Dünya ve Türk basınında sıcak gündemlerden biri olan Rusya ve Ukrayna arasında devam eden çatışma sürecini anlamak için öncelikle Rusya ile Ukrayna arasındaki krizin arka planını incelemek gerekir. 1991’de SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan Ukrayna ve Belarus Rusya ile ilişkilerini devam ettirerek “Bağımsız Devletler Topluluğunu” kurmuştur. Rusya’nın amacı ticari ilişkilerini geliştirerek yeni bağımsız olan bu devletlerde kendine yakın hükümetler kurulmasını sağlayarak nüfuz alanını devam ettirmek istemesidir. Ancak Ukrayna’da durum Rusya’nın aleyhine olmuş ve Ukrayna,Batı ile ilişkilerini güçlendirmek için adımlar atmaya başlamıştır. Kiev meydanında gösteri yapan Ukraynalıların “geleceklerinin AB ve NATO’dan geçtiğini” (Sağlam, 2014, s.435) dile getirmeleri de Batı yanlısı bir politika izlendiğinin somut göstergelerinden biridir.
Rusya açısından Ukrayna oldukça önemli bir devlettir. Ukrayna, Avrupa ile Rusya arasında tampon niteliğindeyken aynı zamanda Rus gazının taşınmasında tercih edilen bir güzergâhtır. Ayrıca Sovyet döneminde Rusya’nın tahıl ihtiyacının karşılanmasında verimli bir kaynak, Karadeniz’de Rus faaliyetleri için stratejik limanlara sahip olan bir ülkedir. 2008 yılında NATO’nun Bükreş’te yapılan toplantısında Rusya için önemli iki devlet olan Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğinin gündeme gelmesiyle gelecekte Rusya ile NATO’nun karşı karşıya geleceği ve güç mücadelesinin ortaya çıkacağının (Birsel, 2012, s.117) işaretleri ortaya çıkmıştır. Ukrayna’nın AB ile ilişkilerini geliştirmek amacıyla Ortaklık Antlaşması imzalaması beklenirken bu süreci askıya alması Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik politikalarında yeni adımlar atmasına neden olmuştur. Putin, 2013’de Ukrayna’ya Avrasya Gümrük Birliğine katılma çağrısında bulunmuş, Yanukoviç ile bu yönde görüşmeler gerçekleştirmiştir (Cura, 2016, AA). Yanukoviç’in AB ile yapılan antlaşmaların uygulanmasında olumsuz tavırlar sergilemesi, ekonomik ilişkilerin kötüye gitmesi ve Rusya’nın baskılarının artması Ukrayna’da istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir.
2014 yılında dönemin Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç’in ülkede başlayan protestoların ardından istifa etmesi sonucu ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan Rusya “Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile ilişkilerini geliştireceği, ardından da NATO’ya üye olacağı ve bu durumun da kendisi için bir tehdit oluşturacağı endişesiyle kendisi için stratejik öneme sahip olan Kırım’ı (Konak,2019, s.85)” ilhak etmiştir. Kırım’ın Rusya’ya katılması Donbas bölgesindeki ayrılıkçı gruplar için bir emsal teşkil etmiş ve bölgede çatışmalar ve gösteriler devam ederken Rusya bu gruplara Rus yanlısı olmaları nedeniyle destek vermiştir. Rusya’nın Donbas bölgesindeki bu ayrılıkçı cumhuriyetleri desteklemesinin nedeni hukuki anlamda “tanıma” yolu ile meşruiyet kazandırarak, bölgede askerlerini konuşlandırmak ve olası bir Ukrayna müdahalesinde kolayca bölgeye ulaşabilmektir. Ancak ne kadar hukuki gibi görünse de mevcut bölge Ukrayna’nın toprakları arasında kaldığı için bu girişim hukuka aykırıdır.
Donetsk ve Luhansk bölgeleri, Rusya, Ukrayna, AGİT’in de taraf olduğu Minsk Antlaşması sonucu ateşkes ilan edilmesine rağmen bölgedeki çatışmaların durdurulmasında etkili olmamıştır. 2015’te üç garantör devlet (Rusya, Almanya, Fransa) ile Ukrayna kapsamlı bir ateşkes ve barış anlaşması imzalanarak kriz çözümlenmeye çalışılmış ancak bölgedeki gerilim sona ermemiştir.
Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in 21 Şubat 2022’de yaptığı açıklamada “tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden sözde Donestsk ve Luhansk Cumhuriyetlerini tanıma kararını onayladıkları” ifadelerine yer vererek Ukrayna’nın toprak bütünlüğü aleyhine bir hamle yapmıştır. Bu iki cumhuriyet ile yaptığı savunma antlaşmalarını gerekçe göstererek Rus askeri birlikleri bölgeye konuşlandırılmıştır. Bu durum 2015 yılında imzalanan Minsk Antlaşmasının açıkça ihlalidir. Birleşmiş Milletler Antlaşması 2/4. Maddesi;
“Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar” ifadeleriyle bir devletin başka bir devletin egemenliğine aykırı bir şekilde kuvvet kullanılmasını yasaklamaktadır. Rusya’nın Ukrayna’ya düzenlediği saldırılar açıkça Birleşmiş Milletler Şartı’na aykırıdır. Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne karşı işlenen her türlü saldırıda Ukrayna askeri kuvvetleri meşru müdafaa hakkı kapsamında karşılık verme hakkına sahiptir.
Ukrayna’dan yapılan yayınlarda sivil halkın, çocukların ve yerleşim yerlerinin saldırılar sonucunda zarar gördüğü bilinmektedir. Bu durum Uluslararası Hukuku açısından önemli belgelerden biri olan 1949 Cenevre Sözleşmelerine göre Rusya tarafı olduğu bu antlaşmayı da ihlal etmektedir. İki büyük Dünya Savaşı’ndan sonra barışın yeniden tesisi ve korunması amacıyla kurulan Birleşmiş Milletlerin kuvvet kullanma dahil her türlü önlemin alınmasında etkili olacak organı olan Güvenlik Konseyi de Rusya’nın aleyhine alınacak her türlü kararı engellemek için veto hakkını kullanması nedeniyle büyük bir çıkmaza girmektedir. Güvenlik Konseyi dönem başkanlığının da Rusya’da olması bu saldırının önceden planladığı yönündeki şüpheleri de kuvvetlendirmektedir.
Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı eylemlerini durdurmak amacıyla uluslararası toplum çeşitli yaptırımlar uygulayabilir. Avrupa Birliği üyesi olan ve eskiden SSCB hakimiyetinde olan Estonya, Letonya, Litvanya gibi devletler Rusya’nın saldırgan tavrı karşısında askeri müdahale seçeneğine daha yakın devletler arasında yer almaktadır. AB, 2014’ten bu yana Rusya’nın bölgedeki faaliyetleri nedeniyle Rus şirketlerinin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlamak, ithalat ve ihracatlarını engellemek gibi önlemler almıştır. AB, Rusya’nın Minsk Antlaşmasına uymadığını gerekçe göstererek yaptırımları 6 ay daha uzatacağını[1] açıklamıştır. Rusya’nın saldırılarını devam ettirmesi halinde ekonomik olarak ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalması olasıdır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Rusya’nın veto etmesi nedeniyle karar alamaması halinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “barış için birlik” yöntemini uygulanarak Rusya’ya karşı çeşitli yaptırımlar uygulanmasını sağlanabilir. Barış için birlik yöntemi;
“Güvenlik Konseyi; barışın tehdidi, ihlâli veya saldırı fiilinin mevcut göründüğü herhangi bir durumda, daimî üyeleri arasında oybirliği olmadığından dolayı uluslararası barış ve güvenliği korumaya yönelik aslî sorumluluğunun gereğini yerine getirmekte başarısız olduğu takdirde, Genel Kurul uluslararası barış ve güvenliği muhafaza etmek veya tekrar tesis etmek için, barışın ihlâli veya saldırı fiilinin varlığı hâlinde, silâhlı kuvvet kullanılması dâhil üye devletlere müşterek tedbirlerin alınmasına yönelik uygun tavsiyeleri belirlemek üzere konuyu derhal ele alacağını kararlaştırır. Genel Kurul toplantı hâlinde değilse, söz konusu talebi takiben yirmi dört saat içinde olağanüstü toplanabilir. Bu tür bir olağanüstü toplantı, Güvenlik Konseyinin herhangi bir yedi üyesinin oyu veya BM üyelerinin çoğunluğu tarafından talep edildiği takdirde yapılacaktır…” (Topal, 2014, s.115) şeklinde ifade edilmektedir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2/3 çoğunluğuyla kuvvet kullanma dahil her türlü yaptırım kararının alınması mümkündür. Mevcut durumda Rusya, barış için birlik kararı şartlarından olan barışın tehdidi, saldırı fiilinin gerçekleşmiş olması ve barışın bozulması koşullarını gerçekleştirmiştir. Ukrayna ve Rusya temsilcileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda diplomatik yollardan barış sağlanamazsa uluslararası toplum bu duruma sessiz kalmamalı bir an önce barışın yeniden tesisi için harekete geçmelidir.
KAYNAKÇA
BİRSEL, H. (2012), “Başlangıçtan Günümüze NATO Sorunsalı “Madalyonun İki Yüzü”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2012, Sayı 25, s.109-124.
HÜSEYNOV, F. (2003), “Bağımsız Devletler Topluluğunun Oluşumunun Hukuki Boyutları”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 52, Sayı 4, s.387-401.
KONAK, A. (2019), “Kırım’ın İlhakı ile Sonuçlanan Ukrayna Krizi ve Ekonomik Etkileri”, Uluslararası Afro-Avrasya Çalışmaları Dergisi, Cilt 4, Sayı 8, s.80-93.
SAĞLAM, M. (2014), “21. Yüzyılda Küresel Rekabetin Zemini Ukrayna”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 69, Sayı 2, s. 435-444.
TOPAL, A.H. (2014), “Uluslar arası Barış ve Güvenliğin Sürdürülmesi Kapsamında Barış İçin Birlik Kararının Uygulanabilirliği” ,Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Sayı 19, s.101-126
The Ottoman Empire had ruled, for better or worse, a vast collection of lands for about 600 years. While ruling an empire from Anatolia to Morocco, they employed a very systematic structure of ruling personnel class. That privileged ruling class was called “Asker” and the rest of the Empire, the community, was called “Reaya”. The “Asker” class branches into three; the first and most famous one is “Seyfiyye”, which was primarily concerned with the military and ruling aspects of the Empire, the second one is “Kalemiyye” which was the diplomatic class who dealt with the paperwork. The last and most privileged amongst the “Asker” class is “Ilmiyye” which was the complete body of the Empire, from education to the justice system. This was the Ilmiyye class who policed the laws, educated the students, and protected the rights of people. The main aim of this article is to form a frame for Ilmiye class, its members, its functioning, and some well-known people from this class as much as possible. Due to the lack of certain suffixes and prefixes in English, I employed certain suffixes (s/ es) in parenthesis to show their plural form.
As in other Islamic states and empires, in the Ottoman Empire, the class whose duty is to reveal knowledge and reality by doing science was immensely important. In Ottomans, Ilmiyye class is the class which consists of Muslims and mostly Turks, who have graduated from madrasah with ratification, called icazet, and permission, and who are occupied in issuing fatwas and enacting laws by going into sacred texts such as Quran and the sunnah of the Prophet Muhammad (İpşirli, 2000). In Islamic tradition, since knowledge (‘ilm) and justice are closely related to the religion itself, in our case Islam, most of the scientists and jurists of Muslim empires are men of the cloth.
Kadi
It would be beneficial to define and introduce the key positions in Ilmiyye. First and foremost, the core element of the whole Ilmiyye class is “Kadı”. Its systematization was created by Mehmet The Conqueror. After they graduate from the madrasah, students have to go on a training course called Mülazemet (İpşirli, 2020). They have been appointed to their positions during a certain time called Müddet-i Örfiyye (Customary Time) which is approximately two years (Ortaylı, 2018). They were being appointed to every single corner of the empire they were the symbols of empery and the sultanate (Ortaylı, 2001). As might be expected, not every Kadi positions are at the same level and importance. There are low-level Kadi positions called Kaza Kadılığı (Township Kadi(s)), and there is high level and very important positions called Mevleviyet. Mevleviyet positions are immensely important and, because of their importance, they need to improve their
education and merit. The people who have the mevleviyet positions were entitled as Mevâli. Mevleviyet positions were divided into four-degree, the most important ones are “Bilad-ı Hamse (The Five lands which are Damascus, Bursa, Egypt, Plovdiv, and Edirne) and Haremeyn Kadılıkları (Two Sacred Lands Kadi(s) which are Makkah and Madinah), after respectively Rumelia and Anatolia Kadi and Istanbul Kadi (Unan, 2004). If we have wanted to talk about the duties that Kadi had to do, we will immediately understand that Kadi is not just a judge or law officer. One of his duties is to provide a safe transit and apparatus for the army in times of campaign. He was also responsible for the local security with Subaşı (commissioner of police) and his local gendarmerypower. He was also responsible for the duties of the notary’s office, he is the one who approves the documents of local people and ensures their trade and agreements. One of his responsibilities is to inspect the architectural documents of a certain building to check whether it is permissible by the law. Last but not least, he has the duty of patrolling and stalking the market (Ortaylı, 2018). In Ottoman Empire, it is one of the extreme felonies which altered and manipulated the prices of goods and materials which are crucial for the community. It is impossible to sell goods under the limit which was settled upon by a certain guild. Since it is predatory pricing and has not any side which is allowed by Islamic and Customary Laws, and it aims to eliminate the competitors, this kind of act is harshly and severely punished by Kadi(s). Such that, sometimes the punishment which Kadi has adjudicated upon can be severer than it should be. If this is the case, every single person in the Ottoman Empire had the right to appeal to Kazaskerlik Dairesi (Kazasker Office) to demand the case to be heard again. If this is the case, the case was heard by Kazasker or Sadrazam (Grand Vizier) himself.
As I mentioned before, the law is exceedingly bound with religion. Due to that, while giving a ruling, they excessively consult to the fatwas of mufti, the person whose duty is to give fatwas when they are asked by the people and kadi. Sometimes, Kadi can ask a certain topic if he cannot solve the case with available and present fatwas. When they asked the Mufti, if there is not another circumstance related to the case, they are strictly needed to obey the fatwa provided by Mufti. Peradventure they do not, they need to inform the Kazasker Office. All the fatwas issued by Şeyhülislam (Shaykh al-Islam, head of the Ilmıyye class and the most authorized religious man in the Ottoman Empire) were rigorously needed to be abided by all the Kadi because fatwas of Şeyhülislam was considered as law.
Kazasker
Now, we can briefly introduce the rest of the members of the class. Since we have talked about virtually everything to do with the kadi, we will jump to Kazasker who is the head of the justice system. The history and the roots of the Kazasker office date back to the early times of the Islamic Empire of the Prophet Muhammad (PBUH). In the times of the prophet, the prophet himself heard the cases amongst the soldiers, nonetheless, after his decease, caliph Umar Ibn Hattab appointed a person as army kadi for the first time in history, called kadilcund (literal translation is army kadi), and the history of army court has started in Islam. This position has evolved so many times until it became its last and, maybe, absolute phase, Kazasker (The word comes from kadi (قـــاضـــي) and asker (عـــسكر)). This position has legally established in the reign of Murad The First, Hüdavendigar, in 1361 (İpşirli, 2021). Nevertheless, its institutionalization has completed in the times of Mehmet The Second, The Conquerer, and divided into two, known as Rumeli and Anadolu Kazaskerliği. Since they are superior to ordinary kadi and all of the mevleviyet kadi, they usually hear the cases in which there are doubts of one of the sides and also some serious cases that lead to domestic turmoil. He has been responsible for the cases related to murder, inebriety, debauchery, burglary, adultery, and homicidal attempts by a weapon. (İpşirli, 2021) Kazasker was a kind of court of cassation or supreme court because if there is dissatisfaction about the decision given by any kadi, everybody has the right to appeal for the Kazasker for the case to be heard again.
Şeyhülislam
Our yet another member of the Ilmiyye Class is Şeyhülislam. As it can be understood from the name, he is “the head of the Islam and Ilmiyye”. He was the superlative amongst all members of Ilmiyye. He is the most knowledgeable and liable person between the ulema, or maybe this is the aim. Unfortunately, despite his all privilege, his authority and duties are limited when it comes to comparing with Kazasker. In Ottoman Empire, the Mehmet The Conquerer was the person who initially used Şeyhülislam word for describing the head of the ulema. Nevertheless, until the time of Suleyman The Magnificient, this position remained lower than Kazasker. When soon-to-be very renowned scholar, Ebussuud Efendi, introduced its commentary on Quran to Suleyman The Magnificient, the wage of this position has suddenly jumped, and literally, Şeyhülislam became the leader of the ulema and ilmiyye, both materially and spiritually (Uzunçarşılı, 2014). After that incident, Şeyhülislam has been started to hold responsible for the appointments of Kazasker(s), Mevali Kadı(s), all of the muderris positions (madrasah scholars whose duty is to educate the students), just for the desire of the administration of making Şeyhülislam as an important person. However, Şeyhülislam, despite all of his privilege, was not a member of Divan-ı Hümayun (An imperial council led by the Grand Vizier where extremely important legal topics are discussed), however, sometimes he could be invited when it is thought that he can help to overcome a specific topic. Şeyhülislam(s) are appointed by the appeal of Grand Vizier to the sultan himself. Disembodiment is also carried out by Grand Vizier. As Uzunçarşılı mentions in his book (2014), there are plenty of Şeyhülislam(s) who were either executed or beheaded due to their inconvenient behavior or their support for insurgents of certain revolts. On paper, it is virtually impossible to kill a şeyhülislam because of his religious importance and his value before the community. Albeit, in the reign of Murad IV, for the first time in history, because of doubts about him supporting the insurgents and aiming the dethronement of the sultan, Şeyhülsilam Ahî-Zâde Hüseyin Efendi was strangled (Uzunçarşılı, 2014). After that, there are a few incidents that eventually ends with the death of şeyhülislam. As I have said at the beginning of the article, the main aim of this paper was to provide basic information about a backbone class of the Ottoman Empire, Ilmiyye. All the errors and wrong interpretations made by me should be excused. My greatest thanks to dear Mehmet Ipşirli, Ilber Ortaylı and Ismail Hakkı Uzunçarşılı for their incomprehensive efforts to illuminate the area of Ilmiyye. This paper remains unfinished because of the immensity of the topic. Readers are strictly advised to dig deep into the books of aforesaid scholars to obtain enough and trustworthy knowledge.
References
İpşirli, M. (2020). Mülazemet. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 31, 536-537.
İpşirli, M. (2000). İlmiyye. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 22, 141-145.
İpşirli, M. (2021). Osmanlı İlmiyesi. İstanbul: Kronik Kitap.
Ortaylı, İ. (2018). Hukuk Ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti’nde Kadı. İstanbul: Kronik Kitap.
Ortaylı, İ. (2001). Kadı. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 24, 69-73.
Unan, F. (2004). Mevleviyet. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 29, 467-468.
Uzunçarşılı, İ. H. (2014). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları
(Photo) Yazar. (2019, October 20). Osmanlı Devletinde Kadılık. ANTBİLGİ. Retrieved February 20, 2022, from https://www.antbilgi.com/osmanli-devletinde-kadilik/
Attachment refers to the strong and permanent emotional bond between two individuals. It is mostly used to describe the relationship between a child and a caregiver. Newborn babies can develop attachment not only with their mothers but also with other adults who meet their basic physiological and psychological needs (Ainsworth, 1973; Bowlby, 1969). Adults who meet these basic care and love needs of infants are called primary caregivers, and this term is frequently used in attachment theory. Therefore, the primary caregiver can be the child’s mother, father, grandmother, or any adult who takes care of the child’s needs (Goldberg, 1991). The child’s proximity-seeking behavior with the primary caregiver when he/she feels sad or in danger is one of the important steps of attachment between the child and the adult (Bowlby, 1969).
The first studies on attachment were carried by John Bowlby and his colleagues (Cassidy,1999). Working as a psychiatrist at a Child Guidance Clinic in London in the 1930s, Bowlby was involved in the treatment of many emotionally damaged children and had the chance to observe the impact of the relationship between the child and the mother on child development in many aspects. He realized the impact of the infant’s separation from the mother at an early age on the child’s later maladaptive behaviors. In his collaborative studies with James Robertson, Bowlby (Bowlby and Robertson, 1952) observed that when separated from their mothers, children experienced intense anxiety and this anxiety did not decrease even if their nutritional needs were met by other caregivers. These findings contrast with the dominant behavioral theory of attachment, which considers nutrition as the main reason for the child’s attachment to his mother (Dollard and Miller, 1950). As a result of these observations, Bowlby developed the origins of attachment theory (Bowlby, 1969).
Attachment is defined by Bowlby as a “lasting psychological connectedness between human beings” (Bowlby,1969). In the study of Bowlby, it is suggested that attachment also has an important place in an evolutionary context. According to the evolutionary theory of attachment, infants have basic needs such as nutrition, protection, and care to survive. When attachment develops and these needs are met by the caregiver, the infants’ chances of survival increase. Therefore, the bond established between the child and the mother is more significant than nutrition according to the evolutionary theory (Bowlby, 1958).
In the studies carried out by Bowlby, it has been suggested that infants will first develop a single primary attachment (monotropy) with primary caregiver, and this attachment will form a secure base for their exploration of the world and their future relationships. Therefore, the positive or negative effects on this basic attachment process also affect the future life of the infants. It was also highlighted that there is a critical period for the development of attachment and this period covers approximately the first five years. If an attachment is not developed between the child and the caregiver during this critical period, this will cause negative consequences on the child’s mental, psychological and social development (Bowlby, 1969).
Bowlby’s empirical work on attachment were influenced by many different studies. One of them was a series of studies carried by Harry Harlow (Harlow,1958; Harlow,1965) which examine the bonding processes of newborn rhesus monkeys with their mothers.
In the studies of Harlow, the bonding processes of newborn monkeys with their mothers were examined during the 1950s and 1960s. It was observed that infant monkeys depend on their mothers in many ways such as nutrition, protection, and care. For this reason, the basic function of this bond was investigated (Harlow and Zimmermann, 1958).
The main reason for attachment is explained as a nutrition in the behavioral theory of attachment, and it was suggested that the baby will establish a bond with the person who meets her/his nutritional needs (Dollard and Miller, 1950). Contrarily, in the studies of Harlow, it is suggested that infants have an innate need for emotional comfort, and they meet this need with touching and hugging. It is also suggested in the study that attachment is based on the “tactile comfort” that the child receives from the caregiver in line with this need (Harlow, 1958).
The studies of Harlow have been carried out in different forms. In one of these studies, newborn rhesus monkeys were isolated from birth. They were held for different periods, such as three months, six months, nine months, or a year, without any contact, either with each other or anyone else. After different periods of isolation, these monkeys were put back among the other monkeys and their attachment and adaptation behaviors were observed. After isolation, weird behaviors had been observed in monkeys. For instance, they were afraid of other monkeys, couldn’t communicate with them, and became aggressive. In addition, it was observed that they exhibited self-harming behaviors such as pulling their hair and biting their arms and legs as a result of their difficulty in the adaptation process (Harlow and Zimmermann, 1958).
According to the results of the research, it was observed that isolating the monkeys and preventing them to form attachments had a lasting effect on them. It was noticed that the duration of isolation played a decisive role in the size of this effect. In other words, monkeys isolated for 3 months were least affected compared to others, while monkeys isolated during one year were the group that experienced attachment difficulties most intensely (Harlow and Zimmermann, 1958).
In another study conducted by Harlow, infant monkeys were separated from their mothers after birth and placed in a cage. In these cages where the monkeys were placed one by one, there were two mother figures, one made of wire and the other covered with a soft towel. In the cages of four monkeys, there was the milk on the mother figure made of wire, while the milk was on the mother figure covered with a soft towel in the the other four monkeys’ cages. The study was continued for 165 days (Harlow. 1958)
As a result of the research, it was observed that the monkeys in both groups spent more time with the mother figure covered in a soft towel. The monkeys only went to the wire mother figure when they were hungry and went back to the mother figure covered with the soft towel again. It was also observed that when a frightening object was placed in the cage, infant monkeys tried to protect themselves and calm down by hugging the mother figure covered with a soft towel. These results support the evolutionary theory of attachment, which emphasizes the importance of security and caregiver sensitivity in the attachment (Harlow, 1958).
In these studies conducted by Harlow, it was concluded that in the critical period, which is the first month of their life, newborn monkeys need to bond with an object and hold on to it to maintain their normal development. In addition, it was observed that the newborn monkeys were emotionally damaged due to being away from the mother during the critical period and not being able to develop attachment. It was highlighted that this damage could be reversed when the monkeys developed attachment before the end of the critical period. However, when attachment could not be developed during and after the critical period, being in contact with mothers and peers afterward did not change this damage (Harlow,1958).
The studies and experiments conducted by Harlow have been ethically criticized. As a result of experiments to observe attachment behavior and the effects of deprivation, it was clear that the monkeys in the study were emotionally damaged. Also, it was observed that the female monkeys included in the experiment displayed harmful behaviors towards their offspring when they became parents. Besides these criticisms, Harlow’s studies had a valuable impact on issues such as attachment in newborns, the consequences of early separation from the mother, and the development of social behaviors. These findings supported Bowlby’s work and contributed significantly to the development of attachment theory.
In conclusion, considering the results obtained in many studies, it is clear that attachment theory has remarkable effects on the social, cognitive and emotional development of individuals. In addition, attachment theory offers important perspectives on the fundamentals and dynamics of close relationships (McLeod, 2009).
References
Ainsworth, M. D. S. (1973). The development of infant-mother attachment. In B. Cardwell & H. Ricciuti (Eds.), Review of child development research (Vol. 3, pp. 1-94) Chicago: University of Chicago Press.
Bowlby, J., and Robertson, J. (1952). A two-year-old goes to hospital. Proceedings of the Royal Society of Medicine, 46, 425–427.
Bowlby, J. (1958). The nature of the childs tie to his mother. International Journal of Psychoanalysis, 39, 350-371.
Bowlby J. (1969). Attachment. Attachment and loss: Vol. 1. Loss. New York: Basic Books
Cassidy J (1999). “The Nature of a Child’s Ties”. in Cassidy J, Shaver PR. Handbook of Attachment: Theory, Research and Clinical Applications. New York: Guilford Press. pp. 3–20
Dollard, J. & Miller, N.E. (1950). Personality and psychotherapy. New York: McGraw-Hill
Goldberg, S. (1991). Recent Developments in Attachment Theory and Research. The Canadian Journal of Psychiatry, 36(6), 393–400. doi:10.1177/070674379103600603
Harlow, H. F. & Zimmermann, R. R. (1958). The development of affective responsiveness in infant monkeys. Proceedings of the American Philosophical Society, 102,501 -509.
Harlow HF. The nature of love. American Psychologist. 1958;13(12):673-685. doi:10.1037/h0047884
Lorenz, K. (1935). Der Kumpan in der Umwelt des Vogels. Der Artgenosse als auslösendes Moment sozialer Verhaltensweisen. Journal für Ornithologie, 83, 137–215, 289–413.
Sadrazamlık veyahut sadaret makamı, Osmanlı devlet teşkilatı içerisinde büyük bir öneme sahiptir. Tarihi geçmişine baktığımızda Türk-İslam devletlerinde ve bilhassa Selçuklular’da bulunan, baş vezirlik makamının bir devamı olarak kabul edilen (İpşirli, 2008, s. 414-415) ve takriben 15. yüzyılın ortalarına doğru yaygınlaşan sadrazam tabiri, daha önceki dönem kaynaklarında genellikle vezir-i azam şeklinde geçmektedir (Kaşıkçı, 2016, s. 112). Padişahlıktan sonra en yüksek makam olan, hatta zaman zaman alınan kararlarda padişahı dahi devre dışı bırakan sadrazamlık makamına tarih içerisinde birçok nevi şahsına münhasır devlet adamı getirilmiştir. Bu görevde bulunmuş devlet adamlarından bir tanesi de, üç buçuk sene makamda kalmasına rağmen tarihi seyre azımsanmayacak bir şekilde etki eden Damat Ali Paşa’dır. Ali Paşa’nın sadaret döneminde Osmanlı Devleti askeri ve siyasi yenilgiler silsilesi neticesinde buhranlı bir dönem geçirmektedir. Bu sıkıntılı dönem içerisinde Sadrazam Ali Paşa bir taraftan siyasi ehliyeti, diğer taraftan ilim ile münasebeti hasebiyle dikkat çekmektedir. Paşa, Karlofça Antlaşması ile Lale Devri arasındaki dönemde, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen Petrovaradin Savaşı’nda şehit düşmüş ve Osmanlı’nın hezimeti, savaştan 2 yıl sonra başlayan Lale Devri’ne yol açan saikler zincirinin son halkası olmuştur. Bu yazıda, Ali Paşa’nın hayatını, kişiliğini ve şehadetini içerisinde bulunduğu dönem çerçevesinde genel bir değerlendirme ile ele alacağız.
