Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Diplomaside Kırmızı Çizgi (Red Line)

Kırmızı Çizgi kavramı Diplomasi ve Uluslararası İlişkiler alanında sıkça kullanılan önemli bir kavramdır. Kırmızı çizgi farklı disiplinlerde kullanılabilen bir kavramdır, tarihsel anlamda nasıl ortaya çıktığını ve özellikle Uluslararası İlişkiler disiplinine nasıl geçmiştir konusunu incelemek gerekiyor.

Kırmızı Çizgi teriminin tarihi çıkışı, Irak Petrol Şirketi’nin ortakları olan Britanya, ABD ve Fransa’dan büyük petrol firmalarının 1928 yılında imzaladığı bir anlaşmaya dayandırılıyor: “Red Line Agreement” yani Kırmızı Çizgi Anlaşması. Osmanlı İmparatorluğu’ndan “dağılan” arazi üzerinde, petrol açısından önem taşıyan, sınırları kırmızı bir çizgiyle belirleyen ve Irak Petrol Şirketi’nin bu sahadaki çıkarlarını, imtiyazlarını kayda bağlayan bir anlaşmadır (Birikim Dergisi, 2021). Kırmızı Çizgi terimi, bu halden diplomasi diline geçmiştir ve günümüzde çokça zikredilen bir kavram haline dönüşmüştür. Örnekleri diplomasi ve uluslararası ilişkiler için de çokça geçmektedir. Örneğin; 2014 yılında İran, uranyum zenginleştirme kabiliyetini korumanın uluslararası toplumla herhangi bir anlaşma çerçevesinde aşılmasına izin vermeyeceğini açıkladı ve bunu bir “kırmızı çizgi” olarak kabul ederek kendi tarafınca onayladı (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.5). Uluslararası ilişkilerde uluslararası örgütler veya ülkeler, topluluklar,kendi kırmızı çizgilerini belirleyebilir. Yalnız burada önemli olan yaptırım veya uygulatma gücünün ne kadar gerçekçi olduğu önemlidir. Kırmızı çizgi ilan etmek kesin bir sonuç veya uygulama anlamı taşıması için yaptırabilme veya uygulattırabilme kabiliyetinin olması gerekir. Bu anlamda kavramın anlamını incelemek gerekiyor ve kavramın özünün tanınması, kavranabilmesi mühim bir konudur. Kırmızı Çizgi; müzakerelerde “kırmızı çizgiler” bir tarafın bazı temel çıkarlardan dolayı ödün vermeyeceğini belirttiği alanlardır (The UK in a Changing Europe, 2020). Diğer bir tanımda; tipik olarak bir hükümet tarafından kabul edilemez olarak gördükleri ve yanıt verecekleri eylemlerin beyanı. Bu tanım için; “Savaş sırasında kimyasal silah kullanımı kırmızı çizgi meselesidir.” şeklinde örneklendirmek mümkündür (Macmillan Dictionary). Suriye’de kimyasal silah kullanılması vb. olaylarda olduğu gibi. Kırmızı çizgi, 1970’lerden beri birinin ciddi sonuçlarla karşılaşmadan ötesine geçmemesi gereken bir sınırı belirtmek için kullanılıyor. Kabul edilebilir ve kabul edilemez davranış arasındaki sınırları belirleyen fiziksel bir sınır fikrini önerir ve “bir çizgiyi geç” ve “kumda bir çizgi çiz” gibi ifadelerle ilgilidir (Macmillan Dictionary). Diğer bir tanımda ise: Egemenlik meselesi, aşılamayacak kırmızı bir çizgidir. Sade bir tanımla; hükümet tarafınca kabul edilemez olarak değerlendirilen eylemlere ilişkin bir açıklama (Macmillan Thesaurus). Son bir tanımda ise; bir kişi veya grubun bir anlaşmazlık veya müzakere sırasında hakkındaki fikirlerini değiştirmeyi reddettiği bir sorun veya talep (Oxford Learner’s Dictionaries).

