ermenistan-Türkiye sınırını net bir şekilde ayırmıştır ve oluşabilecek sorunların önüne geçmiştir. Moskova Antlaşması’nın geçerliliği günümüzde hala tartışılmaktadır. Özellikle 2021 yılında 100. Yılını dolduran Moskova Antlaşması ikili ilişkilerde bir gündem yarattığı söylenebilir. Ayrıca günümüzde Rusya ve Türkiye arasında yeni anlaşmaların yapılması, ortak bir noktada birleşerek, özellikle emperyalizme karşı, oluşturulan Moskova Antlaşması günümüzde yeniden böyle bir ortaklığın mümkün olduğunu göstermekte ve her iki farklı ülkenin de dış politikada bu farklılıkları bir kenara koyarak ortak sorunda birleşmeleri iki ülke açısından da olumlu sonuçlara yol açacaktır. Moskova Antlaşması farklılıkların bir kenara bırakıldığını, ikili ilişkilerin daha da geliştirilebileceğini, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı dış politikası sayesinde ve eğer bu dış politika izlendiği takdirde günümüzde de mümkün olabileceğini kanıtlamıştır.

1921 yılından sonra yani Moskova Antşması’ndan sonra Rusya, Türkiye’ye askeri yardım, para yardımı gibi yardımlar yapmışlardır. Rusya’dan Türkiye’ye 37,812 adet tüfek, 44.587 sandık tüfek,66 adet top, 200.000 mermi ve 11 adet kama gelmiştir (DUMAN). Kurtuluş Savaşının kazanılmasında bu yardımların büyük bir etkisi vardır. Çünkü o dönemler yeni savaştan çıkmış bir Osmanlı vardır ve savaşacak insan gücü çok azdır, silah yok denecek kadar azdır ve kaynaklar kısıtlıdır. bu sebeplerden dolayı bu yardımlar Kurtuluş Savaşının kazanılmasında etkili olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliği sayesinde ve uyguladığı akılcı ve güçlü diplomasisi sayesinde kazanılmış bir savaştır.

Moskova Antlaşması’nın içerik olarak benzeri olan bir diğer antlaşma ise Kars Antlaşması’dır.Kars Antlaşması Türkiye ile Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan arasında imzalanan dostluk antlaşmasıdır. 3 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşması, Moskova Antlaşması’nın 15. Maddesine dayanmaktadır.  Antlaşmanın imzalandığı dönemde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Sovyetlerin altındaydı, fakat henüz Sovyetler Birliği kurulmadığı için bağımsız antlaşmalar yapabiliyorlardı. Bu antlaşma ile Türkiye’nin Misak-ı Milli’de belirtilen sınırları kabul edilmiştir. Bu anlaşma ile Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşmiştir. Fakat 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yıkıldıktan sonra Ermenistan, Kars antlaşmasını tanımadığını söylemiştir. Türkiye’nin ise elinde Kars Antlaşması olduğu için buna güvenmektedir.

Sovyetlerin desteği ile imzalanan bu anlaşma ile Türkiye’nin sınırları çizilmiştir. Günümüzde ise bu antlaşma Ermeni sorununun çözülmesinde en başta gelmektedir. Türkiye’nin doğu sınırlarını koruması bu anlaşmanın ehemmiyetini öne koymaktadır. Ayrıca antlaşmasının imzalandığı dönemde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın da Misak-ı Milli ile çizilen sınırları tanıması uluslararası alanda Türkiye’nin yalnızlığının sona ermesinin göstergesidir. Kars Antlaşması’nın maddeleri Moskova Antlaşması’nın maddeleri ile benzer ya da devamlılığı niteliğindedir. Türkiye’nin doğu sınırlarını çizen ve günümüzde sınırların Kars Antlaşması’nın güvencesinde olması, Türkiye için büyük bir kazanımdır. Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde imzalanan anlaşma günümüzde önemini korumaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nde Sovyetler Birliği ile imzalanan bir diğer antlaşma ise Dostluk ve Tarafsızlık antlaşmasıdır. Batılı ülkelerin 1925 yılında kendi aralarında Locarno Antlaşması’nı imzalamasının üzerine Rusya ve Türkiye oluşabilecek herhangi bir saldırı karşısında tarafsızlığını koruyacağını bu anlaşma ile garantilemiştir. Antlaşmanın geçerliliği 3 yıl olarak belirlenmişti, fakat 1945 yılına kadar uzatılmıştır. 1945 yılından sonra sona ermiştir. Bu antlaşma Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesinde önemli bir adımdır. İkili ilişkilerin daha da ilerleyeceğinin ve ileri dönemlerde de bu ve benzeri antlaşmalar yapabileceğinin bir göstergesi olmaktadır.