Ali Paşa, günümüzde Bursa’nın Orhangazi ilçesine bağlı, doğal güzellikleri ile halen dikkat çekmeye devam eden İznik Gölü kenarındaki Sölöz köyünde dünyaya geldi (Özcan, Sevinç, 2019, s. 449). Doğum tarihi konusunda dönemin kaynaklarında net bir bilgi olmadığı için bu noktada ihtilaflar mevcuttur. Bazı batılı kaynaklarda (örneğin “The Encyclopaedia of Islam”) 1667 tarihinde doğduğu yazmasına rağmen (R. ve diğerleri, 1986, s. 395) diğer kaynakların ekseriyetinde, Ali Paşa’nın vefatında otuz beş yaşında olduğu konusunda mutabakat vardır. Dolayısıyla şehadetinin 1716 senesinde vuku bulmasından hareketle H.1093 (M.1682)’de dünyaya geldiği söylenebilir (Özcan, 2010, s. 433). Kaynaklarda, mezkur zâtın ismi farklı unvanlar ile anılmaktadır. Yerel kaynaklarda genel olarak “Silahdar, Damat, Şehit” gibi unvanlar ile birlikte zikredilen Ali Paşa’nın, Batılı kaynaklar tarafından kullanılan “Cin” lakabı muhtemelen kendisinin sadaret vazifesinden önce hokkabazlık ve sihirbazlık ile meşgul olmasından dolayıdır (Özcan, 2010, s. 433). Ali Paşa, babasının saray içerisinde muhtelif görevlerde bulunması hasebiyle II. Ahmet döneminde, henüz küçük sayılabilecek yaşta saray çevresine girme imkanı bulmuştur. Çorlulu Ali Paşa’nın silâhdarlığı sırasında kendisine intisap etmiş ve Çorlulu tarafından dönemin padişahı, kayınpederi II. Mustafa’ya takdim edilmiştir. Bu takdim neticesinde padişahın has kulları arasına dahil olmuş ve bu durum III. Ahmet’in cülûsundan sonra da aynen devam etmiştir (Özcan, 2010, s. 433). Nitekim ilerleyen süreçte sırasıyla sır katibi, rikabdar ve silahdar vazifelerini yerine getirmiştir (Süreyya, 1996, s. 274). III. Ahmet’in kızı Fatma Sultan ile izdivaç ederek payitaht ile olan bağını kuvvetlendirmiş ve sadrazam olmadan evvel dahi yönetimde tesiri her daim hissedilen bir kişi haline gelmiştir. Payitaht üzerindeki bu tesiri, sadrazam olacak kişinin belirlenmesinde söz sahibi olacak kadar da kuvvetlidir. Bunu özellikle Çorlulu Ali Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesinde ve Hoca İbrahim Paşa’nın sadrazamlığa tayininde görmek mümkündür. İlerleyen süreçte Hoca İbrahim Paşa’nın kendisi aleyhinde işler çevirdiği, hatta suikast hazırlığı içerisinde olduğu şüpheleriyle sadrazamı katlettirmiş ve 1713 senesinde kendisi sadrazamlığa yükselmiştir. Batılı birtakım kaynaklarda, Damat Ali Paşa’nın isteksiz bir şekilde sadrazam olduğu iddia edilse de bu iddiayı destekleyen başka herhangi bir kaynağa rastlanmamaktadır. Dolayısıyla bu iddia zayıf bir görüş olarak kabul edilmektedir.
Ali Paşa’nın sadrazam olarak ilk icraatı Prut Antlaşması ile ilgili bazı pürüzleri gidermek oldu (Danişmend, 1972, s. 7). Esasında niyeti, selefleri gibi 1699 Karlofça Antlaşması’nda kaybedilen toprakları imkanlar elverdiğince geri almaktı. Venediklilerin Osmanlı ticaret gemilerine karşı taciz girişimleri, Karadağlıları isyana teşvik etmeleri, Mora’da bulunan Ortodoks halkın Katolik olan Venedik’in baskısı karşısında Osmanlı yönetimini arar hale gelmesi ve bunun sonucunda Mora’nın tekrardan Osmanlı topraklarına katılma düşüncesinin Osmanlılarca benimsenmesi diğer başlıca sebeplere örnek olarak verilebilir. Sefer hazırlıklarına başlamadan önce İstanbul’daki Venedik elçisi ile görüşen Sadrazam Ali Paşa, Venedik’e bizzat mektup gönderse de bir sonuç elde edemedi. Sonuçsuz kalan girişimlerin ve Venediklilerin antlaşmayı bozan fiilleri neticesinde Mora seferinin hazırlıklarına başlandı (Özcan, Sevinç, 2019, s. 453). O sırada İstanbul’da hazır bulunan İbrahim Müteferrika elçi olarak Avusturya’ya gönderilmiş ve Avusturya’nın, Osmanlı-Venedik arasındaki bu savaşta tarafsız kalmasını istemiştir (Özcan, Sevinç, 2019, s. 453-454).
İki taraf arasındaki gelişmeler neticesinde ordu sefer için yola çıkarak malum topraklara ulaştı. Bizzat Serdar-ı Ekrem Ali Paşa tarafından komuta edilen kara ordusu ilk hamlede Mora Kasteli’ni alırken, diğer taraftan İnebahtı, Preveze gibi önemli noktalar ele geçirilerek Kuzey Mora’nın; Navarin, Kodon gibi bölgelerin hakimiyetiyle de Güney Mora’nın fethi gerçekleşti (Özcan, 2010, s. 433). Dahası, sefer esnasında uzun zamandır fethi gerçekleştirilemeyen bazı ada ve kaleler de Osmanlı topraklarına dahil edildi (Sarıkaya, Göger, 2018, s. 102). Bu fetih itibariyle Ali Paşa’nın unvanları arasına “Mora Fatihi” de eklendi. Zafer sonrası Edirne’ye dönen Ali Paşa, meselenin henüz çözüme kavuşmadığı kanaatindeydi. Zira paşaya göre özellikle Korfu adasının fethi zaruri bir durumdu. Dolayısıyla yeni bir sefere çıkılarak, Venedik donanmasının yuvası haline gelen bu adanın ele geçirilmesi şarttı (Karagöz, 2019, s. 60). Önceki zaferi de yeni bir zafer ile taçlandırarak hakimiyeti kuvvetlendirmek icab ediyordu. Hazırlık sonrasında donanmayı Korfu’ya gönderip 100.000’i aşkın (bazı kaynaklara göre 120.000 civarı) bir ordu ile Avusturya istikametine doğru yönelen Serdar-ı Ekrem Ali Paşa, kabrine ev sahipliği yapacak olan topraklarda olduğundan bihaber, Belgrad civarında yapılan istişare sonrasında Varadin taraflarına gitmeyi uygun gördü (Petrovaradin Muharebesi’nin gerçekleştiği bölge). Avusturya kuvvetleri takriben 64.000 kadardı (Özcan, 2010, s. 433). Kayda değer bir bilgi olarak Avusturya ordusu içerisinde Comte de Bonneval veyahut Osmanlı tarihinde bilinen adıyla Humbaracı Ahmet Paşa da bulunuyordu (Özcan, Sevinç, 2019, s. 457).
Rumeli Beylerbeyi Sarı Ahmet Paşa’nın önerisiyle, ordu yorgunluğunu atana kadar hücuma geçilmedi. Rivayetlere göre Ali Paşa, uygun olan hücum vaktini belirlemek için Müneccim La‘lîzâde Abdülbâki’nin vereceği eşref saatini beklemiştir (Özcan, 2010, s. 433). Karşılıklı top atışları dışında herhangi bir teşebbüsün olmadığı günün ertesinde savaş başlamış ve öğlene kadar sürmüştür. Savaşın neticesi Osmanlı’nın hezimeti ve Serdar-ı Ekrem Ali Paşa’nın şehadetidir. Şehadeti ile ismine bir unvan daha ekleyen Ali Paşa, bundan sonra Şehit Ali Paşa olarak anılmaya başlanmıştır. Şehadeti konusunda kaynakların ekseriyetine baktığımızda benzer bilgiler yer alır. Muharebe meydanının sağ cenahında şehadete erişen Ahmet Paşa’dan sonra o bölgede bozulmalar meydana gelmiş ve bunun üzerine Ali Paşa, orduyu cesaretlendirmek amacıyla yalın kılıç bir vaziyette o tarafa hücum edince alnına isabet eden kurşun sonucu şehit olmuştur (Özcan, 2010, s. 434). Ordu dağılmış, asker başsız kalmış ve geri çekilmeye başlamıştır. Geçici olarak serdar-ı ekremliğe Sarı Ahmet Paşa gelmiştir. Bazı kaynaklar Ali Paşa’nın orada yaralandığı ve Karlofça’da son nefesini verdiği yönünde görüş bildirmişlerdir (Özcan, Sevinç, 2019, s. 458-459). Tarihçi Hammer’de Karlofça konusunda hemfikirdir (Yılmaz, 2017). Şehidin naaşı, Defterdar Efendi’nin kiler arabası ile Belgrad’a götürülüp Kanuni Sultan Süleyman Camii haziresine defnedilmiştir. Türbesi ise yirmi üç sene sonra, Belgrad tekrardan alındığında inşa edilmiştir.
Sadrazam Ali paşa, kaybedilen toprakları geri alma gayesinin ilk adımında başarılı olsa da, ikinci adımda kapı şehadete açılmış ve devlet hezimete uğramıştır. Osmanlı’nın 1711 Prut zaferi ile başlayan umudu, Mora’nın Fethi ile devam etmiş ancak Petrovaradin’de son bulmuştur. 1715-1718 Osmanlı-Venedik-Avusturya Savaşları’nın en mühim ve ağır muharebesi olan Petrovaradin, Osmanlı’nın binlerce askerine ve bazı stratejik topraklarına mal olmuştur. Bu olaylar zincirinin sonu da Lale Devri’nin miladı sayılan 1718 Pasarofça Antlaşması’na zemin hazırlamıştır.
1716 senesinde, mezkur devrin iki sene evvelinde gerçekleşen savaş zafer ile sonuçlansaydı muhtemelen Lale Devri’nin seyri çok farklı olacaktı. Belki de Ali Paşa unvanlarına daha nice unvan katacak, Osmanlı sadrazamları arasında ismini daha da yukarılara taşıyacak ve Lale Devri sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın tarihteki malum şöhretine gölge düşürecekti. Buna bir dayanak olarak İbrahim Paşa’nın, Ali Paşa’nın dul kalan eşi ile evlenerek damat olması ve siyasi bir kuvvet kazanması da gösterilebilir. Çünkü Ali Paşa şehit olmasaydı, Nevşehirli İbrahim Paşa Petrovaradin Savaşı’nda olduğu gibi katip veyahut başka devlet görevlerinde kalacak ve bu denli yükselemeyecekti. Bununla birlikte kimi tarihçiler tarafından Sokullu Mehmet Paşa’ya benzetilen Ali Paşa’nın, tarihi seyre etki etme noktasındaki potansiyeli ortaya konulmuştur.
Bu siyasi bağlamın dışında Ali Paşa’nın ilim ve dolaylı olarak kitaplar ile de ayrı bir münasebeti bulunmaktaydı. Nitekim kitaba ve ilme olan düşkünlüğü sonucunda birden fazla kütüphane kurmuştur. Bunların en meşhuru ve mühimi Şehzadebaşı’nda (günümüzde Vefa Lisesi içerisinde kalmaktadır) bulunan Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’dir (Erünsal, 2010, s. 435). Kütüphanenin devamlılığı için kurdurduğu vakfın tevliyet konusu ise dikkate değer bir mevzudur. Ali Paşa, çocuklarının tamamı vefat eder ve soyu tükenir ise vakfın tevliyetinin kölelerinden en uygun olanına, onlar da yok ise dindar bir kişiye aktarılmasını vasiyet etmiştir (Arslanboğa, 2020, s. 558). Bu ince hesabı ve hassasiyetinden de anlaşılacağı üzere Paşa, ilme ve ilmin devamlılığına büyük önem vermektedir.
Şehit Ali Paşa’nın ilme ve alime verdiği ehemmiyete delil olarak dönemin önemli şahsiyetlerinin hamiliğini üstlenmesi de gösterilebilir. Nitekim kendisinin hâmîlik geleneği içerisinde mühim ve özel bir yere sahip olduğunu söylesek mübalağa etmiş olmayız. Paşanın, hâmîliğini yaptığı şahsiyetler arasında Osmanlı tarihçisi Naima, Şair Nedim ve Nabi gibi birçok büyük isim mevcuttur. Paşa, özellikle şairler üzerinde kayda değer bir etki bırakmış ve şimdiye kadar ki yapılan incelemelerin sonucunda Ali Paşa’ya atfedilmiş methiyeler kaleme alan 23 şair tespit edilmiştir (Koncu, Çakır, 2021, s. 1060). Şiirlerin ekseriyetinde Ali Paşa’nın fetihleri, ilmi şahsiyeti, cesareti, yardımseverliği, israftan ve liyakatsizlikten kaçınması gibi durumlardan söz edilmektedir. Divan edebiyatının gözde şairlerinden Nedim,elli beyitlik kasidesinde Ali Paşa’yı memleketi süsleyen bir sadrazam olarak tanıtmış; Nabi ise “Allah Ali Paşa’yı dine kuvvet vermek için yaratmış” gibi methiyeler savurduğu şiirini “Paşa’yı övmeyen şaire yazıklar olsun” diyerek sonlandırmıştır (Koncu, Çakır, 2021, s. 1022-1043).
Sonuç olarak, genç yaşında saraya giren Şehit Ali Paşa, padişahın nazar-ı dikkatini celbetmiş, muhtelif hataları olsa da kendi kanaatimce liyakati, düzeni, disiplini gözetmiş ve ilim camiasını gücü elverdiğince kanatları altına almış bir zâttır. Otuz beş senelik ömrüne birçok icraat ve hayrat sığdırmış, üç buçuk sene sadrazamlık yapmasına rağmen Osmanlı tarihinde kendisine genişce bir yer açmıştır. Nitekim siyasi tarih kaynaklarının yanında Osmanlı’nın kültür tarihinde de ismine çok rastlanır bir şahsiyettir. Zannımca kendisini önemli bir karakter haline getiren özelliklerinden bir tanesi, siyaset kafesi içerisinde kalmayıp kitap, ilim ve alimler ile olağanın biraz daha ötesinde iştigal etmesidir. Bunun yanında devlet işlerindeki disiplin ve intizamı, liyakatteki tutumu takdire şayandır. Teşebbüslerinden de anlaşılıyor ki, gençliğinden dolayı gözü pek ve hedefleri büyük olan, ideal sahibi bir devlet adamıdır.
Kaynakça
Altınay, A. R. (2013). Âlimler ve Sanatkârlar. (Haz. M. Necip Yılmaz). İstanbul: Büyüyen Ay Yay.
Arslanboğa, Kadir. (2020). Hayırlı Evlat: Şehit (Damat) Ali Paşa’nın Vakfı. İnsani ve Sosyal Bilimlerde Güncel Araştırmalar. 557-572.
Erünsal, İ. E. (2010). Ali Paşa Kütüphanesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 38, 435-436.
İpşirli, M. (2008). Sadrazam. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 35, 414-419.
Danişmend, İ. H. Danişmend. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. İstanbul: Türkiye Yayınevi. 1972, IV
Kaşıkçı, O. (2016). Osmanlı Devletinde Vezir-i Azam (Sadrazam) . Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi , Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi-Hukuk Araştırmaları Dergisi 2015/2 Sayısı , 127-134 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/maruhad/issue/27556/289420
Koncu, H., M. Çakır (2021), Hıdîv-i Mülksitânun Vezîr-i Mümtâzı Şehîd Ali Paşa’nın Hâmîliği Littera Turca. Littera Turca Journal of Turkish Language and Literature, 7/4, 1018-1064.
Özcan, A. & Sevinç, N. (2019). Nasihatnâme’den Talimatnâme’ye: Damad/Şehid Ali Paşa ve Devlet Görevlilerine Dair Yazılı Emirleri. FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, (13), 449-503. DOI: 10.16947/fsmia.582415
Özcan, A. (2010). Şehid Ali Paşa. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Cilt 38, 433-434.
Türkiye-Amerika İlişkileri’nde Türkiye’nin Oltadaki Balık Olarak Görülmesinin Etkisi
GİRİŞ
Endüstri devriminin sonucu olarak artan üretim ile yeni pazar arayışları ve yatırım alanları fabrikaların ham madde ihtiyacı ve Avrupa piyasalarının da bu mallara doymasıyla sömürgecilik hızlanmış ve bu sömürgecilik emperyalizm haline gelmişti. 1.Dünya Savaşına baktığımızda bu savaş, tüm dünyayı denetim altına almış olan büyük devletlerin ekonomik güçlerini ortaya koyarak yürüttüğü bir savaştır. 1918 yılında Avrupa’daki devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çatışmalarını da görmekteyiz. ABD’nin durumuna baktığımızda ise savaşa girmesi üçlü itilaf devletleri için avantaj olmuş ve Almanya’nın karşısına dikilmişti. (sander, 2016) ABD Hükümeti’nin ve başkan Wilson’ın 1918 yılında savaş sonrası düzen konusunda görüşlerini 14 madde ile açıklamıştır. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson Amerikan kongresinde konuşmasından, 12’inci madde ile ilgili işte şu sözleri yer almaktadır…
“Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine kısmi bir egemenlik tanınmalı, Türk Olmayan halklara bağımsızlık verilmeli ve Çanakkale Boğazı uluslararası garantilerle serbest geçişlere ve ticarete açık tutulmalıdır.” (Akın, Türkiye-Amerika ilişkileri , 2016)
Wilson’ın bu söyledikleri Osmanlı için ölüm fermanı olmuştur. Boğazlarda egemenlik kurma çabalarını Wilson’ın 12. maddesiyle de bariz görmekteyiz. ABD 1800’lü yıllardan beri Akdeniz’de serbest dolaşabilmek için 2 milyon dolar kadar haraç veriyordu. Osmanlı bu dönemlerde Kuzey Afrika eyaletlerinde büyük bir maden keşfetmişti. ABD için Osmanlı önemli bir ticaret yeriydi bu yüzden Osmanlı ABD’yi “Semiz Ördek” olarak tanımlamaktaydı. (kıssınger, 2015) Osmanlı’nın ABD’nin her türlü olanaklarından ve her şeylerinden yararlandıkları için bu tanımlama yerinde olacaktır. Yıllarca devam eden haraçlar ve ticaret alışverişleri ABD’de Türk düşmanlığının oluşmasında en önemli nedenlerden biri haline gelmiştir.Osmanlı için İzmir’in işgalinden sonra Amerikan mandası ortaya çıkmıştır. İzmir’in işgali ile Asya ve Avrupa Türkiye’sinin her yerinde manda yönetimlerinin kurulması, Türkiye’nin parçalanması ve Osmanlı’nın bağımsız bir imparatorluk olarak varlığının sürdürülmesine son verilmesi için adımlar atılmış ve İzmir’in işgali önemli olmuştur. Bu dönemde Osmanlı ekonomisi batma noktasına sürüklenmiş, ülkenin olumsuz gidişinden Amerikan Mandası fikri daha sık duyulmaya başlamıştı. Hatta Halide Edip, İsmet İnönü, Mustafa Kemal’e yazdıkları mektupta da Amerikan Mandası yanlıları olduğunu belli etmektedirler.* Başkan Wilson’a yazdıkları ortak mektupta ABD’yi Osmanlı ve Ermenistan toprakları üzerinde Boğazlarda manda yönetimini kurmaya davet etmişlerdir. 24 Eylül 1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal, Wilson ile görüşmeler gerçekleştirmiş olup ve bu görüşmelerin sonucu Sivas kongresine de yansımıştır. Milletimizin ve devletimizin bağımsızlığı, vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, milli ilkelerimize saygılı olan vatanımıza karşı saldırı ve yayılma amacı gütmeyen herhangi bir devletin ancak ekonomik, sanayi yardımının kabul edileceği söylenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Amerikan Mandasına karşı çıkmış ve Amerikan mandası yanlılarının kendi rahatlıklarını korumak adına vatanı ve Türk istiklalini feda ettiklerini belirtmiştir. Fakat İzmir’in kurtarılmasıyla, ABD istediğine kavuşamamıştır.
Öte yandan 24 Temmuz 1923 tarihinde ABD ile Türkiye arasında imzalanan Lozan Barış Antlaşması Amerikan Senatosu’ndan onay alamamıştır. Onay alamamasındaki sebeplerden biri ABD’nin kapitülasyonları kaybetmiş olması diğeri ise Ermeni lobisini destekleyen yoğun propagandalardır. Bunlar hala günümüzde de bir pürüz olarak kalmıştır. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde, Mustafa Kemal ve başkan Roosevelt dönemine baktığımızda ilişkilerin sorunsuz bir şekilde hatta karşılıklı jestler ve hoşgörü ile ilerlediğini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra dengeler değişmiş, ABD’nin çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının da önüne geçerek Türkiye’yi boyunduruğu altına almakistemiş ve gözlerini boğazlara dikmişlerdir. II. Kahire konferansında Alman ve Mihver devletlerinin başarılarından sonra Türkiye’nin de müttefiklerinin yanında savaşa girmesi istenilmiştir. İsmet İnönü bu konuda isteksiz olup aynı zamanda başkan Roosevelt’in etkisiyle tarafsız kalmasına karar verilmiştir. Türkiye kararsız politikalarının ve tarafsız kalmasının etkisini 1945’li yıllarda görmeye başlamıştır.Bu araştırma da Türkiye- Amerika ilişkilerinde, Türkiye’nin oltadaki balık olarak görülmesinin etkisi konusu, çalışmanın ana temasını oluşturmaktadır. Makalenin birinci bölümünde Türkiye-Amerika ilişkilerinde 1945-1960 yılları arasında ikili ilişkilerde izlenilen politikalar bahsedilmiş ve ikinci bölümde Menderes hükümeti dönemi ve oltanın ucundaki balık söylemine değinilmiştir. Sonuç bölümünde ise Türkiye’nin ve Amerika’nın izlediği politikalar sonucundaki durumlardan bahsedilmiştir.
Türkiye-Amerika İlişkileri Dönemi: (1945-1960)
Sovyetlerin gözü Türkiye’de olup boğazlar konusundaki bazı taleplerde olmuştur. Kars, Ardahan ve Artvin’i istemiştir bununla birlikte Sovyetlere göre Boğazlar, Karadeniz bölgesinin güvenliği ve çıkarları doğrultusunda önemli olmuştur. Ancak Sovyetlerin Türkiye’ye bu yoğun baskıları ve askeri yığınak yapmaları, ABD’nin Türkiye’nin yanında olmasına sebep olmuştur. Sovyetler komünist ideolojilerini yaymak istemiş ve Doğu Avrupa’da komünist devletler kurmak istemiştir. Bu durum ABD için endişe yaratmış ve komünizmle mücadele için Türkiye ve Yunanistan’a ulusal bütünlüklerinin korunması açısından bazı yardımların verilmesi gerektiğine karar vermiştir. Böylelikle izlemiş oldukları politikanın temeli oluşturulmuştur. Bu kapsamda 12 Mart 1947’de Başkan Truman bu doktrini açıklamış, komünizm baskısı altında olan devletlere askeri ve mali yardım yapılmıştır. 1947’de gündeme gelen Truman Doktrini ile Marshall Planı da 1951 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. ABD’nin komünizm tehdidine karşı almış olduğu diğer bir önlem ise 4 Nisan 1949 yılında kurulan NATO (Kuzey Atlantik İttifakıdır). NATO’nun amacı ise ittifak ülkeleri bir araya gelerek güvenlik ve savunma konuları üzerinde iş birliği yapmaktır ve birine karşı yapılmış herhangi bir saldırı tüm üye devletlere yapılmış kabul etmektir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye tarafsızlığını bırakıp Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Türkiye’nin çelişkilerinden dolayı Türkiye’ye güven yoktu. 16 Eylül 1950 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya yaptığı ilk başvuru ise İngiltere, Hollanda, Danimarka ve Belçika tarafından reddedilmiştir.
Türkiye’nin tekrardan güven kazanması ve NATO’ya girmesi için her yolu Menderes hükümeti deniyordu. Kuzey Kore ile ABD destekli Güney Kore arasında bu dönemde savaş başlamış olup Kore Savaşına Türkiye ABD’ye destek olmak adına askeri birlik göndermiştir. Böylelikle NATO’ya üyelik süreci gerçekleşti. Fakat ABD için Sovyetlerin nükleer silah üretmesi tehdit bir durum oluşturuyordu bundan dolayı Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak en ufak tehlikede vuruş üstünlüğüne sahip olmak istemiştir. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasını bu şarta bağlamıştır. Türkiye bu şartı kabul ederek NATO’ya üyeliği gerçekleşti ve Sovyetlerin hedefi haline geldi.
Menderes Hükümeti, Darbe ve Oltanın Ucundaki Balık
Menderes hükümeti döneminde mali sıkıntıların giderek artması ve sanayi alt yapısının kurulmasında sermaye yetersiz kadığında Menderes hükümeti Amerika’dan yardım istemiştir. Amerika Türkiye’nin tarım ülkesi olduğu gerekçesiyle bu isteği reddetti. Menderes hükümeti çareler ararken Sovyetler bu krediyi verebileceklerini söylediler. Bu durumda Amerika Menderes’ten vazgeçmiş, onu gözden çıkarmıştı. Sonun başlangıcı denilen durum böyle başlamıştır. Türkiye, Amerika’ya her anlamda bağımlı olmasının sonuçları hüsrana neden olmuştur. Menderesin de bu hüsranı, Amerika’nın gözden çıkarması 27 Mayıs darbesini getirmiştir. Darbeye 2 gün içinde ABD Savunma Konseyi’nden onay verildi. Bu dönemde iktisadi kredi vermeyen Amerika’nın kararında Rockefeller’in “Oltanın Ucundaki Balık” benzetmesi etkili olmuş ve Türkiye’nin ABD’ye bağlı olduğu ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istediğini de bu söz doğrultusunda görmekteyiz. (Türkiye-Amerika İlişkileri , 2016). Yani Oltanın ucundaki balık benzetmesi, oltaya takılan balığa yem vermeye gerek yoktur, bu da Türkiye’ye sürekli yem vermeye gerek olmadığını ve Türkiye ABD’den kurtulmak isterse boğazının parçalanmasına sebep olunacağını bu benzetmeyle açıklayabiliriz. Menderes’in darbesi de ne yazık ki bu durumda gerçekleşmiştir. Eğer ABD’nin çıkarları doğrultusunda hizmet etmeye Türkiye devam etseydi Amerika için bir sorun yoktu. Türkiye bu durumda ABD’ye bağımlı hale gelmesiyle, ABD için “Oltayı Yutan Balık’’ haline gelmiştir. Günümüzde hala Türkiye “Oltaya Takılan Balık” olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır. Türkiye askeri, ekonomi, siyasi alanda güçlü bir ülke haline gelmiş bulunmakta ve kendi üretimlerini de her alanda gerçekleştirebilecek güce sahip olmuştur. “Dünya 5’ten büyüktür.” söylemi de bunu ispatlamaya örnek olarak verilebilir.
SONUÇ
Baktığımız da Türkiye’nin dış politikasını iki önemli unsur etkilemiştir. Bunlardan ilki Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşına girmemiş olması diğer unsur ise; Soğuk savaştan sonra dünyanın iki kutuplu sisteme girmiş olması ve Türkiye’nin Sovyetler Birliği tarafından tehdit ediliyor olmasıdır. Sovyetlerin gözü bu dönemlerde Türkiye’de olup, boğazlar konusunda ki talepleri Doğu bölgesinden Kars, Ardahan ve Artvin’i istemesiyle gerginlikler başlamıştır. Ancak Sovyetlerin Türkiye’ye yoğun baskıları sonucunda ABD Türkiye’ye karşı politikasını değiştirmiş ve yanında yer almıştır. ABD, Türkiye’nin borçlarını silmesinin yanında, Marshall Planı ve Truman doktrini ile ekonomik yardımlar yapmıştır. Marshall Planı ve Truman doktrini, NATO(Kuzey Atlantik Antlaşması); Sovyetlerin Ortadoğu ve Avrupa’da yayılma faaliyetlerine ve komünizme karşı Amerika’nın almış olduğu tedbirlerdir. Mali sıkıntılar Menderes döneminde artmış ve iktisadi kredi vermeyen Amerika’nın kararında Rockefeller’in “Oltanın ucundaki balık” benzetmesi etkili olmuştur. Çünkü oltanın ucuna takılan balığa yem vermeye gerek yoktur. Ne yazık ki bu dönemde Türkiye’nin tek yönlü dış politika izlemesi hatalı olmuş ve ABD dış politikasına gözü kapalı destek vermesi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu dönem Türkiye’nin askeri, siyasi, ekonomi olarak ABD’ye bağlı olduğu ve Türkiye’nin emperyalizm tuzaklarıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemdir. Günümüz Türkiye’sine baktığımızda ise her alanda kendi gücünü gösterebilecek bağımsız, yükselen bir Türkiye’yi görmekteyiz. Emperyalizm tuzakları ise hala var olmaktadır.
Kaynakça
Akın, N. (2016). Türkiye-Amerika ilişkileri. Tarih ve Gündem, 6.
Akın, N. (2016). türki.
Kıssınger, H. (2015). Diplomasi. istanbul : Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.
Sander, O. (2016). ABD’nin Politikası ve Savaşa Girişi. Ankara: imge kitabevi.
T.C. Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başakanlığı. (2021, Eylül 8). nutuk, amerikan mandası için propagandalar : https:// www.atam.gov.tr/nutuk/amerikan-mandasi-icin-propagandalar adresinden alındı.
Türkiye-Amerika İlişkileri . (2016). Türkiye Oltadaki Balık mı?, 18.
*Bu akımı temsil eden resmi ve gayri resmi Amerikan görüşünün altında yatan gizli düşünce şudur: Türkiye’yi parçalamamak, eski sınırları içinde bir bütün halinde olduğu gibi korumak şartıyla genel ve tek bir mandaya bağlamak. Suriye, Amerikan Komisyonu orada iken, genel bir kongre toplayarak Amerika’yı istemiştir. Suriye’nin bu isteği Amerika’da çok iyi karşılanmıştır.(Halide Edip Adıvar’ın, Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptan) (T.C. Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı , 2021) bkz.
Çevre hukukunun uluslararası hukukta görünür hale gelmesi küresel ısınma, iklim değişikliği gibi konuların devletlerin ulusal hukuk sistemlerini etkilemesiyle birlikte ortaya çıkan bir durumdur. Uluslararası hukukta çevrenin bir parçası olan denizler ve denizlerin kullanımına ilişkin uluslararası düzenlemeler ve antlaşmalar bulunsa da diğer çevre unsurlarına yönelik çalışmalar kısa zaman öncesine dayanmaktadır.
Devletlerin kendi ülkelerinin ana unsurları olan kara, deniz ve hava alanlarına yönelik kullanım hakları bulunsa da zaman zaman devletlerin hakimiyeti altında olan bu alanlarda gerçekleştirdikleri faaliyetler sonucunda sınır aşan diğer uluslararası hukuk kişilerini de etkileyen sorunlar ve sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Devletlerin sınır aşan faaliyetleri aynı zamanda devletlerin sorumluluğu konusunu da gündeme getirmektedir. Bu durum uluslararası çevre hukukunun da gelişimine katkı sağlamaktadır. Devletlerin çevre konusunu uluslararası alanda incelemesine neden olan unsurlar incelendiğinde en başta enerji kaynaklarının ekonomik alanda etkin ve verimli kullanımı, çevresel kirliliğinin önlenmesi ve canlı türlerinin korunması, iklim değişikliği ve su kaynaklarının kullanımı gibi başlıklar öne çıkmaktadır.