İmzalanan Dostluk antlaşmasından sonra da ikili ilişkiler geliştirilmeye devam edilmiştir. İkili ilişkilerin siyasi ve askeri ayaklarının oluşumundan sonra ticari antlaşma da yapılmıştır ve böylece ilişkilerin ekonomik ayağı da oluşturulmuştur. 11 Mart 1927 yılında Ticaret ve Denizcilik antlaşması imzalanmıştır. Ticari ayağı esas olarak 1922 yılında SSCB’nin Türkiye’de ticaret temsilcilikleri açması ile başlamıştır. Fakat bu temsilciliklerin komünizm propagandası yapması gerekçesi ile iki ülke arasında sorun yaratmıştır. Bu sorunların çözülmesi 1927 yılında yapılan anlaşma ile giderilmiştir. Anlaşma ile ticari temsilcilikler diplomatik dokunulmazlık kazanmıştır ve İzmir, İstanbul, Konya, Mersin, Trabzon, Eskişehir ve Erzurum’da ticari temsilciliklerin açtırılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca üçüncü bir devlete gönderilecek mallar gümrüğe tabi tutulmayacaktır ve Türkiye’nin SSCB ihracatına yıllık sınırlama getirilmiştir. (TELLAL, 1930’ların İlk Yarısında İlişkiler, 2002)

25 Nisan 10 Mayıs 1932 yılında Başvekil İsmet İnönü ve Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Bey Moskova’yı ziyaret ettiler. Bu ziyarette ikili ilişkilerin arttırılması ve farklı politikaların ilişkilerde sorun olmaması gerektiği ve SSCB’nin Türkiye’ye kredi vermesi konuları üzerinde durulmuştur. Bu yardımın yapılmasına dair protokol 1934 yılında imzalanmıştır. Yapılan bu yardımlar ile Türkiye daha da güçlenmiştir.

Bir diğer sözleşme olan ve günümüzde önemini koruyan Montreux Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936 yılında Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Yugoslavya ile imzalanmıştır. İtalya 1938 yılında sözleşmeye dahil olmuştur. Bu anlaşma ile boğazlarda Türk egemenliği kurulmuştur. Sözleşme beş kesim ve dört ekten oluşmaktadır. Birinci kesimde ticaret gemilerinin geçiş rejimi yer almaktadır. İkinci kesimde savaş gemilerinin geçiş rejimi, üçüncü kesimde uçaklar, dördüncü kesimde genel hükümler ve beşinci kesimde son hükümler yer almaktadır. Birinci kesimde ticaret gemilerinin geçişine serbestlik tanımaktadır. Savaş gemilerine ise kısıtlamalar getirilmiştir. Savaş döneminde eğer Türkiye savaşta ise savaş gemilerinin geçişi Türkiye’nin inisiyatifine bırakılmıştır. Eğer Türkiye savaşta değilse boğazlar savaşan tarafların gemilerine kapatılacaktır.

Günümüzde Rusya- Ukrayna arasındaki gerginlik nedeni ile Montreux sözleşmesi gündeme gelmiştir. Türkiye, sözleşmenin gereklerini uygulamaktadır. Ayrıca burada Türkiye’nin taraf olmaması, bir noktada arabuluculuk yapması ve Montreux Sözleşmesi dahilinde hareket etmesi ile Türkiye bu gerilimden en az etki ile çıkacağını düşünmekteyim. Türkiye hem batı hem Rusya ile ilişkilerini geliştirmiş ve iki tarafla da ticaretini geliştirmiştir. Türkiye’nin konumundan dolayı bağımsız ve tarafsız hareket etmesi uluslararası alanda Türkiye’yi güçlendireceği kanısındayım.

Bugünde Türkiye’nin çok yönlü dış politika uygulaması gerektiği kanısındayım. Günümüzde daha çok Batı ile ilişkiler gündeme gelmektedir. Çok yönlü dış politika uygulamasının Türkiye’ye ne denli avantaj sağladığını yukarıdaki antlaşmalarla görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk tek taraflı dış politika uygulamamıştır. Rusya ile politikasına baktığımız zaman Türkiye’yi Rusya’ya bağlamamıştır. Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlamış ve gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmıştır, Asya ile ilişkileri geliştirdiği gibi Batı ile de ilişkileri geliştirmiştir.