Çevre Hukukunun Gelişimi ve Devletlerin Sorumluluğu
Uluslararası alanda uluslararası hukukun kişilerinden olan devletlerin sorumluluğuna ilişkin birçok kural ve düzenleme bulunmaktadır. Devletler arası ilişkilerde başlıca unsur barışçıl bir şekilde egemenlik haklarını korumaktır. Bir devlet başka bir devletin kara, deniz ya da hava hakimiyet alanına zarar verecek bir faaliyette bulunursa bu durumda verdiği zararı gidermekle yükümlüdür. Çevre hukuku alanındaki gelişmeler dikkate alındığında ise uluslararası hukukun kaynaklarından olan uluslararası teamül hukukunda “diğer devletlere zarar vermeme, çevreye saygı gösterme ve koruma yükümlülüklerine halel getirmeme” (Shaw, 2018, s.616) gibi düzenlemeler bulunmaktadır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda çevre konusunda birçok karar alınmış bu durum çevre hukukunun temel belgelerinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı sonucunda 1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) kurulmuştur[1]. Birleşmiş Milletler Çevre Programının faaliyetleri sonucunda çevre hukuku alanında birçok uluslararası çevre sözleşmesi ortaya çıkmıştır. “1985 Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana Sözleşmesi ve 1987 Montreal Protokolü ile 1992 Biyoçeşitlilik Sözleşmesi” (Shaw, 2018, s.612) sözleşmeler bunlardan bazılarıdır.
Uluslararası hukukta karasuları, denizler ve su yollarının kullanımına ilişkin kuralların bulunması çevre hukuku alanında da gelişmelere katkı sağlamıştır. “Oder Nehri Uluslararası Komisyonunun Bölgesel Yargı Yetkisi” (International Commission on the River Oder) davasında verilen kararda “… nehre kıyıdaş olan devletlerin nehrin kullanımına yönelik tam eşitlik ve imtiyaz haklarının olmadığı[2]” ifadelerine yer verilmiştir. Bu kararı önemli kılan durum ise bir doğal su yolunun devletler arasında kullanım koşullarının ve çevresel bir konunun devletler arası mesele haline gelmesidir.
Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nin taraf olduğu Trial Smelter davasında Kanada’nın sınırları içerisinde yer alan bir fabrikanın üretim faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan sülfür gazının Amerika toprakları içerisinde yer alan bir bölgede ekili alanlara ve ormanlara zarar vermesi konu edilmektedir. Bu davada verilen kararda “…verilen zarardan devletin uluslararası sorumluluğunun olduğu[3]” yönünde ifadeler yer almaktadır. Devletler arası ilişkilerde güç kullanımı da zaman zaman çevresel konular ekseninde incelenmiştir. Corfu Channel (Korfu Boğazı) davasında “… devletlerin topraklarının başka bir devlete karşı kuvvet kullanılmasında üs olarak kullanılmasından doğan sorumluluk…” kararıyla egemenliğin ve çevrenin unsuru olan toprağın kullanımı da uluslararası hukukta önemli bir konu haline gelmiştir.
Küresel ısınma, asit yağmurları, ozon tabakasının incelmesi gibi konuların küresel ölçekte gündeme gelmesiyle birlikte uluslararası çevre hukuku da giderek önem kazanmıştır. Uluslararası alanda çevre hukukunun temel ilkeleri incelendiğinde “çevre hakkı, ödev boyutu, önleme ilkesi, sürdürülebilir kalkınma, iş birliği ve eşgüdüm, entegrasyon, katılım, kirleten öder, ihtiyat ilkeleri” geçerlidir. Çevre hukukuna ilişkin sözleşmeler incelendiğinde “sınır aşan çevre kirliliği nedeniyle hava, deniz, kara gibi değerlerin korunması, kirlenmenin önlenmesi ve denetimi (Kılıç, 2001, s.136)” temel konular olduğu görülmektedir.
1.2.Çevre Hukuku ve Türkiye
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası madde 90: “…Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz” ifadesi uluslararası hukukun kaynaklarının ulusal hukukta nasıl yer bulacağına ilişkin temel kurallardan biridir. Türkiye uluslararası alanda çevre hukuku alanında da birçok antlaşmaya taraf olan ve ulusal mevzuatını da uluslararası alanla uyumlu hale getiren bir devlettir.
Ulusal hukuk mevzuatımızda çevre hukukuna ilişkin ilk düzenleme 1982 Anayasasının 56. maddesidir. 56. Maddenin ilk iki fıkrasında çevre hakkı “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” ifadeleriyle düzenlenmiştir. 11 Ağustos 1983 tarihinde çıkarılan “Çevre Yasası”, 1984, 1990 ve 1991 yıllarında değişikliğe uğramıştır (Gürseler, 1999, s.820). Ulusal mevzuatın yanı sıra Türkiye çevre konusunda birçok uluslararası sözleşmenin de tarafıdır. Bu sözleşmeler:
Kısaltma
Antlaşma Adı
Tarih
Yeri
Yürürlük Tarihi
Türkiye’nin Taraf Olma Tarihi
Viyana Sözleşmesi
Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana
Sözleşmesi
1985
Viyana
1988
1991
Montreal Protokolü
Ozon Tabakasını İncelten Maddelere Dair Montreal
Protokolü
1987
Montreal
1989
1991
BMİDÇS
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
1992
Rio de Janerio
1994
2004
KP
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolü
1997
Kyoto
2005
2009
BÇS
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi
1992
Rio de Janeiro
1993
1996
Kartagena Protokolü
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Biyogüvenlik
Kartagena Protokolü
2000
Kartagena
2003
2004
BMÇMS
Özellikle Afrika’da Ciddi Kuraklık ve/veya
Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşme ile
Mücadele İçin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, BM
Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi
1994
Paris
1996
1998
CITES
Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki
Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme
Paris İklim Antlaşmasına giden yol incelendiğinde ilk olarak karşımıza çıkan belge 1992 yılında Rio de Janeiro’da 154 devletin imzaladığı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesidir. Bu sözleşmenin temel amacı “iklim sistemine tehlikeli sonuçlar yaratacak insan müdahalesinin önlenmesi[4]” olarak belirlenmiştir. Daha sonraki süreçte antlaşmanın geliştirilmiş bir versiyonu olan Kyoto Protokolü kabul edilmiş, antlaşmanın 2020 yılında sona erecek olması ikame bir durum zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. 2015 Paris’te yapılan toplantı sonucunda Paris İklim Antlaşması imzalanmıştır. Paris İklim Antlaşması ile “iklim değişikliğiyle mücadelede gelişmiş/gelişmekte olan ülke sınıflandırmasına ve tüm ülkelerin “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler” ilkesi tahtında sorumluluk üstlenmesi[5]” ilkelerine dayandırılmıştır.
Paris İklim Antlaşmasının imzalayan devletlerden biri olan Türkiye 6 Ekim 2021 tarihinde TBMM’de onaylayarak yürürlüğe koymuştur. Uluslararası hukukta önemli ilkelerden biri olan ahde vefa ilkesine göre devletler taraf olduğu antlaşmalara uyma zorunluluğu bulunmaktadır. Bu ilkeden hareketle Paris İklim Antlaşması Türkiye’ye yeni yükümlülükler getirecektir. Antlaşmadan sorumluluğun gereği olarak Türkiye “2030 yılına kadar emisyon artışını %21 azaltma taahhüdünde bulunmuş, gerçekleştireceği faaliyetleri de Ulusal Katkı Beyanlarında açıklayacaktır[6].” 29 Ekim 2021 tarihinde 31643 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 85 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığının adı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak değiştirilmiştir. Türkiye antlaşmadan doğan diğer sorumluluklarını da hem ulusal hem de uluslararası alanda yerine getirmekle yükümlüdür.
Kaynakça
GÜRSELER, G., (1999). Türkiye’de Çevre Hukuku, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Cilt 3, s.811-830.
KILIÇ, S., (2001). Uluslararası Çevre Hukukunun Gelişimi Üzerine Bir İnceleme, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, s.131-149
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP). (tarih yok). Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı: https://www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-cevre-programi.tr.mfa adresinden alındı
KAPLAN, B. (2021, Ekim 12). Paris İklim Anlaşması ve Türkiye’nin ekoloji-ekonomi denklemi. Anadolu Ajans: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/paris-iklim-anlasmasi-ve-turkiyenin-ekoloji-ekonomi-denklemi/2389711 adresinden alındı
Paris Anlaşması. (tarih yok). Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı: https://www.mfa.gov.tr/paris-anlasmasi.tr.mfa adresinden alındı
Permanent Court Of Internatıonal Justıce. (1929, Eylül 10). Worldcourts: http://www.worldcourts.com/pcij/eng/decisions/1929.09.10_river_oder.htm adresinden alındı
SATIL, C. (2021, Ekim 12). Türkiye Paris Anlaşması’nı Onayladı. Doğruluk Payı: https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-paris-anlasmasi-ni-onayladi?gclid=Cj0KCQiAqGNBhD3ARIsAO_o7ym8hRF2GriTYgISLimF2cRRQnwxXe_3A22WQxEKyKTj6mYx6xx0FcgaAuSeEALw_wcB adresinden alındı
İnsanoğlunun hayatını devam ettirmesi için gerekli olan en önemli becerilerden birisi kuşkusuz iletişimdir. İletişim; içerisinde mimikler, beden dili, işaret dili ve dili barındırır.Dil ise sesler, heceler, kelimeler ve kelime gruplarından oluşur. Bütün bu ögeler bir araya gelerek o dile ait dil bilgisi kurallarını oluşturur. Psikodilbilimcilere göre ise ‘dil bilgisi’ kavramı, bireyin kullandığı dilin yapısı hakkında sahip olduğu bilgilerin toplamıdır. Bu bilgiler sayesinde kişi gündelik hayatını kolaylıkla sürdürür. (Smith&Kosslyn, çev.2017) Sosyal ilişkiler rahatlıkla kurulur ve geliştirilir. Dile ilişkin altyapı doğum öncesi dönemlerde başlar. Fakat bazen dile ilişkin problemler ortaya çıkabilir. Bunlar farklı şekillerde sınıflandırılmıştır. (Tanrıdağ,2015)
Afaziler, çeşitli sebeplerle gelişen beyin hastalıkları sırasında önceden normal olduğu kabul edilen dil işlevlerinin bozulmasıdır. Bu tanımda iki noktaya dikkat etmek gerekir. Birincisi, afazi bir beyin sendromudur. İkincisi ise afazi sonradan bozulan işlevlerle ilişkilidir. Yani afaziden önce dile ilişkin sağlıklı işlevlerin var olması gerekir. Bu ikinci husus afaziyi gelişimsel dil ve öğrenme bozukluklarından ayırır. (Tanrıdağ,2009). Boston,sınıflandırmasına göre afaziler akıcı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılır. Akıcı afazi türleri;Wernicke Afazisi, Conduction Afazisi, Anomik Afazi, Transkortikal Duyusal Afazi’dir. Akıcı olmayan afazi türleri ise;Broca Afazisi, Global Afazi, Transkortikal Motor Afazi ve Mixed Transkortikal Afazi’dir. (Tanör)
Afazi nedir?
Afazi, beynin belirli bölgelerindeki sorunların neden olduğu bir dil işleme bozukluğunu ifade eder. Bu bozukluk dilin anlaşılması, ifade edilmesi ya da her ikisini birden kapsayabilir. Afazik hastalar, düşünce ile dil arasındaki ilişkiyi inşaa etmekte zorlanırlar. Bu durum dilsel işlemeyi yürüten serebral hemisfer alanlarıyla ilişkili birçok nörolojik hastalıktan kaynaklanabilir. Kafa travması, inme, Alzheimer hastalığı gibi dejeneratif demanslar, beyin tümörleri bunlara örnek gösterilebilir. Sol hemisfer dile ilişkin işlevlerde, hem sağ hem de sol elini tercih eden kişiler için baskın olduğundan, afaziye sebep olan lezyonların sol hemisfer yerleşimli olduğunu söylemek mümkündür. (Mesulam, çev.2004) Afazi yalnızca bir konuşma bozukluğu değil, dil bozukluğu hatta bir iletişim bozukluğudur. Konuşmayla birlikte anlama, tekrarlama, isimlendirme, yazma ve okumaya ilişkin bozuklukları da kapsar. Ancak bunların her biri eşit düzeyde etkilenmeyebilir. Farklı kombinasyonlar, farklı afazi sendromlarını ortaya çıkartır. Hepsinde olması gereken bozukluklar ise; konuşma, anlama, isimlendirme, okuma ve yazmadır. Yani her afazi sendromunda tekrarlama bozukluğu olmak zorunda değildir. Bu yüzden afaziler tekrarlama bozukluğu olan ve olmayan afaziler olarak ikiye ayrılmaktadır. (Tanrıdağ, 2015)
Broca Afazisi
Afazi farklı şekillerde ortaya çıkar; bunlardan birisi konuşma esnasındaki söz diziminde aksamalardır. Bu durum Akıcı olmayan afazi veya Broca afazisi olarak adlandırılır. Bu bölge, ismini Fransız hekim Paul Broca’dan almıştır.(Smith&Kosslyn, çev.2017) Pierre Paul Broca konuşma bozukluğu olan olgular üzerindeki çalışmalarıyla zihinsel fonksiyonlar ve beyin dokuları arasında ilişki geliştiren ilk araştırmacı olmuştur.Broca, kendi ismini taşıyan beyin bölgesinin konuşmaya ilişkin laterilizasyonunu ortaya koymuş, bu sayede korteksteki farklı bölgelerin farklı fonksiyonlardan sorumlu olması fikri ağırlık kazanmıştır.(Yılmaz, 2012) Broca, kendi ismini taşıyan bu bölgenin beyinde dil temsillerinin gerçekleştiği bölge olduğunu ileri sürmüştür. Ancak bizler bugün beyinde dil temsillerin gerçekleştiği farklı bölgelerin de olduğunu biliyoruz. (Smith&Kosslyn, çev.2017) Beynin ön-sol frontal lobunda gelişen hasar konuşma yeteneğini bozar ve bu durum Broca afazisine neden olur. Broca afazisine neden olan lezyonlar Broca bölgesinde yoğunlaşmıştır ancak sadece bu bölgeyle sınırlı değildir. Afazi oluşması için hasarın frontal lobu çevreleyen bölgelere ve altta yatan subkortikal beyaz maddeye yayılması gereklidir. Buna ek olarak bazal ganglia hücrelerindeki lezyonların da Broca afazisine benzeyen bir durum oluşturduğu yönünde kanıtlar vardır. (Akt.Carlson, çev.2016)
Broca afazili bireyler konuşurken kelimeleri devam ettirmekte zorlanırlar. Ancak kelimelerin ne anlama geldiğini çözebilirler. Bu hastalar kelimeleri üretmektense anlamada daha iyidirler. Genel olarak Broca alanı ve etrafında olan hasar üç ana konuşma bozukluğunu oluşturur; gramer yapılarını anlamakta zorluk yaşama (agramatizm), idrak edilen şeylerin isimlerini söyleme yeteneğinin kaybolması (anomia) ve artikülasyon bozuklukları. (Carlson, çev.2016) Bu hastalarda konuşmadaki güçlük nedeniyle ‘telegrafik’ konuşmalar gözlenebilir. Bazı edatları, ekleri kullanmayabilirler.(Tanör) Örneğin; bir kızın öğretmenine çiçek verdiği resmin gösterildiği hasta bu resmi ‘kız…. istiyor…çiçekler…çiçekler ve istemek….kadın…istiyor..kız istiyor….çiçekler ve kadın’ şeklinde tanımlıyor. (Akt.Carlson, çev.2016) Broca afazili hastalar söz dizimi karışık cümleleri anlamakta zorluk yaşarlar.Bu hastalar sorunlarının farkındadırlar.Okuma,yazma, tekrar etmede problem yaşarlar. Bazı hastalar sadece tek bir sözcüğü kendilerini ifade etmek için kullanabilirler (örn.Mösyö Tan). Diğer afazi türlerine göre daha kolay iyileşebilirler.(Tanör)
Wernicke Afazisi
Wernicke Afazisi (akıcı afazi) ‘nde ise hastalar cümle yapısı bakımında sorunsuz gözüken ancak çoğu zaman anlam bakımından sorunlu ifadeler kullanırlar. Wernicke afazili hastalar cümlelerin içeriklerini anlamakta zorluk yaşarlar. Bu afazi,beynin Wernicke bölgesinin hasarı sonucunda ortaya çıkar. Bu beyin bölgesi ise ismini nörolog ve psikiyatrist Carl Wernicke’den almıştır. (Smith&Kosslyn, çev.2017) Carl Wernicke, Broca’dan sonra konuşmayla ilişkili anlamadan sorumlu beyin bölgesini keşfetmiş ve lisan gibi zihinsel fonksiyonların farklı beyin bölgelerinde birçok alt bileşenden meydana geldiğini göstermiştir. Bu durum zihinsel fonsiyonların ne derece kompleks yapılara sahip olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.(Yılmaz, 2012)
Wernicke afazisi süperior temporal girusun Heschl’in girusuna yakın birinci kıvrımında ve ikinci kıvrımın posterior alanlarında ve Planum temporalde meydana gelen hasarda oluşur. Bu hastalar kendi konuşmalarını da anlamakta zorluk yaşadıklarından dolayı durumlarının farkında değillerdir.Okuma yazmaya oranla daha bozulmuş durumdadır. Tekrarlama ve isimlendirme bozuklukları görülür. Perseverasyonlar gözlenebilir.(Tanör) İlerleyen aşamalarda afazili bireylerin konuşması anlamlılığını yitirerek kaybolur. Örneğin; ‘’Hastaneye gelmeden önce neler yaptın?’ sorusuna hasta ‘Asla, şimdi bayım, size evi kiraladığında olanı söylemek istiyorum. Onun-onun yerleşim alanı buraya geldi ve kiralandı.Böyle oldu. Bu ipler için onunla edildi olarak o-onun arkadaşı gibi.Böyle oldu yani bilemiyorum…’’şeklinde cevap vermiş.(Akt.Carlson, çev.2016)
Wernicke afazisinde ayırıcı nokta konuşmayı kavramada yetersizliklerin ve konuşmada anlamsızlıkların olmasıdır. Broca afazisine nazaran Wernicke afazisinde akıcı bir konuşma vardır, kişiyi dinlediğinizde dil bilgisine uygun konuştuğunu görürsünüz fakat sözcüklerin kullanımı ve dizilişi konunun içeriğine uygun değildir. (Carlson, çev.2016)
Rehabilitasyon
Afazilerin rehabilitasyonu noktasında konuşma terapileri önemli işlev görmektedir. Konuşma terapileri sayesinde afazilerin 1/3’ü iyileştirilebilmektedir. Farklı afazi türlerinde rehabilitasyon yöntemlerinin işlevselliği de değişkenlik göstermektedir. Örneğin Global afazilerde iyileşme diğer türlere oranla daha zordur. Müdahalelerde ayırıcı hususları yakalayabilmek adına şu soruları sormak anlamlı olacaktır.
1.Afazi neden kaynaklı ortaya çıktı?
2.Ne zaman başladı?
3.Lezyonun yeri neresi ve hasarın büyüklüğü ne kadar?
4.Hasarlı bölgenin çevresindeki bölgeler o görevi üstleniyor mu?
5.Diğer hemisferdeki homolog dil alanları görev üstleniyor mu? (Tanör)
Türkçe Geliştirilmiş Afazi Test Bataryaları
Gülhane Afazi Testi (GAT): Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Nöroloji AD’dan Prof.Dr.Oğuz Tanrıdağ tarafından 1986’da geliştirilmiştir. Test, 7 alt birimden oluşmaktadır. Test uzun yıllar birçok merkezde afazi tarama testi olarak kullanılmıştır.İlerleyen yıllarda Tanrıdağ ile Anadolu Üniversitesi, Dil ve Konuşma Bozuklukları Eğitim,Araştırma ve Uygulama Merkezi (DİLKOM) işbirliğiyle GATA yenilenmiştir. 2007 yılında GATA-2 ismiyle standardizasyon, geçerlilik ve güvenlirlik çalışmaları yapılmıştır.(Atamaz Çalış,2014) GATA-2 toplamda 7 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler; spontan konuşma, konuşmayı anlama, okuduğunu anlama, oral motor değerlendirme, otomatik konuşma, tekrarlama ve adlandırmadır. Test puanları ‘dil puan’ve ‘motor puan’ olmak üzere ikiye ayrılır. Oral motor değerlendirme alt testi ‘motor puan’ı oluşturur.Spontan konuşma, konuşmayı anlama, otomatik konuşma, tekrarlama ve adlandırma alt testlerinin toplam puanları ise ‘dil puan’ını oluşturmaktadır. (Toğram,Çıkan ve Duru,2013)
Ege Afazi Testi (EAT): 2002 yılında Ege Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon AD’da Atamaz, Yağız-On ve Durmaz tarafından geliştirilmiştir. Sekiz alt testten oluşmaktadır. Bu alt testler sırasıyla; spontan konuşma, praksi, işitsel anlama, tekrarlama, isimlendirme, okuma/gördüğünü anlama, yazma/resim yapma, hesaplama şeklindedir. (Atamaz Çalış,2014)
Afazi Dil Değerlendirme Aracı (ADD): Dr.İlknur Maviş ve Bülent Toğram tarafından yayımlanmıştır. ADD konuşma akıcılığı, işitsel anlama, tekrarlama, adlandırma, okuma, söz eylemler, dilbilgisi ve yazmayı değerlendiren toplam sekiz alt testten oluşmaktadır.(Toğram ve ark.,2013)
Kaynakça
Atamaz Çalış, F. (2014). Dil işlevler ve testleri. Klinik Nöropsikoloji ve Nöropsikiyatrik Hastalıklar (s.287-325). Ankara:Güneş Tıp Kitabevleri.
Carlson, N.R. (2016). Fizyolojik psikoloji: davranışın nörolojik temelleri.(8) (M. Şahin, Çev.Ed.) Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
Mesulam, M. M. (2004). Davranışsal ve kognitif nörolojinin ilkeleri.(2) (İ.H. Gürvit, Çev. Ed.). İstanbul: Yelkovan Yayıncılık.
Smith, E.E., Kosslyn, S.M. (2017). Bilişsel psikoloji zihin ve beyin.(M.Şahin, Çev.Ed.) Ankara: Nobel Akademik Yayıcılık.
Tanör, Ö.Ö. Nöropsikoloji Derneği ‘’Nöropsikoloji Eğitimi’’ Ders Notları.
Tanrıdağ, O. (2009). Nöroloji pratiğinde konuşma ve dil bozuklukları. Türk Nöroloji Dergisi, (15), 155-160.
Tanrıdağ, O. (Ed.). (2015). Davranış nörolojisi: beyin-davranış ilişkilerinin organizasyon prensipleri, sendromları ve hastalıkları. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevleri.
Toğram, B., Çıkan, G., Duru, H. (2013). İnmeli Bireylerin Üç Türkçe Afazi Testindeki Performansları Arasındaki İlişki: Bir Ölçüt Geçerliği Çalışması. Türk Nöroloji Dergisi, 19 (1), 15-22. doı:10.4274/Tnd.07279.
Yılmaz, H. (2012). Nöropsikoloji’ye uzanan yol .Nöropsikoloji Dergisi,1(1), 31-37.
Projenin Adı: Medya’nın Işığında Türk-Arap İlişkileri Seminer Programı
Proje Dönemi: Her yıl güz ve bahar dönemleri
Proje Süresi: 6 Hafta / Haftada 1.5 Saat / Yüz yüze
Proje Paydaşı: Türk-Arap Medya Derneği
Açık Pencere ile Türk-Arap Medya Derneği güz döneminde seminer programı düzenlemektedir. Türkiye Yazarlar Birliği Genel Merkez konferans salonunda gerçekleşecek olan seminer programı hafta içi gerçekleşecektir.
Hafta içi seminerleri 03 Aralık 2021’de başlayacaktır.
Açık Pencere seminer programı altı haftadır.
Seminerler akademik çalışmalara giriş düzeyindedir. Seminerlere yalnızca lisans ve lisansüstü öğrenciler başvurabilir. Seminerlere katılacaklardan sürekli katılım beklenmektedir.
Seminerleri başarıyla tamamlayanlara katılım belgesi verilmektedir.
Seminerlere başvurular web sayfamız üzerinden çevrimiçi form doldurarak yapılmaktadır.
Başvuruların sonucu e-posta ile duyurulacaktır.
Seminerlere devam zorunludur (seminerlerin en az yüzde 80’ine katılım zorunludur).
Son başvuru tarihi 30 Kasım 2021’dir.
Açık Pencere, zorunlu durumlarda dersin adı, içeriği ve saatini değiştirebilir.
Seminerler ücretsizdir.
Kimler Başvurabilir?
Üniversitelerde lisans veya lisansüstü eğitimine devam eden, çeşitli alanlardan öğrenciler başvurabilir. Ayrıca lisans eğitimini son bir yıl içerisinde tamamlamış ve herhangi bir yerde öğrenci olmayan kişiler de başvurulabilir. Medya’nın Işığında Türk-Arap İlişkileri Seminer Programı katılımcılarının araştırmaya ve öğrenmeye yönelik derin bir ilgi ve yüksek bir motivasyonu olması gerekmektedir.
Hangi Alanlardaki Öğrenciler Başvurabilir?
Açık Pencere, çok çeşitli beşeri ve yaşam bilimleri alanlarından öğrencileri atölyeye dahil etmektedir: iktisat, uluslararası ilişkiler, tıp, mühendislik, matematik, FKB, siyaset bilimi, kamu yönetimi, eğitim, sosyoloji, tarih, psikoloji, iletişim, hukuk, felsefe, ilahiyat, edebiyat, mütercim tercümanlık vb.
Seminer Ücretli midir?
Medya’nın Işığında Türk-Arap İlişkileri Seminer Programı ücretsizdir. Kurs programını başarıyla tamamlayan öğrencilere katılım belgesi verilir.
Freudyen görüşün hâkim olduğu dönemlerde annenin hatalı tutumları sonucu bebeğin otizme yakalandığına inanılırken gözlemler çocukların gereksinimlerine sert, cezalandırıcı, tepkisiz gibi yanıtlar veren annelerin “buzdolabı anne” çocuklarında otizm görülebileceğini iddia ediyordu. 1964 yılına gelindiğinde ise otizmin nörobiyolojik nedenlerine ilişkin açıklamalar ortaya çıktı. Günümüze gelindiğinde ise otizmin tek bir türü olmadığı gibi tek bir nedenden kaynaklı olmadığı görüşü hakimdir. Otizmde ağırlıklı olarak genetik faktörler (gen değişikliği, mutasyon, genetik hastalıklar (örneğin Frajil X sendromu)) etkili olsa da çevresel toksinlere/kimyasallara maruz kalma (uyaranlar sonucu temporal bölge hasarı), sindirim ve bağışıklık sistemi problemleri, kimyasal madde salınımı düzensizlikleri, beyin anomalilerine bağlı nörolojik sorunlar (örneğin epilepsi), natal-prenatal-postnatal faktörler, duygusal gelişim-dil ve konuşma gelişimi anomalileri gibi birçok etmenden söz edilebilir. Yapılan detaylı araştırmalarda, otizm tanısı almış bireylerde beyindeki birçok yapının normalden daha farklı çalıştığı gözlenmiştir. Otizmin nedeninin yukarıdakilere ek olarak, belki beyincikteki Purkinje hücrelerinin azlığı, serotonin azlığı gibi genetik etmenlerden ve/veya belki de gebelik döneminde zehirli gazların solunması ve kontrolsüz ilaç kullanımı, erken bebeklikteki travmatik yaşantılar gibi çevresel etmenlerden kaynaklı olabileceğine dair görüşler de mevcuttur. Yani bu bozukluğun tek başına bir nedeni olmamakla birlikte birden çok olası genetik ve çevresel faktörün etkileşimi sonucu ortaya çıktığı düşünülmektedir (Yücesoy Özkan, Ergenekon, Çolak, & Kaya, 2016) (Şener & Özkul, 2013) (Tozar, 2001) (Ayta & Korkmaz).
Otizm ve Gebelik Dönemi
Her ne kadar gebelik döneminde otizm tanısı konulamasa da gebelik dönemi (prenatal dönem) yaşantıları ve doğum komplikasyonları ileriki dönemde otizm spektrum bozukluğuna yakalanma riskini etkiler. Bu risk faktörlerinin içerisinde ileri annelik yaşı, gebelikte kanama, ilaç kullanımı, viral enfeksiyon, kısa gebelik süreci, anne karnında kızamıkçık geçirme, fenilketonüri, düşük doğum ağırlığı, tüberozskleroz, rett gibi birçok faktör yer alır.
Gebelikle ilgili ele alınabilecek faktörlerden ilki gebelik yaşıdır. 2010 yılında yayınlanan ve Kaliforniya’da 01.01.1990-31.12.1999 tarihleri arasında doğan tüm bebekler incelenerek yapılan bir araştırmada 40 yaş üzerindeki kadınların, otizm spektrumunda yer alan bir çocuğa sahip olma riskinin daha fazla olacağı bulunmuştur. Bu risk, 25 yaş altındaki kadınlara oranla %77, 25-29 yaş arası kadınlara oranla %51 daha fazla olarak saptanırken; bulgular baba 40 yaş üzeri ve anne 30 yaş altı olmadığı sürece otizm riskini anlamlı olarak arttırmadığını da ortaya koymuştur (Shelton, Tancredi, & Hertz-Picciotto, 2010). Otizm tanılı çocuklarda prenatal, perinatal ve postnatal risk faktörlerini, sağlıklı olan kardeşleri ile karşılaştıran çalışmada ise, 101 çocuk (50 otizm tanılı, 51 sağlıklı) incelenmiş ve otizm tanılı çocuklarda daha yüksek prenatal (bebeğin erkek cinsiyeti olması, doğum öncesi idrar yolu enfeksiyonu), perinatal (akut fetal hastalık, uzun doğum süresi ve prematürite gibi) ve postnatal (solunum yolu enfeksiyonu) olumsuz yaşantı gözlenmiştir. Ancak bir önceki çalışmanın aksine, anne babanın gebe kalma anındaki ileri yaşı ile otizm arasında bir ilişki bulunamamıştır (Hadjkacem, ve diğerleri, 2016).
Bir diğer faktör ise baş çevresi büyüklüğüdür. Gebelik sürecinde baş çevresi büyümesi ve otizm arasındaki ilişkiyi ele alan bir araştırmada 1995 yılından sonra doğan Kafkasyalı 80 otizm tanılı çocuk ele alınmıştır. Fetal ultrason görüntülerinden yola çıkılarak elde edilen bulgularda, geç gebeliğin ikinci (20-26. haftalar) ve üçüncü trimesterinde (28-36. haftalar) vücut normal gelişme gösterse de başın aşırı büyüdüğü gözlenmiştir. Doğum sonrasında alınan sonuçlar da bu bulguları desteklemiş ve otizm semptomlarının temelinde olan atipik beyin gelişiminin geç gebe kalma ile gerçekleştiğini düşündürmüştür (Bonnet-Brilhault, ve diğerleri, 2018).
Gebelik sürecinde ele alınan noktalardan bir tanesi de enfeksiyonlardır. Çalışmada, gebelik ve doğum sonrası geçirilen enfeksiyonlar incelenmiştir. Önceki çalışma bulguları, gebelik dönemi enfeksiyonlarının doğacak bebekte sitokin fırtınasına yol açarak dolaylı yoldan otizm riski doğurduğunu belirtmiştir. Güncel çalışmada Danimarka kohortundan elde edilen 414 olgu ve 820 kontrolde gözlenen sonuçlar otizm tanılı hastaların hastaneye yatma riskinin yüksek olduğunu yani enfeksiyonların otizmde olası bir etkisi olduğunu ortaya koymuştur. Ancak etkisinin tam olarak ne şekilde gerçekleştiğini bulmak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır ve kısıtlılıkları nedeniyle çalışma gebelik sırasındaki enfeksiyon için bu ilişkiyi destekler kanıtlar sağlayamamıştır. (Abdallah, ve diğerleri, 2012) Öte yandan COVID-19 virüsünün gebelik ve fetüs üzerine etkilerinin incelendiği bir diğer enfeksiyon derlemesinde, bebeğe bu virüs geçmese de annenin immün sistem aktivasyonlarını arttırdığı ve sitokin fırtınası ile fetüste otizm benzeri bir klinik tabloya yol açabileceğine yönelik görüşlere yer verilmiştir (Dursun, 2020).
Öte yandan, gebelik döneminde ilaç kullanımı otizm için bir risk faktörüdür. Özellikle gebeliğin ilk trimesterinde valproat, antidepresan ya da talidomit gibi kimyasallara maruz kalmak otizm için bir risk faktörü olarak saptanmıştır. Ancak bu görüşün aksini iddia eden çalışmalar da yok değildir. Valproata gebelik döneminde maruz kalmanın otizmle ilişkili olduğunu belirten çalışmada, gebe sıçanlar üzerinde deney yapılmış ve sonuçlar otizmle ilişkili anomaliler ortaya koymuştur (Kadak & Meral, 2019) (Türkoğlu, Bilgiç, & Uslu, 2012) (Ogawa, Kuwagata, & Shioda, 2009, s. 83-88).
Bir diğer prenatal dönem otizm risk faktörü ise hormonlardır. Prenatal östrojen hormonu prenatal gelişim döneminde her iki cinsiyet için de önemli görevler üstlenmiştir. Bu çalışmada amniyon sıvısındaki prenatal östriyol, östradiol, östron ve östron sülfat düzeylerinin otizm ile ilişkisi test edilmiş ve prenatal östrojen ve androjen karşılaştırması yapılmıştır. Bu alanda ilk olan araştırma sonuçlarına göre gebelik döneminde östradiol, östron, östriol ve progesteron otizmle ilişkili bulunurken, en büyük etkinin östradiol, östron ve progesterona ait olduğu saptanmıştır (Baron-Cohen, ve diğerleri, 2020). Gebelik döneminde üzerinde durulması gereken bir diğer hormon ise kortizoldür. Maternal kortizole maruz kalan bir bebekte otizm görülme riskini ve bebeğin cinsiyetine göre etkinin değişip değişmeyeceğini inceleyen çalışmada, 84 gebe belli haftalarda ölçümleniyor ve sonrasında 5 yaşındaki çocuklarında otizm semptomları inceleniyor. Araştırma sonuçları fetal dönemde daha düşük düzeyde maternal kortizole maruz kalmanın, yalnızca erkekler için daha yüksek otizm semptomları ile ilişkili olduğunu bulgulamaktadır (Ram, Howland, Sandman, Davis, & Glynn, 2018). Gebelik döneminde melatonin hormonu da önemli bir etkendir. Melatonin ve otizm riski arasındaki ilişkiyi değerlendiren derleme makalesinde, nöroprotektif, sirkadiyen ritim düzenleyici gibi görevleri olan melatoninin salınım düzeyinin anne karnındaki bebek için önemine yer verilmiştir. Öte yandan sirkadiyen ritim ile alakalı rahatsızlıklar otizm tanılı bireylerde oldukça yaygındır. Gebelik döneminde annedeki melatonin hormonu plasentayı geçerek fetal dolaşıma girer, merkezi sinir sistemine zarar veren oksidatif stresi azaltır ve gerekli fotoperiyodik bilgiyi fetüse iletir. Bu da normal bir beyin gelişimi için gerekli olan uyku düzenini ve sirkadiyen ritimleri oluşturur. Ancak araştırmaya göre melatonin optimum düzeyde değilse bebeğin beyin gelişimi için zararlı sonuçlar ve otizm riski doğurabilir (Jin, Choi, Won, & Hong, 2018). Bu konuya ilişkin bir başka çalışmada hamilelikte değişen hormonların bulantı, kusmaya neden olduğu ve bu dönemde hormona maruz kalmaya ilişkin bireysel farklılıklar düşünülerek, otizm ile ilişkisi incelenmiştir. Gebelik sırasında bulantı, kusmaların sıklığı ve şiddeti gözlemlenmiş, bu değerlere paralel olarak sosyal duyarlılıkta bozulmalar ve dil zorlanmaları artmıştır. Yani bulgular otizm ile bulantı ve kusma arasında güçlü bir ilişkiyi işaret etmiş ve bu da gebelikte atipik bir hormonal ortama maruz kalmanın beyin gelişimini etkileyebileceğine ve otizm riskini arttırabileceğine yönelik bir ipucu sağlamıştır (Whitehouse, ve diğerleri, 2018).
Prenatal stres ve otizm ilişkisinin ele alındığı derleme makalesinde, stresli yaşam olaylarına doğum öncesi maruz kalmanın psikiyatrik bozukluk riskini arttırdığını ve bunun yanı sıra sadece otizm benzeri davranışlar değil birtakım bilişsel ve immünolojik anomaliler de yarattığını savunan birçok makale incelenmiştir. 1990 yılı, 59 otizm tanılı ve 59 sağlıklı çocuk annesinin geriye dönük kayıtlarının incelendiği çalışmada, otizm tanılı çocukların annelerinin gebelik döneminde daha fazla aile uyuşmazlığı ve çatışma yaşadığı bildirilmiştir. 2005 yılında yapılan benzer bir çalışmada ise 188 otizm tanılı çocuğa sahip annenin 202 kontrole göre, gebelik döneminde ağır stresli yaşam olaylarına daha fazla maruz kaldığı bulunmuştur. Bu iki çalışma bulguları da stres ve otizm arasında bir ilişki olduğunu doğrular niteliktedir. Stresli yaşam olayları olarak fırtına ve kasırgaların ele alındığı çalışmada, fırtınanın büyüklüğü ve orada yaşayanların fırtınaya karşı savunmasızlığı incelenmiş ve sonuçlar fırtına ya da kasırgadan birine ya da ikisine birden maruz kalanların herhangi birine maruz kalmayanlara göre otizm riskinin daha fazla olduğunu göstermiştir. Aynı çalışmada gebeliğin 5-6. ve 9-10. aylarında aynı özelliklere sahip fırtınaya ya da kasırgaya maruz kalmak, gebeliğin diğer dönemlerine göre otizm ile daha fazla ilişkili bulunmuştur (Kinney, Munir, Crowley, & Andrea, 2008).
Otizmle ilişkili risk faktörleri sadece gebelikte anneye özgü stres yaşantıları ya da annenin biyolojik değerleri ile ilişkili değildir. Doğum sürecinde gerçekleşen doğum komplikasyonları da otizmin önemli bir yordayıcısı olabilir. New Jersey’de yapılan kohort çalışmasında vajinal kanama, uzayan doğum süreci, prematüre doğum gibi birçok komplikasyonu ve bu komplikasyonların birinin ya da birden çoğunun bir arada bulunduğu 164 otizm tanılı çocuğun ailesi incelendi. Bulgular, bu doğum komplikasyonlarının otizm için bir risk oluşturabileceğini doğruladı (Brimacombe, Ming, & Lamendola, 2007). Yapılan bir diğer çalışmada, otizmde doğum öyküsü, anne sütü alma süresi, teknolojik cihazlarla ile tanışma yaşı ve kullanım alışkanlıklarını değerlendirmek için 126 çocuk incelenmiş (otizm tanılı 66, sağlıklı 60), ancak bulgular bir önceki çalışmanın aksine prematüre doğum ve hipoksinin otizmle ilişkili olmadığını göstermiştir. Bunun yerine, ekran süresi ve yetersiz anne sütü alımı otizm için riskli bulunmuştur (Kamasak, Direk, Kurt, & Karaman, 2020).
Belirtilen çelişkili sorular incelendiğinde, otizm ile ilgili risk faktörlerinin net olarak tespit edilmesinin daha uzun yıllar süreceği açıktır. Öte yandan araştırma bulguları otizme ilişkin prenatal, perinatal, postnatal tüm süreçlerin ve bu süreçlere ek nöroanatomik, nörokimyasal, immün, genetik ve çevresel faktörlerin bir şekilde etkili olduğunu ortaya koymuştur. Etkili olduğu düşünülen ancak makalede yer verilemeyen bir diğer faktör ise, otizmde de yaygın olarak görülen genetik hastalıklardır. Ancak tüm bu faktörler arasındaki etkileşimi ya da neden sonuç bağlantısı ölçümlemek için çok daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Yine de tüm bu çalışmalar gebelik sürecinde tüm değişkenlerin optimal düzeyde tutulmasının bebeğin sağlığında ne kadar önemli olduğunu vurguladığı için önemlidir. Bu dönemde annenin (ve yakın çevresindekilerin) hem fiziksel hem de psikolojik sağlığına ekstra özen göstermesi gerekmektedir (Yüksel, 2005).
Kaynakça
Abdallah, M. W., Hougaard, D. M., Norgaard-Pedersen, B., Grove, J., Bonefeld-Jorgersen, E. C., & Mortersen, E. L. (2012). Gebelikte ve Doğum Sonrasında Enfeksiyonlar ve Otizm Spektrum Bozukluğu Riski: Bir Danimarka Doğum Kohortunda Kanıta Dayalı Bir Çalışma. Türk Psikiyatri Dergisi, 1-8.
Ayta, S., & Korkmaz, B. (tarih yok). Otizm ve Nörolojik Yönleri. Türk Nöroloji Dergisi.
Baron-Cohen, S., Tsompanidis, A., Auyeung, B., Nørgaard-Pedersen, B., Hougaard, D. M., Abdallah, M., . . . Pohl, A. (2020). Foetal oestrogens and autism. Molecular Psychiatry, 2970-2978.
Bonnet-Brilhault, F., Rajerison, T. A., Paillet, C., Guimard-Brunault, M., Saby, A., Ponson, L., . . . Roux, S. (2018). Autism Is a Prenatal Disorder: Evidence From Late Gestation Brain Overgrowth. Autism Research, 1-8.
Brimacombe, M., Ming, X., & Lamendola, M. (2007). Prenatal and Birth Complications in Autism. Matern Child Health, 73-79.
Dursun, P. (2020). SARS-CoV-2 (COVID-19) Enfeksiyonunun Gebelik ve Fetus Üzerine Etkileri. Yüksek İhtisas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 73-77.
Hadjkacem, I., Ayadi, H., Turki, M., Yaich, S., Khemekhem, K., Walha, A., . . . Ghribi, F. (2016). Prenatal, perinatal and postnatal factors associated with autism spectrum disorder. Jornal de Pediatria, 595-601.
Jin, Y., Choi, J., Won, J., & Hong, Y. (2018). The Relationship between Autism Spectrum Disorder and Melatonin during Fetal Development. Molecules, 1-9.
Kadak, M. T., & Meral, Y. (2019). Otizm Spektrum Bozuklukları -Güncel Bilgilerimiz Neler? İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi, 5-15.
Kamasak, T., Direk, M., Kurt, T., & Karaman, S. (2020). Otizmli Çocuklarda Doğum Öyküsü, Anne Sütü Alma Süresi, Televizyon ile Tanışma Yaşı, Televizyon, Akıllı Telefon Ve Tablet Kullanım Alışkanlıklarının İncelenmesi. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 411-417.
Kinney, D. K., Munir, K. M., Crowley, D. J., & A. M. (2008). Prenatal stress and risk for autism. Neuroscience and Biobehavioral Reviews, 1519–1532.
Ogawa, T., Kuwagata, M., & Shioda, S. (2009). The search for a fetal origin for autism: Evidence of aberrant brain development in a rat model of autism produced by prenatal exposure to valproate. S. Shioda, I. Homma, & N. Kato içinde, Transmitters and Modulators in Health and Disease: New Frontiers in Neuroscience (s. 83-88). Springer.
Ram, S., Howland, M. A., Sandman, C. A., Davis, E. P., & Glynn, L. M. (2018). Prenatal Risk for ASD: Fetal Cortisol Exposure Predicts Child Autism-Spectrum-Disorder Symptoms. Clinical Psychological Science, 1-13.
Shelton, J. F., Tancredi, D. J., & Hertz-Picciotto, I. (2010). Independent and Dependent Contributions of Advanced Maternal and Paternal Ages to Autism Risk. Autism Research, 30-39.
Şener, E. F., Özkul, Y. (2013). Otizmin Genetik Temelleri. Sağlık Bilimleri Dergisi, 86-92.
Tozar, Z. (2001). Otizm-Nedenlerin Arayışı Sürüyor. Bilim ve Teknik, 82-86.
Türkoğlu, S., Bilgiç, A., & Uslu, R. (2012). Otistik Spektrum Bozukluğu Olan Ayrı Yumurta Üçüzleri: Olgu Sunumu ve Gözden Geçirme. Nöropsikiyatri Arşivi, 167-171.
Whitehouse, A. J., Alvares, G. A., Cleary, D., Harun, A., Stojanoska, A., Taylor, L. J., . . . Maybery, M. (2018). Symptom severity in autism spectrum disorder is related to the frequency and severity of nausea and vomiting during pregnancy: a retrospective case-control study. Molecular Autism, 1-8.
Yücesoy Özkan, Ş., Ergenekon, Y., Çolak, A., & Kaya, Ö. (2016). Otizm Spektrum Bozukluğu. Ankara: Grafik-Ofset Matbaacılık Reklamcılık.
Yüksel, A. (2005). Otizm Genetiği. Cerrahpaşa Tıp Dergisi, 35-41.
Travma sonrası yaşantılarda “biz” olmak bizi nasıl etkiler?
Travma kelimesi, Türk Dil Kurumunda ‘sarsıntı’ olarak tanımlanmaktadır. Kelimenin kökeni ise Yunancadan gelen ‘sakatlık’ veya ‘yara’ kelimelerine dayanır. Travmatik olaylar beklenmedik zamanlarda, koşullarda ve olağan dışı şekillerde oluşur. Hayatımızı ve bizi tehlikeye atabilecek, çevremizdeki insanların, yakınlarımızın veya sadece duyduğumuz bir haberin bizde travmatik etki yaratabilme gücü vardır. Travmatik yaşantılara dair bu beklenmezlik olayın sadece günlük yaşantımızla karşılaştırıldığında daha nadir ortaya çıkmasından kaynaklanmamaktadır. Bunun kaynağı; günlük yaşayışımızın doğasını bozan ve bize uyum problemleri yaşatabilecek içeriğe sahip olmasındandır. Uyum problemi yaşabileceğimiz sorunlarla karşılaştığımızda bu sorunlar bizlerin başa çıkma stratejilerimizi yok edebilir. Bu da problemlerimizle nasıl yüzleşeceğimiz veya hayatımıza nasıl devam edeceğimizle ilgili zihnimizde yeni problemler oluşturur. Yaşadığımız bu olağan dışı durum bizi ne kadar güçsüz olduğumuzla yüzleştirir ve bununla birlikte çaresizlik hissetmeye başlarız. Çaresizlik hissettiğimiz andan itibaren artık hayatımızı denetlemede, kontrol etmede ve anlamlandırmada kullandığımız baş etme sistemlerimiz felç olmaya başlar.
Peki bu durumlara nasıl tepkiler geliştiririz?
Travmatik bir olayla karşılaştığımızda duygusal, bilişsel veya fiziksel tepkiler geliştirebiliriz. Geliştirdiğimiz tepkilerin içeriği, biçimi ve şiddeti, bize ve bizim yaşadığımız olaya göre farklılıklar gösterir. Bazı durumlarda bu tepkilerimiz şiddetini kaybetmeden devam ederken, bazılarında ise tepkiler daha hızlı ortadan kalkabilir. Psikologlar, daha uzun ve daha şiddetli verilen tepkiler ile ilgilenirler. Bu uzun süreli tepkiler literatürde; “Akut Stres Bozukluğu” ve “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” olarak iki temel durum olarak tanımlanır.
Travmatik bir olay yaşadık. Ya sonra?
Travmatik yaşantıların ardından oluşan olumsuz psikolojik değişimlerin yanında olumlu psikolojik değişikliklerin de olabileceği 1990’larda ortaya koyulmaya başlanmıştır. Travmatik yaşantımızın ardından bizim gelişebileceğimiz, büyüyebileceğimiz düşüncesi üzerine travma sonrası gelişim kavramı ortaya koyulmuştur. Bu kavram, travma sonrası yaşantıya sahip olan bir bireyin uzun süreli değişimlerini ele alan bir kavramdır. Bizim ve kişiliğimizin değişim süreçlerini kavramsallaştırır. Bu kavramsallaştırma kendimize dair düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızda kendimizi geliştirecek yeni yollar keşfetmemizi içerir ve her birey, her kişilik kendi yollarını keşfeder, kendisini büyütür. Travmatik olayların sonrasında bizlerin verdiği tepkiler ağaç metaforuyla açıklanmıştır. Yaşanılan fırtına sonrasında var olan üç tip ağaçtan bahsedilir. Bu ağaçların ilki fırtınaya rağmen kırılmamış, bükülmemiş, fırtınadan etkilenmemiş görünmektedir. Bu ağaç dayanıklı olarak adlandırılır. İkinci ağaç türü fırtınadan etkilenmiş, rüzgârda eğilmiş fakat kırılmamıştır. Bu ağaç tipi de hayatın içindeki zorluklarla karşılaşmış etkilenmiş ama normal yaşantısında hızlı bir şekilde adapte olan yani iyileşen bizleri niteler. Üçüncü tür ağaç ise fırtınada eğilir. Ama tekrar eski haline dönmek yerine yaralarını, hasarlarını yeni yaprak ve dallar açarak kalıcı olarak düzeltme yoluna giden ağaçtır. Bu “biz” ise, travma sonrası büyümeye çalışan ve büyüyen “biz”dir.
Ama büyümeyi nasıl başaracağız?
Travma sonrası büyüme ile ilgili araştırmaların sonucunda bazı kavramsal modeller ortaya koyulmuştur. Bu kavramlardan biri “yaşam krizleri ve büyümenin kavramsal modeli” dir. Bu modele göre biz stres içeren yaşam krizleriyle yüzleştiğimizde, verdiğimiz tepkileri etkileşim halinde olduğumuz yaşamsal faktörler ile şekillendiririz. Yaşamımızda bizi etkileyen çevresel ve kişisel modellerimiz, yaşadığımız kriz durumu ve sonrası, başa çıkma stratejilerimiz ve bilişsel değerlendirmelerimiz, travma sonrası büyümemizi şekillendiren etkenlerdir. Biraz daha açıklamak istersek, bizim sahip olduğumuz sosyal destek, bulunduğumuz toplumun sosyokültürel yapısı, ekonomik kaynaklarımız, demografik özelliklerimiz, psikolojik sağlamlığımız, kendimizi yorumlayış biçimimiz, yaşadığımız olayın süresi, şiddeti, problem odaklı veya çözüm odaklı yaklaşımlarımızın hepsi, travma sonrasında büyümemiz için birer değişken ve kaynaktır. Bizim sosyal hayatımızı geliştirmemiz, kişisel farkındalıklarımızı ve problemlerimizle başa çıkma stratejilerimizi arttırmamız, travma sonrasındaki değişimimizi etkiler.
Diğer bir model ise “organizmik” değerlendirme kuramıdır. Bu model bizim kendimizi değerlendirmeye ve büyümeye dair içsel motivasyonlarımızın olduğu fikri üzerine kurulmuştur. Biz, kendi gelişimimiz için hayatlarımızdaki en önemli noktanın ne olduğunu bilir ve buna göre kendimize yol çizeriz. Bu özelliğimizin var olması da bizi yaşamdan daha fazla doyum aldığımız ve psikolojik olarak iyilik halini oluşturduğumuz bir varoluşa götürür. Bu modele göre ilk olarak tamamlama eğitimimizi tamamlarız. Ardından bu durumu özümseriz ve bir sonraki aşama olan uyum aşamasına geçiş yaparız. Bu sayede anlamlandırmamızı tamamlamış oluruz. Buradaki tamamlanış bizim büyümemiz ile sonuçlanır. Son boyut ise öznel iyilik hali ve psikolojik iyi oluş halidir. Travma sonrası büyümeyi gerçekleştirebilmemiz için psikolojik iyi oluş halimizi sağlamış olmalıyız. (Bu modellerde de görüldüğü üzere bizim büyüyebilmemiz bize ve bizim psikolojik iyi oluş halimize bağlı olduğu söylenebilir.)
Peki, en başından beri bahsi geçen “biz” kimdir ve bu kavram nasıl oluşur?
Aslında biz kavramı yaşadığımız, gördüğümüz, karşılaştığımız, selam verdiğimiz herkesi ve her şeyi kapsayan bir kavramdır. Bakış açılarımız bizi ve kişiliğimizi oluşturur. Kişiliklerimiz başa çıkma stratejilerimizi oluşturur. Bu oluşumların ardından biz yani sen büyümeyi gerçekleştirirsin. Anlatılan kuramsal modelleri ve psikolojik iyi oluşunu gerçekleştirerek “travma sonrası büyüme”nin başarılı kişiliği olarak her zaman sen var olabilirsin.
Kaynakça
Briere, J. N. (2016). Travma Terapisinin İlkeleri Belirtiler, Değerlendirme, ve Tedavi için Bir Kılavuz- Dsm-5 için Güncellenmiş. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Dürü, Ç. (2006). Travma Sonrası Stres Belirtileri ve Travma Sonrası Büyümenin Çeşitli Değişkinler Açısından İncelenmesi ve Bir Model Önerisi. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (6) 117-143.
Herman, J. (1992). Travma ve İyileşme (5.basım). İstanbul: Literatür Yayınları.
Shaw, A., Joseph, S. ve Linley, P. A. (2005). Religion, spirituality, and posttraumatic growth: A systematic review. Mental Health, Religion & Culture, 8(1), 1-11. doi.org/10.1080/1367467032000157981.
Tedeschi, R. G. ve Calhoun, L. G. (2004). Posttraumatic growth: Conceptual foundations and empirical evidence. Psychological Inquiry, 15(1), 1-18. doi.org/10.1207/s15327965pli1501_01.
Türk Dil Kurumu. (t.b.). Travma. Türk Dil Kurumu Sözlükleri. 3 Aralık 2019’da https://sozluk.gov.tr/ adresinden alındı.
Dünya genelinde düşünce ve araştırma kuruluşları (think-tank); siyasal liderler, bürokratlar gibi politika yapıcılar ve karar alma mekanizmalarında yer alan kişiler için ciddi manada önem arz eden oluşumlardır. Politika yapıcılara danışmanlık hizmetinde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları, yaptıkları akademik ve bilimsel perspektifli rapor, analiz vb. diğer yayınları, kanun yapıcılara aktarılarak ilgili politikaların oluşmasına ve uygulamasında önemli rol oynamaktadırlar. Düşünce kuruluşları, güncel ve yakın vadede ülkelerin kendi çıkarlarını ve dünya kamuoyunu ilgilendiren konularda yalnızca fotoğraf çekmeyen, aynı zamanda politika önerileri de geliştiren kuruluşlardır. Üniversitelerde, genellikle “ne yapılmalı” sorusuna çok girilmemektedir. Düşünce kuruluşlarının farkı da burada ortaya çıkmaktadır. Medya çok hızlı, akademi ise yavaş çalışmaktadır. Bu minvalde düşünce kuruluşları medyaya daha yakındır (DURAN, 2019). Yaptığı akademik ve bilimsel çalışmalar ile kamu politikalarının teknik ve stratejik manada ülke ve dünya kamuoyunu bilgilendirme görevi de düşünce kuruluşları üstlenmektedir. Bilgiye ve veriye dayalı iş yapma, politikaları buna göre oluşturma en önemli paradigmaları arasındadır.
Düşünce ve araştırma kuruluşları aslı itibariyle Soğuk Savaş sonrasında özellikle uluslararası ilişkiler alanında giderek etkisini bir o kadarda önemini arttıran konuma gelmiştir. Dünya üzerinde aktif faaliyetlerde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları bulundukları ülkenin iç ve dış politikalarını şekillendiren/yönlendiren önemli çalışmalar yapmışlardır. Özellikle ABD’de faaliyet gösteren düşünce ve araştırma kuruluşları gerek Amerika’nın iç ve dış gerekse de dünya politikasını yönlendirme adına ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Bu minvalde Türkiye özelinden incelediğimizde “düşünce fakirliği” yaşandığı görülmektedir (KARABULUT, 2010). Küreselleşme bağlamında bilgi toplumunun artışı, bilgiyi üreten mekanizmalara karşın ilgiyi arttırmış buna mukabil düşünce ve araştırma kuruluşlarının etki ve nüfuzları artmıştır.
Düşünce ve Araştırma Kuruluşlarının Çalışma Prensipleri
Kanun yapıcılar; yönetiminde oldukları toplumun ve ilişki içerisinde oldukları devletler hakkında sosyal, siyasi, ekonomik ve istatiksel açıdan malumat sahibi olmak ve uygulamaya koydukları politikaların etkili sonuçlar verip vermediği hususunda uzman kişilerce hazırlanmış verilere ihtiyaç duymaktadırlar. Buna mukabil siyasal karar alma süreçleri esnasında sürekli ve güvenilir bilgiye duyulan ihtiyaç, bağımsız düşünce ve araştırma kuruluşlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Düşünce ve araştırma kuruluşları ülkemiz özelinde oldukça fazla ihmal edilmiş bir alandır.
Düşünce kuruluşları; araştırma, analiz ve çeşitli yayınlar ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına akademik danışmanlık hizmetlerinin verildiği statik sivil toplum kuruluşlarıdır. Aslı itibariyle “Entelektüel Girişimciler” tanımına muhatap olan düşünce kuruluşları, özgür ve bağımsız yapılarıyla[1] ülke içi yahut ülke dışında kronikleşmiş sorunlara yeni fikirler ve çözüm önerileri sunmaları birincil manada çalışma prensibidir. Ürettikleri politikalar vasıtasıyla ulusal ve uluslararası arenada yankı uyandırmaktadırlar. Özellikle uluslararası ilişkiler alanında aktif politika üreten düşünce ve araştırma kuruluşları, faaliyette bulundukları ülkenin ulusal gücünü yükseltme noktasında oldukça önemlidir. Düşünce kuruluşlarının tam manasıyla literatür anlamına karşılık gelebilmesi, ne kadar bağımsız çalışmalar icra edebildiğinden geçmektedir.
Düşünce kuruluşları yapmış oldukları yayınlar ile ilgili ülkelerin dış politikalarını ve Dünya politikasını yönlendirebilmektedirler. Bu duruma verilecek en önemli örnek ise George Kennan’ın, Council of Foreign Affairs’ın (CFR) bizatihi yayını olan Foreign Affairs’da, 1947 yılında yayımlanmış olan “Mr. X” başlıklı makalesi, Amerika’nın Soğuk Savaş stratejisini şekillendiren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Düşünce ve araştırma kuruluşlarının yayımlamış oldukları makalelerin etkinliğine, Stocholm International Peace Research Institute’ün (SIP- RI) her yıl düzenli olarak yayınlamakta olduğu yıllık örnek olarak gösterilebilir. Düşünce kuruluşlarının ülkelerin politikalarında etkin rol üstlendiğini destekler nitelikte bu tip birçok örnek mevcuttur. Devletlerin; dış politikada yeni düşünceler ile alternatifler üretmelerini, üst düzeyde tartışma ortamı hazırlamalarını, ilgili ülke vatandaşlarını Dünya hakkında bilgilendirmelerini ve arabuluculuk ile çatışmaların çözülmesi konusunda resmi çabalara tamamlayıcı imkanlar sağlamaları noktalarını karşılamaktadırlar.
Türkiye ise düşünce ve araştırma kuruluşları çerçevesinde başta ABD olmak üzere diğer Avrupai devletlere göre hem niceliksel hem de niteliksel açıdan oldukça geridedir. Bu durumun ortaya çıkmasındaki en temel faktör ise toplumu itibariyle Türkiye, düşünce ve araştırma kuruluşlarının önemine haiz olmamasıdır. Türkiyede düşünce kuruluşları yarım yüzyılı geride bırakarak özellikle konjonktürün elverişli olduğu 2000’li yıllardan itibaren sayı ve etki bakımından önemli bir aktör haline gelmiştir (BABUR, 2021). Türkiye’de düşünce ve araştırma kuruluşlarının niceliği oldukça artmış, netice itibariyle de neden ortaya çıktıkları ve nasıl uluslararası alana yayıldıkları, siyasal karar alıcıları nasıl etkiledikleri ve küresel dünya ile nasıl bir etkileşim içinde oldukları, gibi soruların cevaplanması gerekliliği ortaya çıkmıştır (Alper Tolga BULUT, 2014).