Türkiye-SSCB ilişkilerinin bu döneme kadar geliştiğini ve iyileştiğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk çok yönlü dış politika izlemiştir. SSCB, Türkiye’nin Batı’ya karşı bir kozuydu ve yaptığı yardımlar ve verdiği borçlar ile Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Fakat Mustafa Kemal Atatürk’ün izlediği çok yönlü politika 1930’lu yıllardan sonra Rusya’nın tepkisine neden olmuştur. Rusya, Türkiye’nin Batı ile yakınlaşmasından yana değildir. Türkiye’nin güçlenmesi, Batı ülkelerinin dikkatini çektiği için Türkiye ile anlaşmalar yapmaya başlamışlardır. Mustafa Kemal Atatürk ilk baştan beri izlediği politikasını net bir şekilde ortaya koymuş ve korumuştur. Türkiye’nin güçlenmesi ve uluslararası alanda saygınlık kazanmasını sağlamıştır. Farklı politikalara sahip olmalarına rağmen Rusya ile işbirliği yapmıştır. Tüm bunlar Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı dış politikasını, ileri görüşlülüğünü, ileri düzeydeki strateji ve askeri zekâsını göstermektedir.

SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nde Rusya ile geliştirilen ilişkiler günümüze dolaylı ya da doğrudan etki etmektedir. Özellikle yapılan antlaşmalar ikili ilişkilerin gelişmesini sağlamıştır. Moskova Antlaşması ile Doğu sınırlarının belirlenmesi ve Kars Antlaşması ile netlik kazanması günümüzde mühim bir konudur. Çünkü oluşabilecek sınır sorunlarına karşı şuanki Türkiye’nin elinde Kars Antlaşması vardır. Ayrıca Moskova Antlaşması’nın yapıldığı dönemlerde Türkiye Kurtuluş savaşı sürecindeydi ve bu sürece Rusya destek vermişti. Kısacası Rusya’nın destekleri göz ardı edilemez fakat Mustafa Kemal Atatürk’ün uyguladığı dış politika ile geliştirilen ilişkiler ve Türkiye’nin dış politikada tanınması ve saygı duyması gerçeği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün stratejik zekâsı yadsınamayacak kadar büyük bir öneme sahiptir. Günümüzde Rusya ile ilişkilerde sorunlar olsa da geçmişte geliştirilen ilişkiler sorunların çözüme kavuşmasında etkilidir.

 

Kaynakça

  • Küresel Ekonomide Türk Girişimcilerin Rolü ve Lobi Faaliyetleri. (2009). Türkler Buluşuyor (s. 67-77). Dünya Türk İş Konseyi.
  • Ateş Uslu, E. A. (2015). Milli Mücadele’de Emperyalizm ve Baıyla İilişkiler. G. Atılgan, E. A. Aytekin, E. D. Ozan, C. Saraçoğlu, M. Şener, A. Uslı, et al. içinde, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat (s. 183). İstanbul: Yordam Kitap.
  • DUMAN, Ö. (tarih yok). Atatürk Döneminde Türkiye-Rusya İlişkileri. 01 06, 2022 tarihinde atatürkansiklopedisi: https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ataturk-doneminde-turkiye-rusya-iliskileri-1919-1938/ adresinden alındı
  • Montreux Boğazlar Sözleşmesi. (tarih yok). 03 04, 2022 tarihinde https://www.kiyiemniyeti.gov.tr: https://www.kiyiemniyeti.gov.tr/userfiles/file/mevzuat/Montreux%20Bo%C4%9Fazlar%20S%C3%B6zle%C5%9Fmesi.pdf  adresinden alındı
  • TELLAL, E. (2002). 1921 Moskova Antlaşması. B. O. (ed) içinde, Türk Dış Politikası (s. 173-174). İstanbul: İletişim Yayınları.
  • TELLAL, E. (2002). 1930’ların İlk Yarısında İlişkiler. B. O. (ed) içinde, Türk Dış Politikası (Cilt I, s. 319). İstanbul: İletişim Yayınları.

Klonlamaya Genel Bir Bakış

Son birkaç yılda klonlama veya klon kelimelerini gerek ütopik gerek distopik şekillerde oldukça sık duymaktayız. Hayatımıza yakın zamanda girmiş olsa da, biraz geriye gidip bakacak olursak klonlama, Eski Yunanca ‘klôn’ kelimesinin önce İngilizceye, oradan da Türkçeye geçmesiyle kullanmaya başladığımız bir kelimedir. En temelinde kopyalama anlamına gelse de pek çok bilim disiplini kendi içinde farklı tanımlamalarda kullanmaktadır. Bu yazıda klonlamayı biyolojik bir terim olarak ele alacağız. Bu bağlamda klonlamayı öncelikle moleküler klonlama ve doku veya organizma klonlama olmak üzere iki alt başlığa ayırmaktayız.