Düşünce ve Araştırma Kuruluşlarının Tarihsel Gelişimi
Dünya özelinde düşünce ve araştırma kuruluşları ilk olarak 20’nci yüzyılların başlarında ABD’de ortaya çıkmıştır. Akademik ve bilimsel çalışmaların öneminin oldukça yüksekte olduğu bu dönemde Russel Sage Foundation 1907 yılında, 1910’da Russell Foundation, 1911’de Carnegie Endowment ile Twentieth Century Fund ve 1916’da Hoover Institution kurulmuştur. Bu durum Dünya özelinde özellikle Soğuk Savaş döneminde artarak devam etmiştir. Öyle ki ABD’de 1907 ila 1950 yılları arasında 25’i aşkın düşünce ve araştırma kuruluşu kurulmuşken bu durum 1950 yılından sonra katlanarak artmıştır (McGANN, 2009) (bkz. Tablo 1). Giderek endüstrileşmeye başlayan düşünce ve araştırma kuruluşları, ABD’nin uluslararası alandaki stratejik çıkmazlara karşın,ihtiyacına binaen odak noktası olmaya devam etmiş ve en önemli çözüm merkezleri konumunu almıştır. Bu duruma cevaben, RAND Corporation (1948), Foreign Policy Research Institute (1955), Center for Strategic and International Studies (1962) gibi enstitüler kurulmuştur. Halihazırda Dünya üzerinde en fazla düşünce kuruluşunun bulunduğu ülke ise ABD’dir. Soğuk Savaş Dönemi’nde kurularak aktif çalışmalarda bulunan birçok düşünce kuruluşunun bağımsız olmadığı kanaati bugün itibariyle hâkim olan bir görüştür. Realitenin baskın olarak karar mekanizmalarının etkisi altına alındığı bu Soğuk Savaş Dönemi’nde tüm Dünya olduğu gibi düşünce kuruluşları da ideolojik propaganda merkezlerine dönüşmüştür. Dönemin havası itibariyle düşünce kuruluşları ciddi manada strateji ve güvenlik alanlarında faaliyetler yürütmüştür. Bu dönem, birçok kişi tarafından “Strateji Çalışmalarının Altın Çağı – Age of Strategy Studies” ile “Güvenlik Çalışmaları Rönesansı – The Renaissance of Security Studies” olarak nitelendirmiştir (STEPHEN, 2003). Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber yeni sorunlarla karşı karşıya kalan Dünya kamuoyu, düşünce ve araştırma kuruluşlarına bakış açısını ve anlayışını ciddi manada değiştirmiştir. Nitekim insan hakları, küreselleşme, kuraklık ve ekonomik-politik gibi konular özelinde sorunlar oldukça artmış ve bu sorunlara karşın çözüm stratejilerinin arandığı yer ise düşünce ve araştırma kuruluşları olmuştur.
Tablo 1: Yıllara Göre Kurulan Think Tank Sayısı
Düşünce Kuruluşlarının Sınıflandırılması
Düşünce ve araştırma kuruluşları; Etkinlik Derecesine Göre: Küresel, Bölgesel ve Ülkesel, Bağımsızlık Kriterine Göre: Tam Bağımsız, Yarı-bağımsız/bağımlı, Tam Bağımlı ve İşlevlerine Göre olmak üzere üç ana temel başlık üzerine sınıflandırılmıştır. Buna ek olarak “İşlevlerine Göre”, Bölgesel ya da Ülkesel Çalışmalar Yapan (Avrupa, ABD, Kafkasya v.b) ve İşlevsel Çalışmalar Yapan (Güvenlik, İnsan Hakları, Enerji, Çevre v.b) olmak üzere de ikiye ayrılmaktadır.
Foreign Affairs tarafından yayınlanan düşünce ve araştırma kuruluşları indeksinde ise aşağıda belirtildiği üzere bir sınıflandırma yapılmıştır (McGANN J. , 2009);
1- Politika Yapıcılar: RAND, Urban Institute, Overseas Development Ins- titute v.b.
2- Partizanlar: Heritage Foundation, Center for American Progress, Adam Smith Institute v.b.
3- Fantomlar: China Development Institute, Institute for Democracy and Cooperation (Russia) v.b.
4- Bilim Adamları: Brookings Institution, Council on Foreign Relations, Chatham House v.b.
5-Aktivistler: Human Rights Watch, Centre for Conflict Resolution (South Africa),Amnesty International
Diane Stone ise düşünce ve araştırma kuruluşlarını yukarıda bahsedilen kurumlardan ayıracak altı temel özellik ortaya koymuştur (STONE, 1996). Bunlar sırasıyla aşağıdaki gibidir:
a) Organizasyonel Bağımsızlık ve Devamlılık: Düşünce ve araştırma kuruluşları genel olarak kamu sektörünün dışında kendi yasal statüleri ile kurulurlar. Bağımsız olmaları, kâr amacı gütmeyen kurumlar olmalarının doğal sonucu olarak görünmektedir. Bunun yanında düşünce kuruluşları sürekliliği olan kuruluşlardır.
b) Araştırma Gündemini Bağımsızca Belirleme: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının sabit veya bağımlı bir politika gündemleri yoktur ve entelektüel olarak bağımsızlardır (STONE, Non-Governmental Policy Transfer: The Strategies of Independent Policy Institutes, 2002).
c) Politika Odaklı Olma: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının en önemli özelliği kanun yapıcıların karar alma süreçlerini etkilemeye yönelik faaliyetler yürütmeleridir. Faaliyet alanları bulundukları toplumdan bağımsız değildir. Buna mukabil ilgili kanun yapıcılarla müşterek mesai halindedirler. İlgili kanun yapıcı kurmaylar ile aralarındaki diyalog mesafesi etkin, yararlı ve yerinde politikalar üretme odaklıdır.
d) Kamu Yararı Gözetme: Düşünce ve araştırma kuruluşları yürüttükleri faaliyetlerde kamu yararının faydasına hareket etmektedirler. Bu bağlamda düşünce ve araştırma kuruluşları teorik de olsa, kamuoyunda tartışma başlatma ve toplumu eğitme gibi amaçlarla çalışmalar yürütmektedirler. Bu duruma ek olarak düşünce ve araştırma kuruluşları, herhangi bir oluşumun yahut zümrenin arka bahçesi konumunda bulunmak maksadıyla hareket edemezler/etmemelidirler. Toplumsal huzur ve refahı arttırıcı niteliğindeki çalışmaları ve diğer bilumum meselelere karşın çözüm stratejileri; çoğunlukla araştırma, analiz, panel ve sempozyum şeklinde halka açık olması, aynı zamanda yalın, özgün ve anlaşılır bir dille kaleme alması önem arz etmektedir.
e) Uzmanlık ve Profesyonellik: Düşünce ve araştırma kuruluşlarında görev alan personel genellikle, politika veya sosyal bilimler üzerine eğitim almış ya da çalıştığı/çalışacağı alana hakimiyeti, ilgisi ve motivasyonu oldukça yüksek olmalıdır.
f) Ortaya Konulan Çıktılar: Düşünce ve araştırma kuruluşlarının aktif olarak yürütmekle mükellef olduğu faaliyetlerin en temel üç sonucu araştırma, analiz ve tavsiyedir. Politika tavsiyeleri, kitaplar, belirli aralıklarla çıkarılan dergiler, köşe yazıları, radyo ve televizyon mülakatları gibi geniş bir yelpazeye yayılan araçlarla siyasal karar alıcılara ve topluma ulaşma maksadıyla hareket etmektedirler. Bunlara ek olarak da seminerler, atölye çalışmaları, konferans ve panel toplantıları gibi faaliyetler yürütmektir. Bu faaliyetler sayesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarında görev alan uzman ve akademisyenler ile karar alıcılar, kanaat önderleri ve sponsorlar bir araya gelmekte ve ilgili tavsiyeler sözlü olarak aktarılmaktadır.
Sonuç
Düşünce kuruluşları demokratik toplumlar için en önemli aktörlerden biridir ve toplumların entelektüel kesimlerinin bilgi temelli hareket ettiği bir ekosistemdir. Aslı itibariyle düşünce kuruluşları, devletlerin bir nevi yumuşak gücü (soft power)’dür (KARABULUT, Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz, 2010). Düşünce merkezleri, Batı’da sistem içidir ve politika oluşturulan bir nevi mutfaktır. Bu nedenle, Batı’da (özellikle ABD’de) düşünce merkezleri ile kamu, medya, üniversite, özel sektör ve siyaset arasındaki geçişkenlik oldukça fazladır. Türkiye’de ise düşünce merkezleri karar alıcılara yakın olmasına rağmen sistem dışıdır. Kamu, özel sektör ve siyaset ile arasındaki geçişkenlik çok azdır. Geçişkenlik, akademik Dünya ve kısmen medya ile bulunmaktadır. Ülkemizde bulunan düşünce ve araştırma kuruluşları genel olarak seminer, panel, ulusal ve uluslararası konferanslara ve internet yayını ile gerek kamuoyunu gerekse de kanun yapıcıları bilgilendirmekte, ürettikleri bilgiyi çıkarttıkları hakemli dergide yayınlayarak yaymakta ve bilimsel bilgi üretmektedirler. Bu etkinliklerinin yanında uyguladıkları staj programları ile uzman yetiştirmekte ve en önemlisi bilginin ulusal yollarla üretilmesini sağlamaktadırlar (Alper Tolga BULUT, 2014). Ancak ulusal ve uluslararası arenada ne kadar etkin oldukları en önemli tartışma konusudur. Ülkemizin en önemli düşünce ve araştırma kuruluşlardan biri olan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)’nın 2019 yılında yayımladığı “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” raporu uluslararası alanda ciddi manada ses getirmiştir. Ayrıca SETA, yurt içerisinde karar alma süreçlerinde etkin bir konumdadır.
Netice itibariyle düşünce ve araştırma kuruluşları bir ülkenin gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda yönetim başarısını bazen doğrudan bazense de dolaylı olarak etkileyen ciddi öneme sahip kuruluşlardır. Kâr amacı gütmeyen, hükümetten, siyasi partilerden ve diğer muhtelif çıkar zümrelerinden bağımsız olarak hareket ederek iç ve dış politikaya yönelik çalışmalar yapan/yapması gereken kuruluşlardır. Yaptığı çalışmaların entelektüel zeminde tartışmalarla ilgili kanun yapıcı kurmaylara tavsiye niteliğinde yorumlarını akademik ve bilimsel bir perspektifle sunarlar. Ancak günümüz dünyasında birçok düşünce ve araştırma kuruluşu, yukarıda da belirtildiği üzere olmalı/taşıması gereken birçok özelliği kendilerinde barındırmamaktadırlar. 20. Yüzyıl’ın başlarında ortaya çıkan ve önemli bir çoğunluğunun ABD’ye has bir anlam literatürü olduğu düşünce ve araştırma kuruluşları, özellikle ABD’nin dış politikasında etkin bir rol üstlenmiştir. Gayet tabiidir ki hâlihazırda ABD’nin siyasal, ekonomik ve kültürel dinamikleri düşünce ve araştırma kuruluşları için önemli bir habitattır. Ülkemizde ise uzun yıllar süregelen siyasi istikrarsızlık neticesinde düşünce ve araştırma kuruluşlarının temel paradigmaları babında reaksiyon gösterebilecek bir altyapıyı kendisinde barındıramamıştır. Geçmiş dönemlerde geleneksel Türk dış politikalarının oluşumu ve uygulanma süreçleri de düşünce ve araştırma kuruluşlarına kapalı bir pozisyona sahipti. Son yıllarda ülkede değişen rejim vasıtasıyla ise bu durum değişmiştir. Ancak ülkenin sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik özellikleri bakımından düşünce ve araştırma kuruluşlarının gelişiminin önünde ciddi bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kaynakça
Alper Tolga BULUT, F. A. (2014, Mart 30). Think-Tankler ve Dış Politika: Türkiye ve ABD Örne ği. Centre for Strategic Research and Analysis: https://cesran.org/think-tankler-ve-dis-politika-turkiye-ve-abd-ornegi.html adresinden alındı
BABUR, M. M. (2021). Bir Temsil Alanı Olarak Türkiye’de Düşünce Kuruluşları. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1-19.
DURAN, B. (2019, Temmuz 29). Düşünce Kuruluşları Türkiye’nin Önünü Açar. (S. DURSUN, Röportaj Yapan)
KARABULUT, B. (2010). Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz. Gazi Akademik Bakış, 91-104.
McGANN, J. (2009, Ocak – Şubat). Foreign Policy. Pennsylvania: University of Pennsylvania ScholarlyCommons.
McGANN, J. G. (2009, Ocak 19). The Global ‘Go-To Think Tanks. The Global ‘Go-To Think Tanks. Philadelphia, Amerika Birleşik Devletleri: Penn Libraries University of Pennsylvania .
STEPHEN, M. W. (2003). Güvenlik Çalışmaları Rönesansı. Avrasya Dosyası ( Güvenlik Birimler Özel), 71-106.
STONE, D. (1996). Capturing the Political Imagination: Think-tanks and the Policy Process. London: Routledge.
STONE, D. (2002). Non-Governmental Policy Transfer: The Strategies of Independent Policy Institutes. Governance, 45-70.
[1] Dünya üzerindeki birçok düşünce ve araştırma kuruluşlarının özgür ve bağımsız bir yapıya sahip oldukları tam anlamıyla gerçeği yansıtmayarak, teorik olarak bağımsız oldukları varsayılmaktadır.
Açık Pencere bu yıl iki farklı dilde iki farklı yazı atölyesi düzenleyecek. İki atölye birbirinden bağımsızdır ve farklı kriterler gerektirir. Başvurmak istediğiniz atölyenin başvuru formuna web sitemizden ulaşabilir ve kriterleri görebilirsiniz.
Information Note
This year, Açık Pencere will organize two different writing workshops that will be held in two different languages. The two workshops are independent of each other and require different criteria. You can access the application form of the workshop you want to apply to on our website and see the criteria.
Düşüncelerin, doğru, sarih ve özgün olarak yazıya aktarılmasında bilgi ve tecrübe paylaşımında bulunmak üzere hazırlanan “Akademik Yazı Atölyesi” sizlerle!
Projenin Adı: Akademik Yazı Atölyesi
Proje Süresi: 8 hafta / Haftada 2 Saat / Çevrimiçi
Proje Koordinatörü: Doç. Dr. Tolga MERCANTEPE
1982 yılında İsviçre’de doğdu. İlk, orta ve üniversite eğitimini Türkiye’de tamamladı. Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji alanında ihtisasını tamamladı. Başta elektron mikroskobu ve immunohistokimya teknikleri alanlarında uluslararası SCI ve SCI-E kapsamında taranan makalelerde 70’den fazla yayını bulunmaktadır. Hirsch İndeksi:11 ve i-10 endeksi 15 olup uluslararası kongrelerde ödülleri mevcuttur.
Projenin Amacı: Akademik kariyer hedefleyen lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin makale yazma ve sunma becerisi kazanmalarını ve kendi görüşlerini açık, akademik ve özgün bir şekilde ifade etmelerini, alanında uzman kişilerden ders almalarını ve pratik yazma ve sunum deneyimi.
Projenin Hedefi: Araştırma ve yazma tekniklerini deneyimleyerek profesyonel akademik çalışmaların üretimini artırmak; lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin akademik yazma becerilerini artırmak ve akademik literatüre katkıda bulunmaktır. Çeşitli kaynaklardan yararlanarak eleştirel bakış açısını kullanabildikleri, fikirlerini etkili biçimde sunabildikleri ve tartışabildikleri beceriler kazandırmaktır. Mecazlardan ve sanatlı ifadelerden uzak, kelimelerin temel ve terim anlamları kullanılarak ortaya özgün birer ürün koymalarını sağlamaktır. Aynı zamanda kaynak okuma ve özetleme, veri toplama, bulguları yorumlama ve analiz edebilme gibi destekleyici kazanımlar sunmaktır.
Kimler Başvurabilir?
Üniversitelerde lisans veya lisansüstü eğitimine devam eden, çeşitli alanlardan öğrenciler başvurabilir. Ayrıca lisans eğitimini son bir yıl içerisinde tamamlamış ve herhangi bir yerde öğrenci olmayan kişiler de başvurulabilir. Akademik Yazı Atölyesi katılımcılarının araştırmaya ve öğrenmeye yönelik derin bir ilgi ve yüksek bir motivasyonu olması gerekmektedir.
Hangi Alanlardaki Öğrenciler Başvurabilir?
Açık Pencere, çok çeşitli beşeri ve yaşam bilimleri alanlarından öğrencileri atölyeye dahil etmektedir: iktisat, uluslararası ilişkiler, tıp, mühendislik, matematik, FKB, siyaset bilimi, kamu yönetimi, eğitim, sosyoloji, tarih, psikoloji, iletişim, hukuk, felsefe, ilahiyat, edebiyat, mütercim tercümanlık vb.
Atölye Ücretli midir?
Akademik Yazı Atölyesi programı ücretsizdir.
Kurs programını başarıyla tamamlayan öğrencilere katılım belgesi verilir.
Duration of The Project: 5 weeks/2 Hours in a Week / Online
Application Deadline: 19 November 2021
Project Coordinator: Zaher Alrashed
Experienced ESL Instructor with a demonstrated history of working in the higher education industry. Skilled in English as a Second Language (ESL), Secondary Education, Classroom Management, Lesson Planning, and Educational Technology. Strong education professional with a CELTA focused in ELT from University of Cambridge.
Project Stakeholder: Ibn Haldun University
Purpose of the Project: To ensure that undergraduate, graduate and doctoral students, who aim for an academic career gain competence in writing and presenting articles and express their own views in a clear, academic and original way, to take courses from experts and to have practical writing and presentation experience.
Project Goal: Increasing the production of professional academic studies by experiencing research and writing techniques; increasing the academic writing skills of undergraduate, graduate and doctoral students and to contribute to the academic literature. To gain skills where they can use a critical perspective, present and discuss their ideas effectively by using various sources. It is to enable them to put forward an original product by using the basic and term meanings of the words, away from metaphors and artistic expressions. At the same time, it is to offer supporting gains such as reading and summarizing sources, collecting data, interpreting and analyzing findings.
Criteria for Applying: Those who want to participate in the English academic writing workshop must be undergraduate, graduate or doctoral students and have to know English at B1 level.
For many years, the Maghreb region has been experiencing political, economic, and social problems. Bad political governance and resources course are the main problems of the region. States’ economic strategies cannot fulfil the expectation of their societies. This created unrest among the population of Maghreb and ended up with demonstrations in 2011. This essay is based on many literature reviews on Morocco, Tunisia, Algeria, Libya’s political economy.Many studies have revealed that the region has lots of economic inefficiencies. However, it seems that there is a possible way to overcome these difficulties and establish a stable environment for its people both politically and economically if political confrontations are solved.
Keywords:Maghreb; Morocco; Tunisia; Algeria; Libya; Political Economy
Introduction
Although the Maghreb region shares the same religion, ethnicity, and language, it is the least integrated region in the world, economically, socially, and politically. This lack of integration led to poor economic performance, which is the main reason behind the social unrest and political instability. This paper first analyzes the shortcomings of the region then proposes a solution to these problems. It is pretty beneficial to divide the Maghreb into two categories: rentier states of Algiers and Libya on the one hand, and on the other hand, small middle-income states of Morocco and Tunisia. Mauritania is excluded in this research because of its insignificant economic and political power. If an economist sees the region, he or she will immediately realize that it is full of inefficiencies, economically speaking. While Algerian and Libyan states have their problems thanks to structural problems created by oil rents, Morocco and Tunisia suffer their fiscal problems. All of the four states are failing to establish institutions to achieve economic development.
The Paradigm of Economic Development in the Region
State and market relations in the Maghreb have their roots in the 1930s. States in North Africa started their economic strategy as interventionist and redistributive. In the 1930s, the years of the Great Depression, state has become the primary paradigm of regulation and redistribution of wealth and welfare (Yousef, 2004, p. 94). Central planning and protectionism seemed as the only way to succeed in the economy. Keynesian understanding became dominant. Also, the nation-building process of these states required the support of large segments of society, which later pushed for more interventions policies, such as in Tunisia through the Tunisian General Labour Union (Yousef, 2004, p. 94). Lastly, oil revenues were one of the main reasons why the state has become the main player in the economy. Huge profits from oil made it easy for countries like Libya and Algeria.
These policies led to a ‘governance gap’ because revenues from natural resources did not require governments to levy tax from the population, which created a gap in government institutions and enabled authoritarian regimes to feed their security apparatus like in Morrocco and Libya(Yousef, 2004, p. 96). These states did not need to establish institutions like Western Europeans did to maintain states’ capabilities which required well-established bureaucratic structures. In the end, the region ended up with the lowest rates of good governance.
Resource Curse
Two of the four states, Libya and Algeria, can be classified as rentier states that created their own unique economic, political, and social structures. It is essential to understand the resource curse because, in a classical understanding of economics, it is expected that these vast resources would be beneficial for economic development and growth. To be a rentier state, there should be four phenomena: rent should dominate the economy; this rent must subsidize the economy so there should be no need for other sectors, only a tiny percentage of the population join the rent generation, which creates a division between state and society; and state must be the primary recipient of rent (Al-Rawashdeh et al., 2013, p. 17). Algeria and Libya meet the conditions while Morocco and Tunisia have over 85 percent of their export from non-oil sectors (Al-Rawashdeh et al., 2013, p. 19). Diversification of economic activities through the support for other sectors can be a solution to the problem of rentierism, which will be discussed in the following pages (Al-Rawashdeh et al., 2013, p. 28)
To understand how a natural resource can be detrimental to the economic performance of a nation, one should first make a division between weak institutions and strong institutions, which are decisive. The resource curse is a term to the point that unlike it is expected that resource-rich countries tend to fail economically. Qualitative researches show that economies with a high ratio of natural resource exports to GDP in 1971 had abnormally sluggish growth rates (Ross, 1998, p. 300). When a resource is found, two things follow. Firstly, a rise in the exchange rate due to a rise in export, and secondly, a new sector flourishing due to newly found resources pull capital and labor from other sectors. These nations become much more dependent on the oil sector, in which prices can be too unstable. Also, when this abundance of resources is combined with institutional shortcomings results in huge government expenditure (Yousef, 2004, p. 99).
On a socio-political explanation side, because of rent from the oil sector or natural gas, the government does not need to levy tax from its population. This halts rentier states to become more democratic and liberal markets [(Ross, 1998, p. 312), (Schwarz, 2008, p. 604)]. As Schwarz shows for Algeria, for example, oil contributes 35 percent of its GDP and nearly all of the export (2008, p. 608). Algeria is the biggest natural gas producer in Africa and the second biggest supplier to Europe, and it has the third-largest oil reserves in the continent (Escribano, 2016, pp. 3–4). For Libya, rent is the oil money. In addition to the low level of economic diversification, subsidies are too high, nearly 49 percent of the state budget (Escribano, 2016, p. 10). It should be kept in mind that rents are not limited to oil money, but there are also international aids.
Rentierism is causing two pivotal problems. First, it is an obstacle to the flourishing of democratic regimes. Secondly, it leads to a social contract that jeopardizes political rights for welfare (Schwarz, 2008, p. 610). Oil has a negative impact on democratic rule, as shown by statistical research (Ross, 2013, p. 7). First, it enables authoritarian rulers in power to continue their oppression. Secondly, oil revenues attract greedy rulers by increasing the value of executive power (Ross, 2013, p. 10). Therefore, social, political, and economic changes and reforms are being executed in times of huge economic crises, which pushed elites to deal with a budget deficit.
Ruling Elite
The ruling elites have excelled in maintaining control over resource allocation. These established elites use political power as a means to control private business. They favor ‘businessmen’ who have good ties with regimes (Schlumberger, 2000, p. 250). While the prevailing elites were able to seize the acquisition of resources, they could not be utilized those resources in production. These resources are using as subsidize the cost of living of the population, which is motivated politically. Subsidies are government measures that guarantee lower prices less than the market level (El-Katiri & Fattouh, 2017, p. 2). This alimentation process ends up an unproductive and inefficient economic burden. In Morocco, for example, a portion of the money that is spent for energy subsidization is equal to investment and more than education and health costs(El-Katiri & Fattouh, 2017, p. 3). This massive sum of money could be used more efficiently, such as infrastructure investments which are quite inadequate in the region.
These rent-lover states caused rent-seeking domestic market. Wasta is the Arabic word to describe the situation, which means intermediation between private relations of political and business elites. These kinds of systems favor personal networks over merit and productivity (Schlumberger, 2000, p. 251). If competition in the market is accepted as the main principle for economic success, state apparatus is the main problem in the Maghreb. The sociopolitical orientation of the economy leads to a hostile place for newcomers who do not have linkage to the ruling elite. Also, this way of making business scare away international investors, although these states need Foreign Direct Investment to maintain their economy.
The winds of change started to blow in the 1970s and 1990s due to the declining price of natural resources. North African states had no choice rather than liberalizing their markets and open up to the globe (Dillman, 2001, p. 199). Macroeconomic indicators push elites to reform (Yousef, 2004, p. 99). Neo-Liberal reforms were started first in Tunisia, followed by Morocco. However, State and Business relations started to be affected in a very different way than it was expected. North African regimes selectively restructure their economies, using reforms and repression to mitigate many of globalization’s purportedly regime-challenging effects. Incumbent elites may undermine democracy by choosing ways to engage in global markets subtly, sustaining distributional coalitions and a dependent local private sector. Regimes benefit from rising capital inflows, limiting access to profits and rents, and substituting for some decreasing resources through limited market reforms. (Dillman, 2001, p. 201). As Dillman states, ‘’limited privatization, partition sales, sales to anchor investors, the public stock market offers, contracting-out of services, worker buyouts, and liquidations’’ are a few examples of this dirty work (Dillman, 2001, p. 207). In Morocco, for example, privatization has enriched the Royal family rather than removing resources from government control. White predicted that these reforms would make the market less attractive to foreign investment, less secure, and more prone to migration (2001, p. 851).
Small Middle-Income States
Other than Algeria and Libya, Tunisia and Morroco are middle-income countries without oil rents. These states had to follow a different economic policy, development strategy to overcome their economic difficulties. These two countries have been racing for new and closer ties with the EU since the 1970s. Tunisia is leading this race because its smaller economy and its domestic politics did not give policymakers any other alternatives (White, 2001, p. 4). However, Morroco was able to be more slowly due to its bigger economy and its domestic character. It takes them until the 1990s, thanks to lower phosphate prices which is enormous for the Moroccan economy.
The relations between the EU and Maghreb caused dramatic changes in domestic economies and politics in Southern Shores of the Mediterranean. Starting from the 1970s, EU’s protectionism, economic recessions in developed countries, Second Enlargement of the Union have detrimental effects. Also, both countries experienced opposition of Islamist movements because of their unequal relations with the West.
To understand in what way these adjustment policies affect, policy choices must be examined. As White (2001, p. 11) puts it, the state is an intermediary actor between international and domestic realms. In his book, he used Wallerstein’s ‘World System Theory’ which classified countries as core, periphery, and semi-periphery. According to this understanding, there is a ‘unequal exchange’ between the weak and stronger. There are two tactics to overcome this inequality, one is the process of Import Substitution Industrialization (ISI), which is aiming to favor domestic industrial production through the high tariff barriers, and the other one is persuading multinational corporations to invest in the domestic economy (White, 2001, pp. 13–14). In the end, the state is both a player in domestic and international economic spheres.
Tunis and Morrocco, both small middle-income countries, are open to the danger of international economic instability because of import means inflation, and this can cause lots of problems, like a deficit in the balance of payments. Also, the two states are both former colonies that end up with less diversified economic activities. The heritage of colonialism is not only limited to this, but also their target market is tied to former masters. All of these make them much more vulnerable economically, and they cannot continue to protectionist policies due to their small size.
A short time after their independence from colonial rules, the Maghreb region’s agricultural export was restricted as a result of the Common Agricultural Policy, which was introduced in 1960. These agricultural productions mainly were aiming at the European cities. The second Enlargement in the 1980s was the second blow to North Africa because newly admitted countries, like Spain and Greece, both producing similar industrial and agricultural products like olive oil, have the advantage to access developed markets.
Tunisia started its new policy direction in 1971, after following ISI policies of the 1960s, aiming for new job creations, more growth rates of GDP, and firms’ profits (White, 2001, p. 30). However, the opening programs did not work well both economically and socially. Tunisia experienced riots in 1978 and 1984. However, Morocco’s natural resource advantages, the bigger size of its economy, and the palace’s desire to dominate the economy served as a deterrent to liberalizing foreign commerce. In the early 1980s, phosphate prices were falling, and fiscal problems were huge for Morrocco (Yousef, 2004, p. 98).
White (2001, p. 34-41) counts four dynamics behind the differentiation of policies of two countries. These are elites’ ideology, type of government, economic resources, and international environment. While the Tunisian elite is united, secular, and more pro-western, the Moroccan elite was less uniform, differentiation between urban and rural elites. The regime is another factor while the Tunisian state continued its ties with its society. Morrocco did not achieve this social linkage and became the focus of criticism for human rights violations. Two Countries have different economic conditions. Their natural resources, populations, education level of society are just a few examples. The last factor is their position in the international system. Both countries are located in the south of the European Union, making them essential partners for the West because of their role in the Middle East and their role in security.
Results of opening programs were massive for the two countries. Rural economic activities have declined. For example, Tunisia has become from ‘Rome granary’ to an importer of comestibles (White, 2001, p. 44). Secondly, two countries experienced massive intranational migration from rural to cities having industrial production alongside to coasts. This new industrialization caused environmental crises due to unregulated activities. Lastly, these policies affected the unfavorably lower section of the population, most of which would be radicalized through the Islamic and Communist movements.
After its independence in 1956, Tunisia followed first ISI policies, then opening policies and export-oriented growth, and finally accepted Structural Adjustment programs in the mid-1980s. The economic crisis caused by the drop in oil prices, the drought of 1986, and the fall in tourism income pushed Tunisia to accept International Monetary Fund’s programs (White, 2001, p. 118). IMF reforms created significant problems for men on the street. State subsidies to food were canceled, which increased the cost of living. Also, intifah, the opening, cut Tunisia in half. While coastal cities got investment and employment, inner parts only got about ten percent of them. On the other hand, Morocco has been slower to open to Europe due to its larger size and internal political reasoning (White, 2001, p. 147).
Results of Reforms
There is excellent work that shows that economic reforms can cause social unrest because they immediately affect existing sectors due to removed protectionist measures. However, it takes time to create employment in new sectors. Also, because these policies applied most of the time in regimes trying to move from authoritarian rule, which there is the lack of institutionalization, to more democracy, investors are reluctant to take steps in such as in Tunisia, Morocco, and Algeria (Addison & Baliamoune-Lutz, 2006, p. 1030). The new system become Crony Capitalism through which only people who have personal links to political power, and there is no ‘rule of law, transparency, and good governance (Sika, 2012, p. 7).’ For example, it is known that half of the business people are linked to Ben Ali in Tunisia (Escribano, 2013, p. 10). The governments have carried out economic reforms by retaining power by controlling the economy and politics. All these policies increased the social tensions.
These new events challenged the prevailing social contract, which is based on welfare, employment, public healthcare, low taxes for the exchange of political freedoms (Sika, 2012, p. 17). Also, these welfare policies led to a massive process in society, life expectancy detrimentally increased, and education rates increased (Mouhoud, 2012, p. 37). Thus, societies become much more demanding from their states. However, the region is experiencing the highest rate of unemployment among university youth. These states can be classified as ‘predatory states,’ but not ‘developmental’ (Sika, 2012, p. 27)
There was concerns concerns that in 2009, the Maghrebi economy’s gradual openness to European markets would result in catastrophic economic turmoil rather than job creation (Wall, 1996). (White, 1999, p. 847). The Maghreb had lost its agro-alimentary self-sufficiency by the 1970s.’ because of CAP and newly admitted Spain and Italy, which produce similar goods. Common Agricultural Policy has three components: arranging the prices charged for agricultural commodities by consumers with the price promised, taxing critical agricultural commodities, and supporting European exporters (White, 2001, p. 54). The first two of these mechanisms made it hard for Maghrib export to penetrate the European market.
Since its adoption in the early 1960s, the EU’s Common Agricultural Policy has contributed to the collapse of the Maghreb’s agricultural sector(s), resulting in urban migration within Maghrebi nations and, as a result, emigration to Europe (White, 1999, p. 840). What are the reasons behind this? A significant difference in living conditions and economic development between North and South, wage remittances, North’s cultural dominance, and Europe’s need for the labor the main reasons(White, 1999, pp. 840–843). As the state offers less for its citizens’ social security, militant Islamist groups that can provide social services may acquire more popularity due to privatization and deregulation (Schlumberger, 2000, p. 257), (Yousef, 2004, p. 99).
Intra-Regional Trade
As it is stated in one of IMF reports, high trade restrictions are one of the main problems behind the weak economic activities (Abed & Davoodi, 2003, p. 9). From a liberal perspective, it can be claimed that free trade promotes peace by increasing the cost of conflict between states and providing trust to actors (Chabbouh & Asmi, 2018, p. 93). Although trade is possible between geographically close countries, there are some studies shows that conflicts are more common in physically adjacent nations than in geographically distant ones (Chabbouh & Asmi, 2018, p. 94). One reason for this could be the territorial disputes among the border-sharing states. Maghreb region is an excellent example of that because their borders are the burdens inherited from colonial rule. There is a mutual relation between trade, peace, and conflict. While trade can pave the way for peace, conflicts can jeopartise possible trade relations.
The region has the lowest rate of integration than anywhere in the world, which is below 4 percent (Chabbouh & Asmi, 2018, p. 99). It is quite below its potential of 15 percent (Barth, 2019, p. 2). The region has tariffs twice high as the world average (World Bank, 2015). Also, intra-region logistic infrastructure has not developed quite well. They have their free trade agreements with the EU, which is also quite problematic. For example, Tunisia imports fish from Italy that also imports fish from Morocco (Allouche, 2019, p. 10).
Terrorism has resulted in stricter limits on the movement of persons and goods within the region. The main organization responsible is Al-Qaeda in the Islamic Maghreb. Also, regional conflicts, the Western Saharan dispute, is the main reason why the border between Tunisia and Algeria, and Morocco and Algeria (Brunel, 2008, p. 4). These factors make integration impossible.
Regional Integration and the Dream of Union
The Arab Maghreb Union attempted to promote economic growth and development, peace, free movement, and free capital transfer throughout the region (Adrià Albareda, 2011, p. 13). The establishing treaty of the AMU stipulates policies in different areas such as economy, international affairs, security, and cultural issues. Organizational structure is consisting of different bodies in each country. However, the Presidency Council, containing the heads of states, is the only body that can make decisions based on unanimity (Treaty establishing the Arab Maghreb Union, 1989).
This effort of regional integration has failed to succeed because of political disputes between parties. For 25 years, the Presidency Council has never been taken place. Some scholars point to the leadership problem as an international public good (Adrià Albareda, 2011, p. 14). It is logical to see it as a problem of inertia of the leaders of these states. However, some academics propose that it is so because these countries’ economies are more competitive than complementary (Adrià Albareda, 2011, p. 15). On the other hand, another research shows how these economies are more supplementary to each other than to the EU market (Kireyev et al., 2019, pp. 21–22). Intra-regional trade is lower by four-thirds of its potential (Mouhoud, 2012, p. 45).
Political tension between Algeria and Morocco, which resulted from Western Sahara, between Morocco and Libya over Gafsa Affair are just a few examples of inter-state problems (Barth, 2019, p. 5). If political issues are overcome and integration is achieved, all nations will be able to maximize their profit, attract more foreign investment, create regional value chains, and strengthen their collective bargaining power, resulting in increased commerce and faster growth. (Kireyev et al., 2019, p. 19).
Conclusion
To sum up, the region is underperforming than its real potential because of lack of well-developed institutions, rent-seeking elites, unequal relations with the European Union. This paper proposes that if state elites come to an understanding to establish a sort of economic integration process by overcoming their political tensions, the Maghreb region can solve its problems because an integrated economic area can offer a more powerful tool for negotiations with third parties, can make the region more appetizing for investors.
References
Adrià Albareda, O. B. (2011). Sub-Regionalism in North Africa and the Middle East: Lessons Learned and New Opportunities Adrià. In Euro-Med Call for Papers (Issue July).
Barth, M. (2019). Regionalism in North Africa: the Arab Maghreb Union in 2019 (DEMOCRATIC DEVELOPMENT SERIES). https://www.bic-rhr.com/research/regionalism-north-africa-arab-maghreb-union-2019
Allouche, Y. (2019). Regional Power Rivalry and the Failure of the Arab Maghreb Union.
Chabbouh, R., & Asmi, E. (2018). Trade and Conflict : The Case of the Arab Maghreb Union. 20(2), 90–107.
Yousef, T. M. (2004). Development, growth and policy reform in the Middle East and North Africa since 1950. Journal of Economic Perspectives, 18(3), 91–115. https://doi.org/10.1257/0895330042162322
Addison, T., & Baliamoune-Lutz, M. (2006). Economic reform when institutional quality is weak: The case of the Maghreb. Journal of Policy Modeling, 28(9), 1029–1043. https://doi.org/10.1016/j.jpolmod.2006.04.004
Mouhoud, E. M. (2012). Political Economy of Arab Revolutions : analysis and prospects for North-African Countries. Mondes En Développement, n°158(2), 35. https://doi.org/10.3917/med.158.0035
Schwarz, R. (2008). The political economy of state-formation in the Arab Middle East: Rentier states, economic reform, and democratization. Review of International Political Economy, 15(4), 599–621. https://doi.org/10.1080/09692290802260662
Schlumberger, O. (2000). Arab political economy and the European Union’s Mediterranean policy: What prospects for development? New Political Economy, 5(2), 247–268. https://doi.org/10.1080/713687768
Ross, M. L. (1998). The Political Economy of the Resource Curse. World Politics, 2, 297–322. https://www.jstor.org/stable/25054077
Abed, G. T., & Davoodi, H. R. (2003). Challenges of Growth and Globalization in the Middle East and North Africa. In PAMPHLET SERIES.
White, G. (2001). A Comparative Political Economy of Tunisia and Morocco. State University of New York Press.
Ross, M. L. (2013). The Politics of the Resource Curse: A Review. SSRN Electronic Journal, 1–29. https://doi.org/10.2139/ssrn.2342668
White, G. (1999). Encouraging unwanted immigration: A political economy of Europe’s efforts to discourage North African immigration. Third World Quarterly, 20(4), 839–854. https://doi.org/10.1080/01436599913587
Escribano, G. (2016). The Impact of Low Oil Prices on Algeria. http://nbr.org/research/activity.aspx?id=560
Escribano, G. (2013). A political economy perspective on North African transitions. In North African Politics: Change and Continuity. https://doi.org/10.4324/9781315685410
Sika, N. (2012). The Political Economy of Arab Uprisings.
Dillman, B. (2001). Facing the Market in North Africa. The Middle East Journal, 55(2), 198–215. https://www.jstor.org/stable/4329614
El-Katiri, L., & Fattouh, B. (2017). A Brief Political Economy of Energy Subsidies in the Middle East and North Africa. International Development Policy / Revue Internationale de Politique de Développement, 7(7), 58–87. https://doi.org/10.4000/poldev.2267
Al-Rawashdeh, R., Al-Nawafleh, H., & Al-Shboul, M. (2013). Understanding oil and mineral resources in a political economy context: the case of the Middle East and North Africa (MENA). Mineral Economics, 26(1–2), 13–28. https://doi.org/10.1007/s13563-013-0035-3
Schilirò, D. (2015). Mediterranean, migrations and economic development. Journal of Advanced Research in Economics and International Business, 3(4), 1–7. //mpra.ub.uni-muenchen.de/83051/
Brunel, C. (2008). Political Economy of the the Maghreb. In G. C. Hufbauer & C. Brunel (Eds.), MAGHREB REGIONAL AND GLOBAL INTEGRATION. The Peterson Institute for International Economics.
Kireyev, A., Nandwa, B., Ocampos, L., Sarr, B., Al Amine, R., Auclair, A. G., Cai, Y., & Dauphin, J.-F. (2019). Economic Integration in the Maghreb: An Untapped Source of Growth. In Middle East and North Africa Departmental Paper No.19/01 (Issue 19).
Treaty establishing the Arab Maghreb Union, 1989
World Bank. (2014), «Doing Business 2015: Going Beyond Efficiency». Washington, DC
Eleştirel düşünce eğitimi, var olanı eleştirip öylece bırakmayı değil; bireye güçlü akıl yürütmenin sonucunda çözüm ve alternatif üretebilmeyi, farklı perspektifler kazandırmayı hedefler.
Proje Adı:Eleştirel Okuma Atölyesi
Proje Koordinatörü: Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Hukuk, İktisat, İşletme, Uluslararası İlişkiler (İngilizce) olmak üzere dört ayrı Lisans programından mezun oldu. Yakın Çağ Siyasi Tarih Yüksek Lisans (Tez Konusu: “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Yetişen Subayların Fikri Yapılarının Temelleri”) ve Kamu Hukuku Yüksek Lisans (Tez Konusu: “İdarenin Takdir Yetkisinin Kullanımında Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin Yaklaşımı”) programlarını tamamladı. 2011 yılında Gazi Üniversitesinde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Doktora programından (Tez Konusu: “Bir siyasal Rejim ve Demokrasi Uygulaması Olarak: Vesayetçi Demokrasi”) mezun oldu. Çeşitli dönemlerde Milli Savunma Üniversitesi, Ufuk Üniversitesi, Ahmet Yesevi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitelerinde Kamu Hukuku, Siyaset Bilimi, Uluslararası Politik Ekonomi ve Kamu Yönetimi alanına ilişkin Lisans ve Yüksek Lisans dersleri verdi. Bilimsel toplantılarda sunduğu bildirileri ve akademik dergilerde yer alan çeşitli makaleleri dışında yayınlanmış kitapları arasında: “Vesayetçi Demokrasi”, “Adalet ve Devlete İtaat” adlı eserleri bulunmaktadır.
Proje Süresi: 14 hafta
Projenin Amacı: Türkiye’de bulunan; lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine hitaben uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler teorileri, kamu yönetimi ilkeleri, sosyoloji kavramları, işletme terimleri, tarihi olgular gibi bilimsel yayınların ders kullanımından ayrı olarak farklı alanlardan öğrencilerin farklı bilimsel kitapları yeniden Ne? Nerede? Nasıl? Ne için? Neden? ve Hangi bağlamda? sorularıyla okunma sürecini geliştirerek metnin inşa sürecini anlamlandırıp yeni akademik metin yazımında öğrencilere yeni vizyonlar kazandırmak.
Projenin Hedefi: Öğrencilerin bilimsel araştırmanın temeli olan diyalektik süreci bilimsel kitaplar üzerinden inşa sürecini kolayca anlamasını sağlayıp, yeni akademik eser üretme, doğru bilimsel soruları sorarak araştırma yapmalarını kolaylaştırma ve sosyal bilimlerin birbirleriyle bağlamsal ve teorik olarak aralarında bağlantı kurulmasıyla farklı vizyonlar geliştirilmesi hedeflenmektedir.
Son Başvuru Tarihi: 23 Eylül 2021
Ücretsiz katılım ve sınırlı kontenjan ile planlanan atölyemiz çevrimiçi olarak gerçekleştirilecektir. Atölye kapsamında katılımcılara ücretsiz kitaplar temin edilecektir. Gerçekleştirilecek sınav neticesinde ilk üç’e kitap hediye çekleri verilecektir. Farklı pencereler, farklı fikirler ile Eleştirel Okuma Atölyesi sizleri bekliyor!
Polisiklik aromatik hidrokarbonlar(PAH), iki veya daha fazla aromatik halkadan oluşan molekül yapılarında karbon ve hidrojen harici başka bir element bulundurmayan kömür gibi fosil yakıtların, karbon içeren maddelerin ve gıda gibi diğer organik bileşiklerin yüksek sıcaklıkta oksijensiz ortamda pirolizi veya tam yanmaması sonucu oluşan toksik ve kanserojen etkiye sahip çevre kirletici maddelerdir.
PAH’ lar yüksek moleküler ağırlığa ve düşük uçuculuğa ve buhar basıncına sahiptir. Kararlı bir yapıya sahip olan PAH’ ların uçuculuk özelliği kaynaşmış halka sayısının artmasıyla azalmaktadır. PAH’ ların bir kısmı renksizdir veya renkleri solgun sarı ve parlak sarıdır. Çoğu PAH bileşiğinin ergime noktası 200°C’ nin altındadır. Bu bileşikler asetik asit, benzen, aseton, toluen, ksilen, 1,4-dioksan, mineral yağ, zeytin yağı ve siklohekzanda çözünebilir fakat dietil eter ve petrol eterde çözünmezler. Son derece zararlı olan PAH’ lar sülfatlanma, nitritlenme, fotooksidasyon gibi kimyasal tepkimeler ile daha zehirli bileşiklere dönüşürler. (Keskin ve Kaya, 2008). PAH’ ların snıflandırılması sahip oldukları aromatik halka sayısına göre yapılır.
PAH’ lar doğada uzun süre bozulmadan kalabilen, besin zinciri vasıtasıyla canlılarda biyolojik birikim yapabilen bu nedenle de toksik, kanserojenik, mutajenik ve zehirli etkileri olan son derece zararlı uçucu kimyasallardır (Paloluoğlu ve Bayraktar, 2019). Doğada 100’ün üzerinde PAH bileşiği bulunmaktadır. Kanserojen ve toksik etkisi fazla olan PAH bileşikleri şunlardır: Naftalin, Fenantren, antrasen, Floranten, Piren, Krisen, Benzo(a)antresen, Benzo(b)floranten, Benzo(k)floranten, Benzo(e)piren, Benzo(a)piren, Perilen, Benzo(ghi)perilen, Dibenzo(ah)antresen, İndeno(cd)piren, Koronen.
PAH’ ların salındıkları kaynaklar orman yangınları, volkanik patlamalar gibi doğal kaynaklı veya evsel ve trafik emisyonları gibi antropojenik kaynaklı olmak üzere ikiye ayrılır. PAH bileşiklerinin diğer önemli kaynakları ise, fosil yakıt tüketimi, kok ve katran üretimi, endüstriyel faaliyetler sonucu yanma ürünleri oluşumu, petrol rafineri işlemleri ve motorlu araçlardan kaynaklanan emisyonlardır.
PAH’ ların asıl kaynağı atmosfer olup bunun en önemli nedenleri yakıtlar ve egzoz gazlarıdır. PAH’ lar atmosferin tanecik fazında bulunur ve suya, toprağa ve gıdalara da buradan geçer.
PAH bileşikleri; sucul ortama fosil yakıtların dökülmesi ve sızıntısı, evsel-endüstriyel atıkların ve kanalizasyon sularının deşarjı, atmosferik partiküllerin çökelmesi, araç egzozlarının yoğunlaşması, asfalt yol yüzeyinin aşınımı ve süzülmesi gibi nedenlerle girmektedir (Ceylan ve Şengör, 2015). Bu durum hem denizdeki dip tortular, balıklar, midyeler, yüksek su bitkilerini hem bu canlılarla beslenen insan sağlığını olumsuz etkilemektedir. Su depolama tankları ve su borularının çeşitli nedenlerle kömür katranı ile kontamine olması sonucunda PAH’ lar içme sularına da bulaşmaktadır (Terzi ve Çelik, 2006).
Toprakta bulunan PAH’ ların ana kaynağı hava kirliliğidir. Havadan toprağa geçen PAH bileşikleri gıdalara bulaşmakta ve dolaylı olarak insan sağlığını olumsuz etkilemektedir.
Endüstride bulunan PAH bileşikleri; çöp yakma, çimento fabrikaları, petrol rafinerileri, kömür gazlaştırma, kok ve asfalt üretimi, alüminyum, demir çelik üretimi, kok ve odun gibi organik materyallerin eksik yanması ve evsel yakıt tüketimi gibi nedenlerle ortaya çıkmaktadır.
Gıdalarda Bulunan Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar
PAH’ lar gıdalara iki yolla bulaşır; Birincisi, kömür veya petrol ürünlerinin yanması sonucu oluşan gazların ve dumanların atmosferde birikmesi ve havadan yapraklı sebzelere bulaşması (hububat, sebzeler, meyveler, bitkisel yağlar) ve depolanmasıdır. Hububatın kurutulması sırasında tüketilen gazın ürüne bulaşması ve kirlenmiş deniz ve akarsular yoluyla balıklarda birikimi buna örnek olarak verilebilir. Diğer önemli bulaşma kaynağı ise gıda işleme prosesleri (tütsüleme, kurutma) ve yüksek sıcaklıklarda pişirilme işlemleri (kızartma, ızgara, kavurma) sırasında oluşumudur (Vural, 1994).
Etlerde Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar
PAH’ lar etlere çeşitli yolla bulaşabilmektedir. Etlerin açık ateşte ve direkt olarak dumanlanması, elektrikli fırınlarda yapılan ısıtma ve kızartma işlemleri, etin direkt ateşe tutulması ve mangal kömüründe pişirilmesi, yağların pişirme sırasında kömür üzerine damlaması ve ardından pirolizi PAH’ ların ete bulaşma nedenlerinden bazılarıdır.
200 derecenin üzerindeki pişirme sıcaklıklarında yağın aleve damlaması sonucunda PAH’ lar oluşur. Bu durumu kömür ve odun ateşinde pişirilen etlerde görmek mümkündür. Oluşan PAH’ lar, uçucu olmaları nedeniyle ete bulaşmaktadır ve miktarları etin içeriğindeki yağ miktarı, pişirme sıcaklığı ve süresine bağlı olarak değişir. Etteki yağ miktarının artmasıyla oluşan PAH miktarı da artmaktadır.
Etin pişirilme tekniği de PAH oluşumu açısından değişiklikler meydana getirmektedir. Yatay konumda pişirilen ette oluşan PAH miktarı dikey konumda pişirilen ette oluşan PAH miktarından çok daha fazladır. Bu durumda etlerin alevinin etin altında değil de yanında olması PAH oluşumu açısından daha sağlıklı bir sonuç doğurmaktadır (Ergönül ve Kaya, 2015). Ayrıca odun kullanılarak yapılan mangallarda odunun kömürleşmesini bekleyip kor haline gelmesiyle pişirilen etlerde PAH oluşumu, beklenmeden pişirilen etlere göre daha azdır. Alev ile etin arasındaki mesafe de oluşan PAH miktarını değiştirmektedir ve 7- 15 cm arasında olmalıdır.
Ette PAH oluşumunu artıran bir diğer yol ise bilinen en eski gıda saklama yöntemlerinden olan dumanlamadır (tütsüleme). Dumanlama sırasında etteki sıvı içeriğinde azalma yaşanırken diğer yandan dumanın içerdiği mikrobisit ve mikrostatik etkili maddelerle, etin üst yüzeyindeki mikroorganizma faaliyeti engellenir. Sıvı içeriği kaybının bir kısmını ısınan ette eriyen yağlar oluşturur. Eriyen bu yağlar sıcak kömürün üzerine düşüp pirolize olur ve PAH oluşumu gözlenir. Ayrıca dumanlama işlemiyle kayın, ceviz, meşe, çam ağacı ve şeker kamışının yanması ile duman oluşturulur. Duman, en az 100 PAH bileşiği ve bunların alkillenmiş türevlerini içerir (Kaya ve Ergönül, 2015). Oluşan duman ete bulaşır yani etteki PAH miktarının bir kısmı da duman kaynaklıdır.
Gaz alevinde ve fırın ızgara yöntemleri ile (elektrikli fırınlarda yapılan ısıtma ve kızartma işlemleri) de etlerde PAH oluşumu gözlenir ve bu yöntemlerle pişirilen etlerde oluşan PAH miktarı kömür ateşinde, mangalda pişirilen etlerde oluşan PAH miktarından daha azdır.
Yemeklik Sıvı Yağlarda Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar
Çok fazla tüketilen gıdalarda PAH miktarları çok önemlidir. Yemeklik sıvı yağlar da bu önemli gıdalardandır. Yemeklik sıvı yağlardaki PAH’ lar doğal kaynaklıdır ve doğrudan yağın yapısına geçmektedir (Ergönül ve Kaya, 2015). Bu yağlara PAH’ lar farklı şekillerde kontamine olabilmektedir. Tohum kurutma aşamasında kullanılan yüksek sıcaklıktaki hava (pirina yağında), araçların egzoz dumanları (zeytinyağında) PAH’ ların yağlara bulaşma kaynaklarındandır.
Zeytinyağı (sızma, yerel, riviera), ayçiçek, pamuk, fındık, mısırözü ve soya yağları kullanılarak yapılan çalışmalar sonuncunda en düşük PAH miktarının yerel sızma zeytinyağında saptanırken en yüksek miktar riviera tipi zeytinyağında olduğu görülmüştür (Ergönül ve Kaya, 2015).
Çeşitli yollarla yağlara bulaşan veya doğal yapılarında bulunan PAH’ lar, çeşitli yollardan yağlardan uzaklaştırılabilmektedir. Örneğin, pirina yağında bulunan PAH’ ların bir kısmının rafinasyon işlemiyle uzaklaştırılması bu yollardan biridir. Hafif PAH’ ların deodorizasyon işlemindeki buharlaştırma yoluyla uzaklaştırılması, daha yüksek molekül ağırlıklı PAH’ ların renk açma işlemi ile uzaklaştırılması da PAH’ ların yağlardan uzaklaştırıldığı diğer işlemlerdir.
Süt ve Süt Ürünlerinde Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar
Süt ve süt ürünlerinin PAH miktarı düşüktür. Tıpkı etlerde olduğu gibi peynirlere uygulanan dumanlama işlemi, üründeki PAH miktarını artıran uygulamalardan biridir. Kimi süt ürünlerinde de PAH’ ları teknolojinin bir sonucu olarak görmekteyiz. Süt tozlarındaki PAH’ ların indirekt kurutma veya elektrik kullanarak yapılan kurutma ile azaldığı saptanmıştır (Bayhan ve Ünal, 1993).
Deniz Ürünlerine Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar
Denizde yaşayan canlılarda PAH oluşumu; denize rıhtımdan sızan katran, suda bulunan fabrika ve şehir atıkları, yakıtların iyi yanmaması sonucu oluşan hava kirliliği sonucu oluşan su kirliliğine bağlıdır. Balık ve omurgasız canlılar, su altı dünyasına geniş bir şekilde yayılan PAH’ ları sudan soğurup organizmalarında toplarlar. Deniz ürünlerindeki PAH’ ların kaynağı sadece çevresel bulaşanlarla sınırlı değildir. Balıkların yüksek sıcaklıkta dumanlanması ya da barbeküde pişirilmesi sonucunda da karsinojenik PAH bileşikleri balığın derisine nüfus etmektedir. Özellikle dumanlanmış yağlı balıklarda PAH miktarı daha fazladır.
Bitkisel gıdalarda PAH’ ların ana kaynağı hava kirliliğidir. PAH’ lar bitkileri, yapraklı sebzelerin ve meyvelerin üzerinde birikerek kirletirler. Yol kenarına yakın yerlerde ve endüstri alanlarında yetişen bulunan bitkilere PAH’ lar trafik nedeniyle bulaşır. Bu bitkilerin PAH açısından kirlilik oranı trafik artışı, yola uzaklık, maruziyet süresi ve bitki karakterine göre farklılık gösterir. Bu bitkiler hem PAH’ lar hem de nitro-PAH’ lar ile daha fazla kirlenirler.
Dünya Sağlık Örgütü’ ne (WHO) göre, bebekler ve çocuklar yetişkinlerle karşılaştırıldıklarında; kendi vücut ağırlıklarına oranla daha fazla yedikleri, içtikleri ve nefes aldıkları için, kimyasal kontaminantlardan etkilenme düzeyleri çok daha fazladır. Bu nedenle, özellikle bebekler ve çocukların tükettikleri gıdaların, su ve havanın daha güvenli olması gerekmektedir (ÇOLAK vd., 2013).
Bebek mamalarında PAH bulunuşu mamaları, gerek üretimde uygulanan yüksek kurutma sıcaklıklarından gerekse mama bileşimine giren süt ve/veya meyve, sebze, tahıllara çevresel faktörlerle kontamine olmasından kaynaklanmaktadır (ÇOLAK vd., 2013).
Tüketici kitlesinin bebekler ve küçük çocuklar olan gıdaların, PAH bileşikleri miktarlarının en düşük düzeye indirilebilmesi için mama üretiminde yüksek kurutma sıcaklıklarından kaçınılmalı ve PAH bileşikleri ile kontamine olmayan hammaddeler kullanılmalıdır (ÇOLAK vd., 2013).
Balda Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar
Bala PAH bulaşması doğrudan veya dolaylı yollarla gerçekleşir. Naftalinin (önemli bir PAH grubu) kullanılmasıyla doğrudan, orman yangınlarından, sanayiye yakın yerlerdeki kovanlardan bulaşması ise dolaylı olarak bulaşmadır (Ergönül ve Kaya, 2015).
Alkollü içkilerde birçok PAH bileşiğinin oluşumu üretim ve depolanma sırasında görülmektedir. İskoç maltı kömürle yanan fırınlarda kurutulur ve bu arada oluşan duman malta lezzet verir fakat bu duman aynı zamanda PAH içerir. Çeşitli viskilerin arasında İskoç viskilerinin PAH içeriği açısından başı çektiği fakat dumanlanmış ve kavrulmuş besinlerle karşılaştırıldığı zaman bu değerlerin oldukça düşük bulunduğu vurgulanmıştır (Nursal ve Yurttagül, 1998).
Polisiklik Aromatik Hidrokarbonların Sağlığa Etkileri
Doğada bulunan yüzden fazla PAH bileşiğinin mutajenik ve kanserojenik etkisi olduğu, Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC), Avrupa Bilimsel Komitesi (SCF) ve EFSA gibi birçok kuruluş tarafından rapor edilmiştir (Kılıç vd., 2017).
İnsanlar kirli hava, egzoz ve sigara dumanını ciğerlerine soluyarak havada toz ya da partiküllere tutunmuş olan PAH’ ları vücuda alırlar. Tütsülenmiş gıda maddelerinin ve kirlenmiş suyun tüketilmesi; PAH içeren ürünlerin deri ile teması, PAH’ larla bulaşık su ile banyo yapmak PAH’ ların insan sağlığını tehdit ettiği durumlardır.
Bu bileşikler mide-bağırsak sisteminden basit geçişle emilirler ve yağ içeren bütün vücut dokularına girebilir, çoğunlukla karaciğer, yağ ve böbrekte,geri kalanıysa adrenalin bezlerinde, yumurtalıklarda ve dalakta depolanır (Alver vd., 2012). Karaciğerde fazla miktarda bulunan aril hidrokarbon hidroksilaz ile etkinleşirler. DNA ile kimyasal tepkime verir ve PAH’ ların DNA ile kimyasal bağ yapması hücrede mutasyona yani kansere sebep olur. Hidroksillenmiş türevleri safra, idrar ve dışkı ile vücuttan atılır. Ayrıca, süte ve plasentaya da geçerler (Keskin ve Kaya, 2008).
PAH’ lar sıvısal ve hücresel bağışıklığı baskılayarak bağışıklık sistemini etkilerler. Fazla miktarda maruz kalınması lenfoid hücrelerde apoptoz, deri lekeleri, güneş ışığına duyarlılık, göz tahrişi ve katarakta neden olur. Akciğer kanser oranında artış görülür. Doğumdan önce PAH’ lara fazla maruz kalınması durumunda erken doğum riski, yeni doğanda düşük zihinsel kapasite, astım, düşük doğum ağırlığı gibi sorunlarla karşılaşılır (Kılıç vd., 2017).
PAH’ lar tümör başlatıcı, geliştirici ve ilerletici özellikleri olan bileşiklerdir. Kısa ya da uzun vadede PAH’ lara maruz kalınması bağışıklık sisteminde, vücut sıvılarında sorunlara, akciğer, mesane ve deri kanserlerine ve birçok farklı sağlık sorununa neden olmaktadır.
PAH’ ların en önemli kaynaklarından biri olan sigaranın sağlığı bozucu etkileri uzun yıllardır bilinen bir gerçektir; dolayısıyla sigara kullanılmamalıdır (Nursal ve Yurttagül, 1998).