Moleküler Klonlama

Moleküler klonlama dediğimiz gen klonlamasıdır. Bu işlem, bir genin konak adını verdiğimiz başka bir hücreye aktarılması ve bu konak hücrenin pek çok kez bölünmesiyle daha önce yerleştirmiş olduğumuz genin sayısının artırılması esasına dayanmaktadır. Örneğin diyabet hastalarının tedavi amaçlı kullandığı insülin hormonu bu esasa dayanarak üretilmektedir. İnsülin protein yapıda bir hormondur ve hücrede belirli bir gen tarafından kodlanarak üretilir. Kişide insülin üretimi çok az olduğunda ya da hiç olmadığında, insülini kodlayan bu gen bir konak hücreye, genellikle bir bakteri olan Escherichia coli’ ye, aktarılarak bu genin sayısı dolayısıyla genin kodladığı protein sayısı artırılır. Daha sonra bu proteinler izole edilip, saflaştırılarak insana vermeye hazır enjeksiyonlar elde edilir (Can, 2015: 24 ).

Doku veya Organizma Klonlama

Klonlamaya Genel Bir Bakış

Organizma klonlama, tek atadan genetiği birbirinin aynı olan organizmaların sperme ihtiyaç duyulmadan (tıpkı eşeysiz üremedeki gibi) üretilmesidir. Memelilerde bu işlem iki farklı teknikle yapılır. Birincisi embriyo ayırma yöntemidir. Hâlihazırda bulunan bir embriyonun, gelişiminin ilk evrelerinde, henüz birkaç hücreli iken mikrocerrahi yöntemlerle hücrelerinin ayrılması, sonrasında farklı rahimlere yerleştirilerek gelişmesidir (Bağcı, 1997: 4). İkinci yöntem somatik hücre çekirdeği transferidir. Yetişkin bir canlıdan bir vücut hücresi alınarak genetik bilgisi ayrıştırılır ve bu genetik bilgi (genetik bilgisi çıkartılarak içi boşaltılmış) başka bir yumurta hücresine aktarılır ve bu şekilde yapay döllenme sağlanır (Seyalıoğlu vd., 2007: 1). Daha sonra bu yumurta hücresi başka bir dişinin rahmine aktarılır. Doku klonlama ise rahime yerleştirme aşamasına kadar diğer yöntemlerle aynıdır fakat bu işlemde embriyo bir rahme yerleştirilmeden belirli bir aşamaya kadar laboratuvar ortamında geliştirilip, embriyonik kök hücreler alınır. Bu hücrelerin vücuttaki hemen hemen her dokuya dönüşebilme yeteneğinden yararlanılarak kişi için çeşitli potansiyel doku veya organlar üretilebilir. Ayrıca kişinin kendi genetik bilgisini içereceğinden vücut tarafından yabancılanmaması ve immünolojik bir uyumsuzluk oluşturmaması beklenmektedir (Wobus, 2001: 1,9).

Dünyada Klonlama

Dünyada, hayvanlarda klonlama, 1968 yılında kurbağa yumurtalarının çekirdeklerinin yani genetik bilginin çıkarılıp ya da ultraviyole ışınlar kullanılarak inaktif hale getirilip, daha sonra farklı kurbağa dokularının çekirdeklerinin bu yumurta hücrelerine aktarılmasıyla birlikte çok küçük başarı oranlarıyla da olsa başlamıştır (Gurdon, 1968: 1-2). Çalışmalar 1970 yılında bitkilerde devam etmiştir. İlk klonlanan bitki ise havuçtur. 1980’li yıllarda hayvan klonlamaları, rekombinant DNA teknolojisiyle hız kazanmış ve fare, tavşan, at, sığır ve maymun gibi pek çok hayvan klonlanmaya başlamıştır. Ne var ki bu klonların hepsi embriyonik hücre çekirdekleri kullanılarak, yani zaten bir organizmaya dönüşme yeteneği olan hücrelerin çekirdekleri başka hücrelere aktarılarak elde edilmiştir.