Sonuç
Teknolojinin ve endüstrileşmenin gelişmesiyle birlikte çevre kirliliğine neden olan birtakım zararlı maddelerin havaya, toprağa ve suya geçişleri artmaktadır. Bu nedenle gerek çevremizde gerekse besinlerimizde karsinojenik ve mutajenik etkileri olan, organik maddelerin iyi yanmaması sonucu oluşup son derece tehlikeli kirleticiler olan polisiklik aromatik hidrokarbonlarla karşılaşmaktayız. Birçok yolla oluşabilen ve çeşitli sağlık sorunlarına neden olan polisiklik aromatik hidrokarbonların sağlığımızı daha fazla tehdit etmemesi için hava, toprak ve su kirliliğini önleyici tedbirler alınmalı ve denetimleri etkin bir şekilde sürdürülmelidir. Polisiklik aromatik hidrokarbonların beslenme yönünden zararlarının en aza indirilmesi için gıdaların üretimi, işlenmesi ve depolanması uygun koşullarda gerçekleştirilmeli, trafik akışının yoğun olduğu yollara yakın tarlalarda yetişen besinlerde polisiklik aromatik hidrokarbonlar miktarları saptanarak ülkemiz açısından gerekli önlemler alınmalıdır.
Kaynaklar
AĞAGÜNDÜZ, D., BİLİC, S. (2016) Mikrodalga Fırınlarda Isıl İşlem Uygulamalarının Besin Değeri ve Sağlık Üzerine Etkileri, Beslenme ve Diyet Dergisi, 44(3), 289-297.
ALVER, E., DEMİRCİ, A., ÖZCİMDER, M. (2012). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar ve Sağlığa Etkileri. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 3 (1), 45-52.
AYGÜN ÇEVİK, B., PİRİNÇCİ, E. (2017). Beslenme ve Kanser, Fırat Tıp Dergisi, 22(1), 1-7.
BABÜR, T., E., GÜRBÜZ, Ü. (2015). Geleneksel Pişirme Yöntemlerinin Et Kalitesine Etkileri, Journal of Tourism and Gastronomy Studies, 4 (3),58-64.
Baloğlu, Z., Bayrak, A. (2006). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlardan Benzo(A)Pirenin Sızma, Riviera Ve Prina Zeytinyağlarında Belirlenmesi, Gıda Dergisi. 31 (5), 239-251.
BAYINDIR, GÜMÜŞ, A. (2019). PİŞİRME SONUCU MEYDANA GELEN MUTAJENİKKARSİNOJENİK BİLEŞİKLER, Anadolu Hemşirelik ve Sağlık Bilimleri Dergisi, 2 (22), 136-141
BAYSAL, A. (2014), Beslenme, Hatiboğlu Yayınları, 15. Baskı, Ankara.
CEYLAN, Z., ŞENGÖR, G. (2015). DUMANLANMIŞ SU ÜRÜNLERİ VE POLİSİKLİK AROMATİK HİDROKARBONLAR (PAH’s). Gıda ve Yem Bilimi Teknolojisi Dergisi, 0 (15), 27-33.
ÇOLAK, H., HAMPİKYAN, H., BİNGÖL, E. B., ÇETİN, Ö., AKHAN, M. (2013). Perakende Olarak Satışa Sunulan Bebek Mamalarında Benzo(a)piren Varlığı, Istanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Dergisi, 39 (2), 218-224.
EKER ŞANLI, G., SİVRİ, S. (2019). Farklı Toprak Kullanım Alanlarında Poliaromatik Hidrokarbon (PAH) Kirliliği: İlkbahar Mevsimi. Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Fen ve Mühendislik Dergisi, 21 (63), 805-817.
EKİCİ, L, SAĞDIÇ, O., YETİM, H. (2012). Et tüketimi ve kanser. Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Fen Bilimleri Dergisi, 28 (2), 136-145.
ERKMEN, O., 2010. Gıda kaynaklı tehlikeler ve gıda güvenliği. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 53:220- 235.
GÜLER, Ü, CAN, Ö. (2017). Kimyasal Kontaminantların Çevre Sağlığı ve Gıdalar Üzerine Etkileri. Sinop Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi, 2 (1), 170-195.
GÜNÇ ERGÖNÜL, P., KAYA, D. (2015). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH) ve Gıdalarda Önemi- Polycyclic Aromatic Hydrocarbons (PAHs) and Their Importance in Foods. Celal Bayar University Journal of Science, 11 (2), 143-153.
Kaya, S. (2002). Gıdaların pişirilmesi,işlenmesi,saklanm ası sırasında oluşan zehirli−zararlı maddeler. Türk Veteriner Hekimleri Birliği Dergisi. 2(3-4): 50-1.
KILIŞ, Ö., AYKIN, DİNÇER, E., ERBAŞ, M. (2017). GIDALARDA POLİSİKLİK AROMATİK HİDROKARBON BİLEŞİKLERİNİN BULUNUŞU VE SAĞLIK ÜZERİNE ETKİLERİ, Gıda, 42 (2), 127-135.
KESKİN F., İ., KAYA, S. (2008). Et ve Ürünlerinin Pişirilmesi Sırasında Oluşan Zararlı Maddeler: Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar*, Türk Veteriner Hekimleri Birliği Dergisi, 4(3), 74-82.
NURSAL, B., YURTTAGÜL, M. (1998). POLİSİKLİK AROMATİK HİDROKARBONLAR, Beslenme ve Diyet Dergisi, 27(1), 50-55.
Öz A.F., Kaya M., 2006. Isıl işlem uygulanmış et ve et ürünlerinde heterosiklik aromatik aminler. Gıda Dergisi, 201-206.
OZ, E. (2020). Polycyclic Aromatic Hydrocarbons as Food Toxicant in Smoked Fishes. Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 51 (1), 109-118.
PALAMUTOĞLU, R., SARIÇOBAN, C., KASNAK, C. (2014). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH) ve Et Ürünlerinde Oluşumu, Gida Teknolojileri Elektronik Dergisi., 9 (3) 47-57.
PALOLUOĞLU, C., BAYRAKTAR, H. (2019). Atmosferik Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH’lar); Örnekleme, Ekstraksiyon ve Analiz. Bayburt Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi, 2 (2), 266-285.
SEVİM, S., KIZIL, M. (2019). BESİN KARSİNOJENLERİNİN DETOKSİFİKASYONUNDA ALTERNATİF YÖNTEM: PROBİYOTİKLER. Food and Health, 5 (3), 139-148.
ŞENGÖR, G., BAŞAK, S., TELLİ KARAKOÇ, F. (2007). Türkiye’deki Üç Farklı Füme Balikta Potansiyel Karsinojenik Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlarin (PAH) Hplc Yöntemi Ile Belirlenmesi,Türk Sucul Yasam Dergisi, 5-8.
TERZİ, G., ÇELİK, T. (2006). Polisiklik Aromatik Hidrokarbonların Bazı Gıdalarda Bulunuşu ve İnsan Sağlığı Üzerine Etkileri. Gıda, 31 (6), 295-301.
ÜNAL, P., BAYHAN, A., (1993). Gıdalarda Bulunan Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar. Gıda, 18 (4),273-277.
VURAL, H. (1994). GIDA İŞLEME VE DEPOLAMA SIRASINDA OLUŞAN KARSİNOJENLER, Beslenme ve Diyet Dergisi, 22 (2), 243-252
Doğa bilimleriyle ilgileniyor, güncel teknoloji ile çalışmak istiyor, mükemmel bir bilimsel ortamda öğrenmek istiyor ve Türkiye’nin her yerinden benzer düşünen insanlarla tanışmak istiyorsan Güneysu Bilim Kampına hemen başvur!
Projenin Adı: Güneysu Bilim Köyü/Kampı
Projenin Süresi: 2 hafta (15 gün)
Proje Tarihleri: 30 Ağustos – 10 Eylül 2021
Son Başvuru Tarihi: 15 Ağustos 2021
Projenin Uygulanacağı Yer/Yerler: Bilimsel perspektifle hareketle pozitif bilimlerin gerçek hayatla entegrasyon sürecinde sunulacak özel ortamlı 12 kişilik sınıfta yalnızca teori eğitimleri değil, verilen teori eğitimlerin deneysel sürecini de işleteceğiz. Rize’nin Güneysu ilçesinde gerçekleşecek eğitimler, birçok farklı mekanlarda işlenecek. Yeşilin her tonunun hakim olduğu Doğu Karadeniz’in güzide bir ilçesinde doğa ile iç içe kurulacak olan sınıflar ile pozitif bir ortam oluşturulması hedeflenmektedir. Yöresel mimari ile modern bir şekilde inşa edilen ana tesiste birçok imkan tek bir merkezde gençlerin inisiyatifine sunulacaktır.
Projenin Gerekçelendirilmesi: Değişen ve gelişen dünya ekosistemi içerisinde bilimsel eğitimi destekleme gayesi çerçevesinden hareketle oluşturacağımız “Bilim Köyü”, aslı itibariyle hayatı “anlamlandırma” gerekçesiyle okullarda öğrenilen soyutlaştırılmış bilimi, somutlaştırmak maksadıyla oluşturulmuştur.
Hedef Grup ve Özellikleri:Türkiye’de bulunan ve yaşam bilimleri alanları ile entegre tüm lisans eğtimi gören bilime ve öğrenmeye meraklı her genç hedef kitlemiz arasındadır.
Beklenen Sonuçlar: Yeni dünya ekosistemine ayak uyduran, nitelikli, düşünen ve üreten bir gençlik inşasına pozitif yönden katkı ile Türkiye’de bilimsel anlayışa yeni bir soluk olabilmek en önemli hedefler arasındadır. Bilim Köyü projesiyle, erdemli, donanımlı, yenilikçi, bilimsel alandaki gelişmeleri yakından takip eden, özgün fikirler üretebilen ve çözüm odaklı bireylere ortak çalışma alanı sunulacaktır. Yaşam Bilimleri alanında var olan veya olabilecek sorunların bilimsel cevabının arandığı; Sağlık, Mühendislik, Kimya, Fizik, Biyoloji gibi Doğal Bilim alanlarında yapılan ortak çalışmalarla ulusal ve uluslararası bilgi havuzundan faydalanarak vizyoner bir kadronun oluşmasına ön ayaklık etme gayreti içerisindeyiz.
Katılım Koşulları:
Yaşam Bilimleri ( Mühendislik, Tıp, Fizik, Kimya vb.) alanlarında eğtim gören lisans öğrencisi olmak.
Ağırlıklı not ortalamasının en az 2.5/4 olması.
Herhangi bir yüz kızartıcı bir suç işlememiş olmak.
Bilimsel çalışmalara karşı meraklı olmak.
Not: Güneysu Bilim Köyü/Kampı projesi sınırlı kontenjan ile katılımcılar başarı sırasına göre mülakat usulüyle seçilecektir. Başvuru formunda belirtilen soruların cevapları en önemli seçim kriteridir. Kampa ulaşım hariç konaklama, yemek ve geziler tamamen ücretsiz olacaktır.
ABD genel olarak Ortadoğu siyaseti İran’ı etkisiz hale getirme, İsrail’i güvende tutma,, Rusya’yı uzak tutma ve petrolü yönetme eksenindedir. ABD, Ortadoğu’da birçok saldırgan politikalar izlemiştir. Saldırgan politikalar sadece askeri kuvvet kullanarak uyguladığı politikalar değildir. Birçok ülkeye sert yaptırımlar uygulamıştır. ABD başkanı Donald J. Trump bu politikaları devam ettirmiştir. Fakat diğer ABD başkanlarından farkı olarak Ortadoğu’da izlediği politikaları daha sert bir biçimde ortaya koymuştur. İsrail’e açık bir şekilde destek vermesi, İsrail’in güvenliğini tehdit eden ülkelere yaptırımlar uygulaması bunun bir örneği olarak verilebilir.
Trump, başkanlığa aday olduğu sırada Ortadoğu’ya daha temkinli yaklaşacağı, daha az müdahale edeceği, İsrail ve Filistin’e karşı tarafsız olacağı, DEAŞ sorununu Rusya’ya bırakacağı ve hatta gerekirse Rusya ile işbirliğine gideceği bir politika izleyeceğini açıklamıştır. İzlediği bu seçim kampanyası Trump’ın oy oranını arttırmıştır.
Trump’ın Ortadoğu politikası, seçimlerden hemen sonra uyguladığı politikalarla anlaşılabilir. Trump’ın Müslüman halklara karşı olan tepkileri bilinmektedir. 11 Eylül olaylarından sonra ABD’de, Ortadoğu ülkelerinden ABD’ye olan göçlere temkinli yaklaşmaktadır. 27 Ocak 2017 tarihinde Trump, Müslümanların çoğunlukta olduğu bazı ülkelere seyahat yasağı getirmiştir. Bu ülkeler İran, Libya, Suriye, Somali, Yemen ve Sudan’dır. Bu ülke vatandaşlarına 90 gün süre ile ülkeye giriş yasağı uygulanacak ve 120 gün süre ile mülteci kabul edilmeyecektir. Bu ülkeleri seçmesinin sebebini teröre destek veren ülkeler olarak açıklamıştır. Ayrıca bu kararının arkasında vize sürecinin yeterince denetlenemediği kararı vardır.
Trump’ın bu politikası ABD’nin kuruluşundan beri gelen Amerikan halkının güvenliği söylemleri veya enavjelist söylemleri üzerine oturtmak mümkündür. ABD tarihindeki başkanlar gibi Trump ’ta Hristiyanların önceliğini ve güvenliğini savunmaktadır. Ayrıca ABD hegemonyasını devam ettirmek ve korumak için bu tür politikalara başvurduğu söylenebilir. Bazı Ortadoğu ülkelerine uyguladığı yaptırımlar, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelere giriş yasağı getirmesi bunun açıkça bir örneğidir.
Trump, seçim kampanyaları sırasında İsrail’in başkentinin Kudüs olacağını ve bunu tanıyacağını sıkça dile getirmiştir. Seçim konuşmalarının birinde İsrail’in başbakanı olan Binyamin Netenyahu ile birlikte o bölgeye istikrar ve barış getireceğini açıklamıştır. Aralık 2017 tarihinde Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştır. Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra Mayıs 2018 tarihinde Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımıştır. ABD, din ile milliyetçiliği harmanlayarak oluşturduğu ABD’nin diğer ülkelerden, diğer halklardan üstün olduğu, dünyanın ABD’nin önderliğine ihtiyacı olduğunu, bundan dolayı Dünya’nın İncil’in ve ABD’nin önderliğinde kurtulacağı fikri ile hareket etmesinin bir sonucudur. Bundan dolayı ABD başkanlarında evanjelizm söylemlerini duymak mümkündür ve Mesihçilik anlayışı ile hareket etmesi bu kararın sebebidir. Bu görüşe göre İsrail’e destek vermek zorunludur, Yahudiler bu topraklarda yaşamadıkları sürece Mesih’in gelmeyeceği inancı vardır. Trump’ın bu kararı bölgedeki şiddeti arttırmıştır. Filistinlilerin Batı Şeria’dan sürülmek istenmesi, Mescid-i Aksa’nın yıkılmak istenmesi gibi uluslararası alanda tartışmalara ve şiddete yol açacak eylemler ve söylemler gerçekleşmektedir. Trump’ın bu söylemeleri tepki toplarken ırkçı ve islamofobik olarak değerlendirilmiştir. İsrail ve ABD’nin çıkar birlikteliği devam ettiği sürece bu bölgede barışın hâkim olması söz konusu değildir.
Trump’ın İran’a izlediği politikalar İran’ı yıpratmış ve İran’da büyük sorunlara – özellikle ekonomik- sorunlara yol açmıştır. 2015 yılında İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan 2018 yılı Mayıs ayında tek taraflı aldığı karar ile çekilmiştir. Bu nükleer anlaşmadan önce İran ekonomisi küçülmeye gidiyordu. Nükleer anlaşmadan sonra 2016 yılında İran ekonomisi IMF verilerine göre %12,5 büyümüştür. Anlaşma ile İran yaptırımların kaldırılmasına karşılık nükleer silah üretmemeyi kabul etmiştir. İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasından dolayı İran ekonomisi büyümeye başlamıştır. Trump bu anlaşmadan çekildiğinde İran’a ağır yaptırımlar başlamıştır. Trump’ın bu anlaşmadan geri çekilmesinin nedeni ise İran’ın füze denemelerine anlaşmanın engel olmamasıdır. Bunun ardından Trump’ın 7Ağustos 2018 tarihinde İran’a karşı aldığı yeni yaptırım kararları İran yönetimi açısından ciddiye alınmamıştır. Bunun sebebi 2016’dan önce ABD’nin zaten İran’a sert yaptırımlar uygulamasıdır. Trump’ın uyguladığı bu yaptırımlar İran’ın nükleer faaliyetlerini engellememiştir. Nükleer faaliyetlerini kısa süre içerisinde yapamasa bile hala devam etmektedir.
Trump, 31 Ağustos 2018 yılında UNRWA’ya (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı) yaptığı mali yardımları durdurma kararı almıştır. Arap-İsrail savaşlarında evlerini kaybeden Filistinlilere yardım amacı ile BM Genel Kurulu tarafından BM ajansı olarak kurulmuştur. ABD, UNRWA’ya 1949 yılından beri yardım yapmaktadır. Trump, UNRWA için düzeltilemeyecek kadar kusurlu bir kuruluş demiştir ve bölgeye yardım için büyük maddi destekte bulunmayacağını açıklamıştır. Bunun ardından ABD’nin eski Başkanı Barack Obama’nın imzaladığı 10 yıl içerisinde kademeli olarak yapılan İsrail’e 38 milyar dolarlık güvenlik yardımını Trump’ın devam ettireceği açıklaması tartışma konusu olmuştur. ABD’nin bu yardımları durdurması üzerine Filistin başkanı Mahmud Abbas’ın sözcüsü Nabil Ebu Rudeyna bu kararı halkına karşı bir saldırı olduğu yönünde açıklamalar yapmıştır. Trump’ın bu kararı Filistin-İsrail krizinin daha da derinleşmesine yol açmıştır.
Trump’ın İsrail’i desteklemek adına uyguladığı ve yine uluslararası alanda tepkileri üzerine çekmesine sebep olan bir diğer olay 25 Mart 2019 yılında ABD’nin Golan tepeleri üzerinde İsrail’in egemenliğini tanımasıdır. Bu bölgenin İsrail’e destek ve bölgesel istikrarı için kritik bir öneme sahip olduğu açıklamasında bulunmuştur. İsrail, Suriye’ye ait olan Golan tepelerini 1967 yılından beri işgal altında tutmaktadır. ABD, Suriye topraklarında bulunan fakat İsrail’in işgali altında olan Golan tepelerinde yıllarca İsrail’in varlığını sürdürmesine destek vermiştir. Avrupa Birliği’ne yaptığı açıklamada Golan tepelerinde İsrail’in varlığını tanımadığını, bu toprakları İsrail’in bir parçası olarak görmediğini açıklamıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler (BM) Golan tepelerinin işgaline karşı çıkmış ve bu bölgede uyguladığı kanunları, yargısı hükümsüzdür şeklinde açıklaması mevcuttur.
ABD ve İran arasındaki gerilim, İran-İslam devrimine kadar yoktu. İran- İslam devrimi sonrasında ABD ve İran arasındaki kriz başlamıştır. Fakat altını çizmek gerekir ki bu dönemden önce İran’ın nükleer enerji programı ABD tarafından tehdit olarak algılanmamaktaydı ve hatta 1967 yılında ABD, İran’a nükleer füze başlığı vermiştir. Hem tehdit olarak algılamıyordu hem de destek sağlıyordu diyebiliriz. Bu devrimden sonra tüm ABD başkanlarının İran’a karşı tutumu aynı olmuş ve nükleer silah faaliyetlerinin durdurulmasını istemişlerdir ve bu konuda anlaşmalar yapmışlardır. Trump, İran ile olan nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İran’a yaptırımlar uygulaması İran’ı ekonomik olarak zor duruma sokmuştur. Trump’ın bir diğer İran politikası da uluslararası alanda ses getiren ve bazı ülkelerin tepkilerine yol açan karar Nisan 2019 yılında aldığı İran Devrim Muhafızlarını yabancı terör örgütleri listesine almasıdır. Bu karar ile başka bir ülkenin ordusunu terör örgütü
olarak ilan etmiştir. Bununla birlikte İran Devrim Muhafızlarının, ABD vatandaşları ile ticaret yapmalarına da yasak getirilmesi bu karar içinde yer almaktadır. Trump bu kararı açıkladıktan sonra İran ABD’ye misilleme yaparak, İran Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi ABD’nin Merkez Kuvvetler Komutanlığını terörist ilan etmiştir ve ayrıca ABD’yi de terör destekçisi olarak nitelendirmiştir. Bu kararı ile Kudüs gücünü de terör örgütleri listesine almış oldu. İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs gücünün teröre destek verdiği gerekçesi ile ABD, 2007 yılında Kudüs gücünü yaptırım listesine almıştır. ABD başkanlarının İran Devrim Muhafızlarını terör örgütü listesine almak için çabaladığını görmekteyiz. Trump, İran Devrim Muhafızlarının teröre destek verdiği, terör kampanyaları düzenlediği gerekçesi ile terör örgütü olarak tanımıştır.
ABD’nin Suriye politikası da diğer Ortadoğu ülkelerinde izlediği politikalara benzemektedir ve bu ülkeye uyguladığı politikalarda da bir çıkarı vardır. ABD’nin çıkarı Suriye’deki petrolü ele geçirmek ama zenginleşmek için petrol istememektedir, çünkü ABD zaten gelişmiş bir ülke konumundadır. Eğer petrolü kontrolü altına alırsa diğer ülkeleri de kontrolü altına alacağını düşünüyor. ABD başbakanları Esad yönetimine de karşıdır. Öncelikle Esad, İran’ın eski cumhurbaşkanı olan Ahmedinejad’ı desteklemiştir. Ahmedinejad, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra nükleer faaliyetlere devam edeceğini açıklamıştır ve İsrail’in yok edilmesi gerektiğini söylemiştir. ABD’ye karşı sert bir dış politika izlemiştir ve Suriye sorununda Esad’ı desteklemiştir. ABD’nin Esad yönetimine karşı olmasının bir diğer sebebi de Esad’ın Hizbullah ile olan ilişkisidir. Esad, Hizbullah’a silah temin etmektedir, Hizbullah ise Esad’ı iç savaş döneminde desteklemiştir. Hizbullah, ABD tarafından yabancı terör örgütü olarak kabul edilmektedir. Bu gibi sebeplerden dolayı ABD Esad rejimine karşıdır ve Esad’ın Suriye’de düzeni bozduğu iddiası ile istifa etmesini istemektedir. ABD,Suriye’de iki farklı bölgede yoğunlaşmak istiyor. İlk olarak Fırat’ın doğusuna yoğunlaşmak istiyor. Çünkü petrol bu bölgede bulunmaktadır ve ayrıca Suriye’nin ekonomisi için önemli olan tarım alanları bulunmaktadır. İkinci olarak Suriye’nin güneyine yoğunlaşmak istiyor. Bu bölgenin ABD için önemi İsrail’in güvenliğinin sağlanmasıdır. Donald Trump döneminde ABD, Suriye’deki askerlerini geri çekme kararı almıştı ve IŞİD ile mücadeleyi kazandığını duyurmuştu. Suriye’deki iç savaş nedeni ile göçmenlerin çoğu Türkiye’ye göç etmiştir. Türkiye ise bu sorunun önüne geçmek için Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturmak için adımlar atmıştır. Fakat bu bölgede ABD’nin askerleri bulunmaktadır. Türkiye’nin de ısrarları üzerine ve görüşmelerden sonra ABD bu bölgedeki askerlerini geri çekmiştir. Amerika’daki bazı kesimler Trump’ın bu çekilme kararına tepki göstermişlerdir. Bu tepkilerin temeli PKK ile Amerika ilişkilerine dayanmaktadır. Amerika yıllarca PKK’ya destek vermiştir ve terör örgütünü değil Kürtleri desteklediğini söylemiştir. Bu tepkilerin üzerine Trump ‘’biz Türkiye’nin düşmanı olan PKK ile ittifak yapmıştık, bunun üzerine PKK ve Türkiye arasında savaş tohumları ektik ve ayrıca Türkiye’yi Rusya’ya doğru itiyorduk’’ şeklinde açıklama yapmıştır. Yani aslında bir ülkenin daha Rusya ile yakınlaşmasını ABD’ye karşı durmasını engellemek amacı ile Suriye’nin Kuzey bölgesinden çekilme kararı almıştır.
SONUÇ
ABD’nin Ortadoğu’daki devletlere müdahale etmesi, yani Ortadoğu politikası bu bölgede kaosa neden olmaktadır. ABD’nin de asıl amacının bu olduğu söylenebilir. Çünkü bu devletler gelişmiş devletler olsalardı, ya da bu kadar çok kaos ve şiddet yaşanmadan gelişmiş olsalardı, ABD bu devletleri istediği gibi kontrol edemezdi. Yani petrole bu kadar kolay ulaşamaz, İsrail’e istediği yardımı yapamazdı. Seçim kampanyaları sırasında Ortadoğu politikaları ile istikrarı, refahı sağlayacağı söylemleri ile başbakan seçildikten sonra bu bölgede tam tersine istikrarsızlığı sağlamıştır. Uyguladığı bu politikalar İsrail’in güvenliğini sağlaması, ABD’nin tüm ülkelere ve halklara önderlik edeceği inancı, petrolü kontrol etmesini ve Ortadoğu’da güç kazanmasını sağlamıştır. Trump’ın İran’a ne kadar yaptırım uygularsa uygulasın nükleer silah programını durduramaması, Filistin’e karşı daha açık bir şekilde saldırgan politikalar izlemesi ve Filistin’i zayıflatmaya çalışması gibi politika örneklerine baktığımız zaman ABD’nin gücünün azaldığını da görmekteyiz. İsrail’e açıkça destek vermesi BM ve AB gibi uluslararası örgütlerden tepkiler toplaması bu tür politikaları izlediği sürece uluslararası alanda yalnızlaşacağı söz konusudur. Özellikle Filistin’e karşı izlediği politikalar ABD’nin güvenirliliğini sarsmaktadır.
Kaynakça
Adams, P. (2021, 2 26). BBC NEWS. https://www.bbc.com/news: https://www.bbc.com/news/world-middle- east-56205056 adresinden alındı
ALBAYRAK, H. Ş. (2012). Tarihi ve Sosyal Bir Realite Olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Gelişen Protestan Fundamentalizmi . M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi.
Ali, O. (2016). Donald Trump’ın Ortadoğu Politikası ve Kürtler. Orsam Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi.
İNAT, K. (2019, Ekim 09). SETAV. https://www.setav.org: https://www.setav.org/trumpin-suriye-politikasini- anlamak/ adresinden alındı
KARAKUŞ, N. (2019). ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN SÖYLEMLERİNDE İSLAMOFOBİ. ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN SÖYLEMLERİNDE İSLAMOFOBİ. Gaziantep, TÜRKİYE: HASAN KALYONCU ÜNİVERSİTESİ.
KİBAROĞLU, M. (2017). İRAN DIŞ POLİTİKASINDA ABD’NİN YERİ VE TRUMP DÖNEMİ. STRATEJİST.
KURT, V. (2019). TRUMP VE SURİYE KRİZİ. SETA.
ÖNCEL, M. A. (2018). ABD’NİN ORTADOĞU’YA YÖNELİK KAMU DİPLOMASİSİ: OBAMA ve TRUMP DÖNEMİ. Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Dergisi.
ÖZTÜRK, M. (2019). Trump’ın Kudüs Kararının Bir Analizi. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi.
TELCİ, İ. N. (2018). Ağırlaştırılmış Ekonomik Yaptırımlar:Trump İran’dan Ne İstiyor? Seta Perspektif.
TOPUZ, Z. Ç. (2018). TRUMP DÖNEMİ DEĞİŞEN DENGELERİN FİLİSTİN-İSRAİL BARIŞ SÜRECİNE ETKİSİ. Akademik Ortadoğu.
TURAMAN, O. (2018). TÜRKİYE VE ABD’NİN ORTADOĞU DIŞ POLİTİKASI: IRAK VE SURİYE ÖRNEKLERİ ÜZERİNDEN ÇATIŞAN VE ÖRTÜŞEN DEĞERLER İKİLEMİ. Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
25 Haziran 2021’de Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen AB’nin Türkiye’deki mülteciler için ek 3 milyar euro fon ayıracağını açıkladı. Ulusal basında sıkça karşılaştığımız, Suriye iç savaşından sonra dış politikamızda önemli bir kavram haline gelen mülteciler uluslararası hukukta nasıl tanımlanıyor?
Mülteci kavramı genel anlamı ile tehlikelere karşı sığınak arayan kişi anlamında kullanılan bir kavram iken zamanla değişime uğrayan bir statü halin gelmiştir. 1951 Mültecilerin Statüsü Hakkında Konvansiyona göre mülteciler ırk, din, millet, sosyal bir grubun veya siyasi düşüncenin üyesi olmaları nedeniyle zulüm korkusundan vatandaşı olduğu devletin dışında kalan veya bu korku sebebiyle o devletin korumasından yararlanamayacak kişilerdir. Sığınmacılar ise mülteci statülerinin tanınması için bulundukları devlete başvuran kişilerdir. Mülteciler yasal ya da yasal olmayan yollardan bir devletin sınırlarına girebilirler.
Mültecilerin uluslararası alandan görünür hale gelmesi ve yardım konusu ilk kez Birinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmıştır. İlerleyen süreçte 1930 yılında Hükümetlerarası Mülteci İdaresi ve Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi kurulmuştur. Uluslararası Mülteci Örgütü Avrupa’da İkinci Dünya Savaşının sebep olduğu binlerce mülteci grubun ülkelerine dönmelerine ve yerleşmelerine yardım etmiştir.
Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi Konvansiyonunda mültecilerin inanç özgürlüğü, mahkemelere erişme, kamu yardımlarından yararlanma, iş edinme, eğitime erişme, dolaşım özgürlüğü haklarının olduğuna yer verilmiştir.
1950’lerden itibaren liberal kapitalist devletler ile komünist blok arasındaki gerilim arttıkça mültecilerin kabulü de bir propaganda haline gelmiştir. 1960’larda III. Dünya ülkelerinden bir mülteci akını başlamıştır. 1980’lerde bu sayı 6 milyon iken günümüzde 70 milyonu bulmaktadır.
Popülizm çok yaygın kullanılan, bununla birlikte, son derece tartışmalı da bir kavramdır (Roberts, 2006). Buna göre, popülizm Kuzey Amerika’da veya Latin Amerika’da, Doğu Avrupa’da veya Batı Avrupa’da, Rusya’da veya Uzak Doğu’da farklılaşabilmektedir. Yine 19. Yüzyılda köylü hareketleri şeklinde kendini gösterirken, 21. Yüzyılda göçmen karşıtı bir yapıya bürünebilmektedir (Taggart, 2004). “Popülist” nitelemesi toplumsal hareketler, partiler, liderler, politikalar ve yönetimler için kullanıldığı gibi, aynı zamanda belli bir siyaset tarzı, retorik ve iletişim stratejisi, örgütlenme yolları, söylem biçimi ve ideoloji için de kullanılmaktadır. Bu çeşitlenmeye bir yandan popülizmin farklı tarih ve mekanlarda hayat bulması, diğer yandan konu üzerinde çalışanların meseleyi farklı teorik ve metodolojik enstrümanlarla ele almaları, meselenin farklı boyutları üzerine odaklanmaları ve nihayet değişen paradigmalara yol açmış görünüyor (Uslu, 2021). Popülizm kelime anlamı olarak “halkçılık” olarak adlandırılmaktadır. Aslı itibariyle siyasi bir söylem olarak karşımıza çıkan popülizmin tarih içerisinde birçok muhtelif türleri ve anlamlarının olduğu da bilinmektedir. Popülizmi tarihsel açıdan inceldiğimizde son 150 yılda üç önemli kırılma noktası yaşamıştır. Bunlar sırasıyla; 19’uncu yüzyılda Çarlık Rusya’da ortaya çıkan “tarımsal popülizm”, 20’inci yüzyılın ortalarında Latin Amerika’da “sosyo-ekonomik popülizm” ve 20’inci yüzyılın ikinci çeyreğinde Nazi Almanyası’nın başını çektiği “yabancı düşmanı popülizm”dir.
19’uncu yüzyılın sonlarında birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkan ABD’deki “Halkın Hareketi” (İng. “People’s Movement”), 1892-1912 yıllarında başkanlık seçimleri sırasında Demokrat-Cumhuriyetçi tekelini kırmak için var gücüyle çalışmış olan ve neticede partileşen bir harekettir. Amerikan Popülizmi, tarım fiyatları ile endüstri fiyatları arasındaki farkı protesto eden bir halk hareketinden ibarettir. Yerleşik Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin, azınlık durumda olan Amerika’nın finans ve sanayi seçkinlerinin çıkarlarına hizmet ettikleri iddiasındalardır. Ürünlerini daha ucuza nakledebilmek için demiryollarının devletleştirilmesini, ürün fazlasını pazardan çekebilmeleri için devlet kredisi uygulamasını, faizlere devlet müdahalesini, aracıların kârlarını makul seviyede tutacak önlemlerin alınmasını ve işsizliği azaltacak bir devlet alt-yapı projesinin gerçekleştirilmesini istemekteydiler. Popülistlerin aslı itibariyle en önemli amaçları, altın standardı özelinde bir finans sisteminin oluşturulmasıydı. Netice itibariyle Amerikan Popülizmi, modern Amerikan siyasetinde Federal Hükümet’in halkın çıkarlarını savunan ve halk için reformlar gerçekleştirmesini isteyen politik hareketlerden ilkidir. Amerika tarihinde popülistler hiçbir zaman iktidarı ele alamıyor ancak amaçları içerisinde olan birçok meseleye karşın öne attıkları çözüm stratejileri yerine getiriliyor. Buna ek olarak Popülist akımın neticesinde Amerika’nın 21’inci yüzyılda demokrasi ve adalet sembolü olarak ortaya çıktığı söylemleri yaygın olarak dile getirilmektedir.
Popülizmi ciddi bir siyasi hareket olarak bir de Rusya’da görmekteyiz. Rusya’daki popülist hareket “Narodniki”, sanayileşme ve kentleşme neticesinde değişen ekonomik ve toplumsal düzene tepki olarak ortaya çıkmış, köylü kesim “gerçek halk” olarak tanımlanmıştı (Dizman, Popülizm Nedir?, 2019). Narodniki terimi 1860-1880 döneminde yeraltı muhalefet hareketine katılanları ve yandaşlarını tanımlamakta kullanılmıştır. Amerikan popülistlerinden çok daha farklı olarak bunlar evlerini terk etmiş entelektüellerdir (Alatlı, tarih yok). Rus popülistlerinin asıl amaçları, köylünün eşitlikçi ve imeceye dayanan, aile bağlarının önemli olduğu, kendine özgü yaşam biçimleri olan (mir’lerini/bağımsız tarımsal komünlerini), insanı insanlıktan çıkaran bürokratik hükümetlerden ve pazarlardan korumaktır.
Popülist Söylem
İki asır önce toplumların dönüşmesine yol açan seri üretim, makineleşme, yeni ulaşım araçları ile sanayileşme ve şehirleşme köylüler tarafından reddediliyor ve geleneksel köylü toplumu kırsal düzenin egemenliğini kentsel yaşama terk etmeyerek geleneksel köylü toplumu yenilik karşıtı tepkisini gösteriyordu. Bugün küreselleşme sonucu gittikçe artan göç dalgaları ile toplumların etnik yapısının değişmesi, yerli olmayanların ise düşmanlaştırılıyor olması söz konusu. İki örnekte de popülist söylemin oluşmasındaki ana unsur, kurulu olan düzenin bozulması korkusudur.
Popülist söylemin önemli bir parçasıysa oluşturulan siyasi atmosferdir. Binlerce kişinin katıldığı mitingler, hararetli konuşmalar, seçmenlerin coşkulu sloganları, buralarda kullanılan basit dil, halkın siyasetle bütünleşmesini sağlayan, popülist söylemin temel unsurlarından birkaçıdır. Bu durumda popülizm, Latin Amerika ülkelerinde yoğun olarak gözlemlenirken, son yıllarda Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya gibi, siyasetin çok fazla ilgi odağı olmadığı ülkelerde de son dönemlerde oldukça artmıştır. Halka açık hararetli konuşmalar, yoğun slogan ve pankartların seçim dönemlerinde sokakları süslemesi, hemen her hafta düzenli ve yoğun katılımlı gösterilerin organize edilmesi bunun en açık örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Popülizm, aslı itibariyle kendine has ideolojilerin siyasal argümanlar ile desteklenerek popülerleşmesine denmektedir. Avrupa ülkelerinde “Avrupalılık” veya “yerlilik” kavramları üzerinden yabancı düşmanlığı çerçevesinde kimlik siyaseti güden partiler ile Güney Amerika’da zengin ve üst sınıf elitlere karşı “ezilen” halk kitlesini savunan ve mobilize eden anti-elitist siyasi parti veya liderlerin ortak özelliği popülist olmalarıdır (Dizman, Popülizm nedir?, 2019). Marksist ve sosyalist ideolojiyi incelediğimizde de her iki anlayışında “gerçek halk” olduğunu, müşterek ideolojiyi temsil etmeyenlerin ise yerli olmadığı hatta işaret edilen “gerçek halk”ın aleyhine hareket edildiği inancı iddia edilmektedir. Bununla birlikte marjinal yapılı iki politik anlayışı ortak paydaya getiren en önemli argümanlar; anti-elitizm, yerlilik ve millilik söylemleridir. Ne kadar muhtelif sebeplerle yahut değişik sosyal sebeplerle ortaya çıkmış olsalar da popülistler müşterek bir söylemle hareket etmektedirler. Başka bir yönden tarımsal yahut yabancı düşman popülizminde tespit edildiği üzere popülist yaklaşımlara bakıldığında aslında popülizm tanımı muhafazakâr bir söylemle “yeni” ve “dışarıdan” olanı reddederek kendini var eder/ifade eder/ varlığını korur.
Sonuç
1930’larda Hitler, Mussolini ve Franco gibi liderler faşist yaklaşımlarıyla ırkçılık söylemlerinin muhatabı olmuştur. Günümüzde de devam eden ırkçılık, İslam düşmanlığı ve yabancı düşmanlığı sağ popülizmin yükselen konumuna ivme kazandırmaktadır. Bununla birlikte popülizm tıpkı faşizm gibi pejoratif bir niteliğe sahip olduğuna da işaret etmektedir. Netice itibariyle popülizm; bir tarafı faşizm ile diğer tarafı gerçek demokrasi olan birbirine tamamen zıt iki hattın sentezi şeklinde de adlandırılabilir. Genel hatlarıyla popülist kişilikler yalnızca siyasiler değildir. Toplum nazarında “Popülizm”, son derece muhtelif bir anlamlandırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslı itibariyle popülist ideolojiler, “gerçek halk” benzetmesine muhatap oldukları iddiasında hareketle bir kesim olarak bir kesimi küçümseme politikası gütmektedir. Güdülen bu politika netice itibariyle yanlış anlamlandırmalara ön ayaklık etmektedir. Popülizmin her geçen gün artan bir ivme ile yükselişi, popülizmin ne olarak ele alınacağı veya nasıl tanımlanacağı konusunu daha önemli hale getirmektedir. Popülizmin diğer ele alınış biçimlerinin; çeşitli dönemleri (örneğin modernleşme), çeşitli bölgeleri (örneğin Latin Amerika), çeşitli alanları (örneğin kutuplaştırıcı iletişim stratejisi), çeşitli demokrasi pratiklerini (vesayetçi demokrasiler) açıklama konusunda katkı sunduğuna şüphe yoktur (Uslu, 2021). Gelişen son yıllarda birçok farklı anlamlandırmalara muhatap olan popülizm; otoriter ve pejoratif anlamlarından sıyırıldığı, sol/sağ eğilimli politik kuramlarından ayrıştırılarak her bireyin (özellikle siyasilerin) kullanımında meşru zemin oluşturulmaya çalışılmıştır.
Popülist söylemlerle toplumu şekillendirmeye çalışarak gerçekleşen siyasi yahut sosyal içerikli eylemlerde “gerçek halk biziz” söylemlerini telaffuz etmektedirler. Bu da toplumsal kutuplaşmanın en önemli argümanıdır.
Kaynakça
ALATLI, A. (tarih yok). DEMOKRATİK BİR GÜÇ OLARAK “POPÜLİZM”. Alev ALATLI: https://www.alevalatli.com.tr/demokratik-bir-guc-olarak-populizm/ adresinden alındı
DİZMAN, A. S. (2019, Ocak 25). Popülizm nedir? Perspektif: https://perspektif.eu/2019/01/25/populizm-nedir/ adresinden alındı
TAGGART P., Y. B. (2004). Popülizm. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
ROBERTS, K. M. (2006). Populism, Political Conflict, and Grass-Roots Organization in Latin America. Comparative Politics, 127-148.
USLU, C. (2021). Bir İdeoloji Olarak Popülizm. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 217-230.
28 Mayısta Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, yaptığı yazılı açıklamada, her iki ülkeden hükümet delegasyonlarının yaklaşık 6 yıllık müzakerelerinin ardından 1904-1908 yıllarında Korgeneral Lothar von Trotha’nın emriyle işlenen vahşetin, soykırım olarak tanınması üzerinde anlaştığını açıkladı.
Peki soykırım ne demek? Hangi eylemler soykırım sayılmaktadır? Hadi hep birlikte öğrenelim. Soykırım suçlaması, İkinci Dünya Savaşı sonrası bu savaşın galiplerinin diğerlerine ve sahipsiz kalan ortada kalan devletlere karşı yöneltilen en acımasız, en kötücül lekeler barındıran büyük kabuslarından biridir (Güneş, 2021)
En genel ifade ile soykırım, “siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle, azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemi” olarak tanımlanabilir. Jenosid kavramı ilk defa Rafael Lemkin tarafından 1944 yılında kullanılmıştır. Lemkin; Antik Yunanca ırk, kabile anlamlarına gelen “Genos” kelimesi ile Latince öldürme manasına gelen “Cide” kelimesini birleştirerek “Genocide” yani Soykırım kelimesini türetmiştir (Alpyavuz, 2009, s.50) Uluslar arası alandan en önemli antlaşmalardan biri olan 1948 BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’nin ana konusu Lemkin’in yaptığı soykırım tanımlamasına dayanmaktadır.
Soykırım daha önce savaş suçları bağlamında değerlendirilirken, Almanya’nın ve Japonya’nın yöneticilerinin yargılandığı Nüremberg ve Tokyo Askeri Mahkemelerinin yargılamalarından sonra soykırım suçu insanlığa karşı suçlar kapsamında değerlendirilmeye başlamıştır.
Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi madde 2 soykırım eylemini 5 kategoride tanımlamıştır:
Belirli bir gruba mensup olanların öldürülmesi,
Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi
Grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek,
Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak,
Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek.
Anadolu Türk toplumunu orta çağda derinden etkileyen bir sosyal hareket olan Babailik akımının, vuku bulduğu çağın öne çıkan özelliklerini uhdesinde barındırması ve müteakip devirlerde etkisini sürdürmüş olması hasebiyle, Türk tarihi açısından büyük öneme haiz olduğu bir gerçekliktir. Bu gerçekliğe rağmen, bu sosyal hareket günümüz Türk tarihçileri ve sosyologları tarafından gerekli düzeyde incelenmemiş vaziyettedir. Bu makalede, bu hareketin ardında yatan dinamikler, hareketin meydana çıkış şekli ve sonraki dönemlerdeki yansımaları ele alınmaktadır. Bu akımın karakteristik özellikleri incelenirken dönemin kaynaklarından ve bu kaynakları kullanan günümüz araştırmacılarının eserlerinden faydalanılmış olup bu hareketin Türk toplumu ve devlet yapısı adına bünyesinde barındırmış olduğu fevkalade büyük önem gün yüzüne çıkartılmaya çalışılmıştır. Birincil kaynaklar arasında yer alan Âşıkpaşazade, Yazıcıoğlu Ali, Oruç Bey, Eflaki, İbn Battuta, İbn Bibi ve Marco Polo gibi müelliflerin eserlerinden, bu makale çalışmasının hacmini genişletecek olmasından dolayı, doğrudan yararlanılmamış olup bu birincil kaynakları titizlikle kullanan modern ve yakın dönem araştırmacılarının eserlerinden istifade olunmuştur. Şu husus da belirtilmelidir ki bu mezkûr müelliflerin eserleri birincil kaynak olarak gösterilse dahi, bu müellifler, bu makalenin incelediği olaydan çok sonraki zamanlarda yaşamış ve Babailik hareketine doğrudan şahitlik edememişlerdir fakat dönemlerinin genel görüşlerini yansıtmada başarılı oldukları söylenebilir. Bahsolunan modern ve günümüz araştırmacıları ise İlyas Üzüm, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, A. Z. V. Togan, M. Fuat Köprülü, A. Yaşar Ocak, V. A. Gordlevskiy ve M. G. S. Hodgson gibi pek değerli bilim insanlarıdır ki yazmış oldukları eserler yol gösterici nitelikte olup pek kıymetli argümanlar içermektedir. İşbu eserlerden faydalanmış olan bu makalenin de okuyucuyu müstefit kılacağı ve Babailik meselesi üzerinde yeniden ve etraflıca düşünülmesini sağlayacağı öngörülmektedir.
TASAVVUF ve TÜRKMENLİK BAĞLAMINDA BABAİLİK
Babailik hareketinin sağlıklı bir şekilde analiz edilebilmesi için öncelikle tasavvufun gelişim aşamalarına, İslam’ın Türklerce kabulü sürecine ve Türklüğün sosyopolitik güç olarak Küçük Asya’da nasıl zuhur ettiğine değinilmelidir. İslam coğrafyasında tasavvufi hareketlerin oluşumunun izi, hicri ikinci yüzyıla kadar sürülebilir. Hicri ikinci yüzyıla kadar klasik “takva” dairesi içinde yorumlanan İslam mistisizmi, İslam-Arap Devleti’nin siyasi gücünün farklı kültürlerin yaşadığı coğrafyalara yayılmasının bir sonucu olarak, takip eden yüzyıllarda büyük bir değişim geçirip ivme kazanmıştır. Hicri beşinci yüzyıla kadar Müslüman toplum arasında ön plana çıkan sufiler, toplum içinde yarattıkları gizemli manevi atmosfer sayesinde, hicri beşinci yüzyıldan sonra kendi adlarıyla müsemma tarikatların kurulmasına zemin hazırlamışlardır. Budizm, Manicilik, Mitracılık, Zerdüştlük, Şamanizm, Hristiyanlık ve Musevilik gibi inançların yaşadığı coğrafyalarla temas etmenin bir neticesi olarak da gelişen İslam tasavvufu, doğal olarak, klasik anlamda süregelen İslam telakkisinden bazı noktalarda farklılaşmakta, bu farklılaşma (ya da “yenilenme”) İslam mütefekkirleri arasında tartışmalara neden olmakta idi. Bu tartışmaları bitiren, ortodoks İslam anlayışı ile “yeni mistisizmi” barıştıran kişi, İslam dünyasında “hüccetülislam” lakabıyla tanınan, Horasanlı Gazali olur (Hodgson, 2021:240). Onun vasıtası ile şeriat kurumu ve mistikler arasındaki gerginlik azalır.
Kadim zamanlardan beri Asya’da büyük siyasi oluşumlar teşkil ettirmiş olan ve kendilerine özgü bir inanç sistemine de sahip olan Türk milletinin, İslamiyet’i kabul sürecine değinilecek olursa, bu sürecin pek uzun bir dönemi kapsadığı ifade edilebilir. Türk topluluklarının İslam ile ilk karşılaşmaları, genel hatlarıyla yedinci miladi yüzyıla, Ömer bin Hattab dönemine denk düşer. Bu karşılaşmanın ardından, on birinci yüzyıla kadar geçen zaman diliminde, Maveraünnehir bölgesi etrafında yerleşik veya konargöçer Türkler arasında İslam büyük oranda yayılım sağlar. Daha doğu bölgelerde ise İslam’ın tam anlamıyla yayılması ve kabulü on beşinci miladi yüzyıla dek sürer (Üzüm, 2018:18). Tasavvufun İslam dünyasındaki gelişimi ve Türklerin İslam ile tanışıklığı bu şekilde özetlenebilir.
Anadolu’da Türklüğün inkişafı meselesine değinilecek olursa, mevcut somut verilere dayanarak, Türklüğün bu coğrafyada açık bir şekilde varlığının Selçuklu hanedanı zamanına tesadüf ettiği ifade edilebilir. Türklerin, Anadolu’yu daha önceden yurt edindiği iddiaları mevcut ise de bu iddialar bu makalenin çalışma alanının dışında kaldığı için üzerinde durulmayacaktır. Fakat söz konusu iddiaların ciddiye alınıp üzerinde çalışılması gerektiği belirtilmelidir. Anadolu’nun Türkleşmesi üç aşamada ele alınabilirki ilk aşama, Selçukluların on birinci yüzyıldaki akınlarıyla gerçekleşir. İkinci aşama, Moğol tehdidinden kaçan Türkmenlerin vasıtasıyla meydana gelir. Üçüncü ve son aşama ise Moğol iktidarının Anadolu’daki bizatihi varlığı ile tamamlanmıştır ki Moğol askerî varlığının ciddi rakamlara ulaştığı kaynaklarda tespit edilebilmektedir (Togan, 2019:347). Türk soylu askerlerin Moğol ordusundaki ciddi varlıkları göz ardı edilmemelidir ki Anadolu coğrafyasının Türkleşmesinde onların rolü de büyük önem arz etmektedir. Moğolların Anadolu ve etrafında yaratmış olduğu sosyopolitik vaziyetin, Anadolu’nun mühim bir “muhaceret ve ticaret” noktası olmasını sağladığı da bir diğer önemli husustur (Barkan, 2020:450). Böylesi bir ortam, bu bölgede, Âşıkpaşazade’nin işaret ettiği üzere, dört temel toplumsal güruhun zuhuruna zemin hazırlar; Gaziler, Ahiler, Bacılar ve Abdallar (Öcalan, 2002:464). Makalenin konusu olan Babailer, bu sonuncu grubun mümessilleridir ki kaynaklar onların kalender meşrep tasavvuf ehli olduğunu, tasavvufi anlayış olarak da Vefailik çizgisinde olduklarını belirtir (Köprülü, 1976:207- 208). Bağlı bulundukları ekol hakkında alternatif iddialar mevcut ise de bu iddialar büyük önem arz etmemektedir. Çünkü bu ekolleri birbirinden tam anlamıyla ayırmak güçtür. Bunun nedeni, bu tasavvufi ekoller hakkında elimizde detaylı verilerin bulunmaması (veyahut etraflıca incelemelerinin yapılmaması) ve (elimizdeki verilerin de işaret ettiği üzere) bu ekollerin birbirleri ile girift ilişkilere sahip olmasıdır. Anadolu’daki Babailik hareketi/ isyanı, adını Baba İlyas’tan alır ki kendisi bu hareketin öncüsü olarak sayılır. İsyan esnasında ise müridi, Baba İshak daha aktif rol oynar (Ocak, 1991:374). Anadolu Selçuklu coğrafyasında vuku bulan bu akımın tasavvufi bir ekol mü, yoksa politik bir hamle mi olduğu ise tartışmalı bir konu olmakla birlikte Fuat Köprülü, A. Yaşar Ocak ve Gordlevskiy bu hareketin politik karakterinin daha ön planda olduğunu vurgularlar. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Köprülü, Babailiğin, politik bir hamle olmasının yanı sıra, mutlak surette heretik bir mezhep olduğunu ifade etmektedir. Fakat buna karşılık A. Yaşar, bu hareketi bir mezhep olarak değil, salt sosyopolitik bir cereyan olarak ele almakta, Köprülü’nün mezhep olarak yorumladığı unsuru, bu sosyal hareketin “ideolojisi” olarak değerlendirmektedir. Bu ideolojinin de gayrisünni özelliklere sahip olduğunu kabul ederek, Türklüğün ve kadim İran-Hint dinlerinin, mevcut güçlü evliya kültü ile sentezinin sonucu ortaya çıkan bir düşünce sistemi olduğunu ön plana çıkartmaktadır (Ocak, 2011:80-84). Buna ek olarak her iki müellif de bu hareketin siyasi vasfının, dinî önemine baskın durumda olduğunun altını çizer ve bu hareketi, yozlaşmış müesses devlet otoritesine karşı, konargöçer Türkmen kitlelerin başkaldırısı olduğunu ifade eder. Gordlevskiy ise bu hareketi, “Köy, şehir üzerine yürüdü.” diyerek özetler ve bu akımın bir “köylü başkaldırısı” olma özelliğini vurgular (Gordlevskiy, 2019:154). Babailik isyanının/ akımının veyahut (kaynaklardaki bir diğer ismi olan) kıyamının temel vasfını kavrayabilmek için bizzat baba terimini incelemek gerekir ki hareketin ismi de buradan gelmektedir. Baba kavramının, temel olarak Türklerde mevcut olan ozan/ kam- şaman kültünün ve Hint-Avrupa halklarının mirasının İslam ile sentezi olarak ortaya çıkan Arap-İslam tasavvufundaki veli-evliya kültünün bir harmanı olduğu ifade edilebilir ki bu kişiler, konargöçer Türkmenler arasında sözü dinlenir kimseler olma vasfını taşırlar idi. Köprülü’nün de belirttiği üzere tasavvufun Türkistan coğrafyasında yayılmaya başlamasıyla birlikte pek çok babalar zuhur etmeye başlar (Babinger ve Köprülü, 1996:49). İşte bu babalar, makalenin başında da zikredilen, Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Moğol baskısı ile Türkiye coğrafyasına yerleşir ve Selçuklu hükümranlığının baskılarına, dış tehditlerin yarattığı kaotik ortamın gerginliğine dayanamayarak devlet otoritesine başkaldırır. Burada vurgulanması gereken nokta şudur ki Babailik hareketi, Türkistan bölgesinde inkişaf gösteren babaların vücuda getirdiği toplumsal-dinî bir harekettir ve bu babalardır ki İslam’ın konargöçer Türk kitleler arasında yayılımını ve Türklüğe özgü bir İslam inancının ortaya çıkmasını sağlarlar. Fakat isyanın bastırılmasıyla beraber, yerleşik ortodoks İslam inancı egemenliğini sürdürmeye devam eder ve bu da “Türk İslam’ı” kavramının husule gelmesini engeller. İsyanın başarısızlığına rağmen, mağlup babalar, Anadolu’nun uç bölgelerine yayılırlar ve kendilerine özgü olan inanç sistemlerini devam ettirirler (Gordlevskiy, 2019:155). Bu uç bölgelerine yayılan babalardan biri, pek tanındık olan Şeyh Edebalı’dır. (İnalcık, 2017:35). Dönem kaynaklarının verdiği bilgilere dayanarak, Şeyh Edebalı’nın yanı sıra Geyikli Baba, Hacı Bektaş, Musa Baba gibi isimler de Babailik dairesi içerisinde zikredilebilir (Paşazade, 2003:297). On beşinci yüzyılda baş gösteren Otman Baba ve Şeyh Bedrettin ayaklanmaları da yüzyıllardır süregelmiş babalık geleneğinin, kendi zamanlarındaki yansımaları olduğu söylenebilir.
SONUÇ
İşaret olunduğu üzere, Babailik akımına zemin hazırlayan iki temel öge bulunmaktadır: Türkmenlik ve tasavvuf olgusu. Tasavvuf kurumu, Arap-İslam devletinin farklı coğrafyalara tahakkümüyle birlikte hicri beş yüzyıl içerisinde olgunluğa erişir ve
Türkistan coğrafyasında, Türklerin arasında yaygınlık kazanır. Konargöçer Türk kitlelerinin İslamiyet’i kabulü sürecinde tasavvufun anahtar rol üstlendiği ifade edilebilir. Bu konargöçer kitleler arasında şöhret kazanan manevi önderler olan babalar, ki bunlar Türkler arasında zaten mevcut olan şamanlık-ozanlık geleneğinin sonraki çağlardaki tezahürleridir, bir “Türkmen/Türk Müslümanlığı” kavramını ortaya çıkarırlar. Fakat ortaya koydukları kendilerine özgü bu anlayış, on üçüncü yüzyılda bir “patlama noktası” olan Babailik hareketinin Selçuklu otoritesince bastırılmasıyla birlikte sönümlenir. Buna rağmen, babalar, isyanın ardından uç bölgelere göçerek tekrardan Türkmen kitleler arasına karışır. Böylelikle, yeni kurulan toplumsal düzende “öz-kimlik oluşturucu” bir mahiyet kazanarak tarih sahnesinde yerlerini alırlar. Bu kimlik oluşturucu etkileri, günümüzde gözle görülebilen Arap-İran İslam algısı ile Türklüğün İslam algısı arasındaki temel farkı oluşturmaktadır. Bu yüzdendir ki Babailik hareketi sadece bir başkaldırı olarak görülmemeli; onuncu yüzyıldan beri süregelen, konargöçer Türklüğün İslam’ı kavrayış şekli olarak yorumlanmalı ve günümüze dek süren sosyokültürel etkileri bu açıdan değerlendirilmelidir. 1240 senesinde meydana gelen başkaldırı ise babaların, tarih sahnesindeki salt politik hamlesi (“zulme karşı” bir reaksiyonu) olarak ele alınmalı, bu yüzden Babailik kavramı daha geniş bir perspektiften incelenmelidir.
KAYNAKÇA
BABINGER, F. ve KÖPRÜLÜ, M.F. (1996), Anadolu’da İslâmiyet, Çev. Ragıp Hulusi, İstanbul: İnsan Yayınları.
BARKAN, Ö. L. (2020), İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat. GORDLEVSKIY, V. A. (2019), Küçük Asya’da Selçuklular (2. Baskı), Çev. Abdülkadir İnan: Ankara:Türk Tarih Kurumu.
HODGSON, M. G. S. (2021), İslam’ın Serüveni (3. Baskı), Cilt 2, Çev. Berkay Ersöz, Ankara: Phoenix Yayınevi.
İNALCIK, H. (2017), Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet (3. Baskı), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
KÖPRÜLÜ, M. F. (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (3. Baskı), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
OCAK, A. Y. (2011), Babaîler İsyanı (5. Baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları.
OCAK, A. Y. (1991), Babaîlik, 24 Şubat 2021 tarihinde İslam Ansiklopedisi: https://cdn2.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/4/C04001640.pdf adresinden alındı.
ÖCALAN, H. B. (2002), Anadolu Selçukluları Zamanında Tasavvuf Düşüncesi. Türkler Ansiklopedisi. (Cilt 7, 462-470.ss.) Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
PAŞAZADE, Â. (2003), Osmanoğulları’nın Tarihi, Çev. Kemal Yavuz ve M. A. Yekta Saraç, İstanbul: K Kitaplığı.
TOGAN, A. Z. V. (2019), Umumi Türk Tarihine Giriş (2. Baskı), Cilt 1, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
ÜZÜM, İ. (2018), Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevîlik (8. Baskı), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Toplum nazarında enformasyonun etkisiyle yanlış anlamlarla kullanılan terimlerin doğru şekilleriyle gençlerin dağarcığında yer almasını sağlamak, akademik kelimelerin doğru anlamlarının öğrenilmesini kolaylaştırarak akademik metinlerin eleştirel şekilde okunması üzerinden yeni bakış açıları kazandırarak çok boyutlu düşünmenin geliştirilmesini hedefleyen “Akademik Pusula” yakında sizlerle!
Projenin Amacı:
Türkiye’de bulunan; lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinehitaben akademik terimlerin doğru anlamları ile kullanılması, yaygın olarak kullanılan terimlerin akademik perspektifle değerlendirilmesi yoluyla akademi ve öğrenciler arasında ulaşılabilir köprüler kurmak ve akademik kelimeler aracılığıyla bilimsel metinleri okuma farkındalığını güçlendirmek.
Projenin Kapsamı:
Her hafta farklı disiplinlerde bilimsel kavramlar işlenerek toplum nazarında dezenformasyona uğramış terimler bilimsel perspektif ile ele alınarak, Açık Pencere YouTube kanalımızda yayın yapılacaktır.