5 Temmuz 1996’da, bir vücut hücresinden, bir organizma oluşturma potansiyeli olmayan hücrelerden, alınan çekirdekle üretilen ilk hayvan olan ve bugün çoğu kişinin klonlamayla onun sayesinde tanıştığı koyun Dolly dünyaya geldi (Bağcı, 1997: 2). Kendisi de 6 kuzu dünyaya getirdi. Dolly ortalama ömrü 11-12 yıl olan bir Finn Dorset koyunuydu. Fakat 14 Şubat 2003’te, 6 yaşında, ilerleyen bir tür akciğer kanserine sahip olduğu gerekçesiyle ötanazi edildi. Tabi ki bu erken ölümü onun bir klon olmasına bağlayanlar oldu fakat Dolly’nin bütün yaşamını geçirdiği Roslin Enstitüsü’nden bilim insanları bu ikisi arasında bir bağ olmadığını savundu. 2018 yılında ise Çin’de, Dolly’nin üretildiği teknik kullanılarak ikiz maymunlar üretildi. Günümüzde teknolojinin hız kazanmasıyla klonlama çalışmaları ivmelenerek devam etmektedir.

Türkiye’de Klonlama Çalışmaları

Türkiye’nin ilk klon koyunu olan Oyalı 21 Kasım 2007 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde dünyaya geldi. Prof. Dr. Sema Birler başkanlığındaki uzman bir ekip tarafından klonlandı. Bu proje, TÜBİTAK ve Devlet Planlama Teşkilatı tarafından desteklenmişti.

Oyalı, 30 Mart 2011’de sezaryen operasyonla ‘Bahar’ adında bir dişi kuzu dünyaya getirdi. Dünyada da en uzun yaşayan klonlar arasında bulunan Oyalı, 16 Nisan 2012’de, bir akciğer enfeksiyonundan dolayı yaşamını yitirdi.

Oyalı’nın yanı sıra 2009’da TÜBİTAK, İstanbul, Uludağ ve Namık Kemal Üniversiteleri arasında yapılan iş birliğiyle ‘Anadolu Yerli Sığırlarının Klonlanması’ projesi kapsamında Nilüfer ve Kiraz adında iki sığır klonlanmıştır. Üstelik bu sığırlar 2020 yılında torunlarının torunlarını da görmüşlerdir.

Günümüzde, dünyada olduğu gibi ülkemizde de klonlama çalışmaları moleküler düzeyde veya hayvan-bitki çalışmaları olarak devam etmektedir. İnsan üzerinde klonlama çalışmaları ise dünya genelinde yasaklanmış, yalnızca belli başlı ülkelerde tedavi amacıyla kullanımı serbest bırakılmıştır. Ülkemizde ise ne amaçla olursa olsun insan üzerinde yapılacak klonlama çalışmaları, TBMM tarafından imzalanan uluslararası bir sözleşmeyle yasaklanmıştır.

 

 

Kaynakça

  • Bağcı, H. (1997). “Klonlama Teknikleri ”. M.Ü Tıp Dergisi, Sayı: 14 (1), s. 1-15.
  • Can, C. ( 2015). Rekombinant İnsan İnsülin Peptidinin Bakteriyal Ekspresyon Sistemi Kullanarak Üretimi. Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü, Ankara.
  • Gurdon, JB, (1968). “Transplante Çekirdekler ve Hücre Farklılaşması”. Scientific American , Sayı: 219, s. 24-35.
  • Seyalıoğlu, İ., Eraslan, B. Ş., Hot, İ., Demircan, T. ve Çetin, G. (2007). “ Klonlamaya Genetik, Etik ve Hukuksal Açıdan Yaklaşım”. Adli Tıp Dergisi, Sayı: 21 (2), s. 31-45.
  • Uludağ Üniversitesi (2020, 23 Ekim). Klon Sığır Ailesi Büyüyor. Elde Edilme Tarihi: 9 Mart 2022, https://www.uludag.edu.tr/haber/view/9320/klon-sigir-ailesi-buyuyor
  • Bakırcı, M. Ç. (2015, Haziran 10). Kopya Koyun Dolly Nasıl Klonlandı?. Elde Edilme Tarihi: 2 Mart 2022. https://evrimagaci.org/kopya-koyun-dolly-nasil-klonlandi-3673
  • Wobus, Anna M., (2001). “Embriyonik Kök Hücrelerin Potansiyeli”. (Ed. Detlev Ganten). Tıbbın Moleküler Yönleri. Elsevier , Sayı: 22, s.149-164.
  • Yolcu, Ö. (2011, 21 Kasım). Türkiye’nin İlk Klon Koyunu Oyalı Dört Yaşında. Elde Edilme Tarihi: 7 Mart 2022, https://www.istanbul.edu.tr/tr/duyuru/turkiyenin-ilk-klon-koyunu-oyali-dort-yasinda-