Kırmızı çizgi farklı şekilde belirlenebilir ve uygulanabilir ve bu durum ülke, örgüt veya topluma göre değişkenlik gösterir. Örneğin; İsrail kırmızı çizgileri konusunda bazen doğrudan düşmana özel ve ayrı bir şekilde ya da gerekirse bir aracı kullanarak iletir (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.5). Tabii burada kırmızı çizginin inandırıcılığı ülke veya örgütün güç ve kabiliyetine bağlı olmakla beraber diplomasiyi kullanabilme becerisine de bağlıdır. Yukarıdaki tanımlar ışığında kırmızı çizgi ilan etmenin bir amacı da olduğu anlaşılmaktadır ve bu amaca yönelik yapılması son derece önem arz etmektedir. Kırmızı çizgi diplomasisinin karışık bir sicili vardır. Çoğu zaman kırmızı çizgiler düşmanı caydırmada başarısız olmuştur. Geçmeme eşiği ya da bunu yapmanın sonuçları net değildir ya da savunmacının kararlılığı açık değildir ya da caydırıcılığın etkili olması için verilen ceza yeterli değildir. Dahası, kırmızı çizgiler istenmeyen veya zararlı etkilere sahip olabilir (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.7). Örneğin karşıyı kışkırtabilir veya zıtlaşma yaratabilir. Bu durumda istenmeyen olaylar meydana gelebilir. Bu bakımdan orantılı ve realist bir diplomasi son derece önemlidir. Bu bakımdan sonuçları ya etkisiz ve inandırıcı olabilir ya da problemlerin büyüyüp çatışma, kriz gibi durumlara evrilmesi pek mümkündür. Örneğin Küba Krizi’nde SSCB ve ABD tarafının kırmızı çizgileri yüzünden savaşın eşiğine gelmesi söz konusuydu.

Kırmızı çizgiler, eşik veya onu geçmenin sonuçları net olmadığında başarısız olur. Kırmızı çizgilerin başarısızlığının ilk nedeni, birçok çatışmanın klasik bir açıklamasıdır: Savunucunun neyden kaçınmaya çalıştığını veya sınırı geçmenin sonuçlarının ne olacağını açıkça ifade edememesi veya isteksizliği nedeniyle baş kahramanlar arasında anlayış eksikliğindendir. Tarih boyunca sayısız savaşın patlak vermesinin tam nedeni de budur. Böyle bir netlik eksikliği, bir karşı eylemi tetikleyecek kesin koşullar hakkında olabilir. Çoğu devlet, kendi egemenlik topraklarına yönelik tam teşekküllü askeri saldırganlığın kırmızı çizgiyi geçmeyi teşkil edeceğini ve böylelikle de aynı şekilde savunmacı bir tepkiyi tetikleyeceğini açıkça belirtmiştir. Bu durumda kırmızı çizgi, oldukça basit bir şekilde, genellikle dokunulmaz olduğu düşünülen uluslararası sınır çizgisidir. Ancak durum genellikle daha karmaşıktır. Sınırlar her zaman net bir şekilde tanımlanmaz ve tanımları bazen anlaşmazlık konusudur. (FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016, s.7). Bu nedenle kriz ya da savaşa dönüşebilen bir yapısı vardır. Sonuç olarak kırmızı çizgiler belirlenirken ve kırmızı çizgiler savunulurken diplomasi aracının esnek ve güçlü yapısı dikkatli, gerçekçi, orantılı kullanılmalıdır. Böylece kırmızı çizgilerden doğabilecek kriz veya savaş tehlikeleri en iyi haliyle minimize edilebilir.

 

 

 

KAYNAKÇA:

  • https://birikimdergisi.com/haftalik/10553/kirmizi-cizgi
  • Bruno TERTRAİS. The Diplomacy of “Red Lines”. FONDATION pour la RECHERCHESTRATÉGIQUE Recherches & Documents, 2016
  • https://ukandeu.ac.uk/the-facts/what-does-red-lines-mean/
  • https://www.macmillandictionary.com/dictionary/british/red-line
  • https://www.macmillanthesaurus.com/red-line
  • https://www.oxfordlearnersdictionaries.com/definition/english/red-line

European Union Dilemma: Democracy of Efficiency?

Since its establishment, the European Union has been known for its elite-driven characteristic. Founding fathers established the Community as an attempt to prevent wars, developing economies, and strengthening interstate relations among European countries (Cini & Borragán, 2010). As the times have passed and institution has adapted to changes, reforms in the European Community institutions became mandatory. Being the institution that is closest to European citizens, the European Parliament is in a unique position in the European Community. As an organization that gives utmost importance to democracy, the European Community/Union did not have the option to ignore its citizens. Thus, improving the responsibilities and capabilities of the European Parliament has become inevitable. However, increasing the power and functions of the Parliament was not problem-free. Bureaucratic inefficiencies followed the increase in functions and powers of the Parliament. “Was sacrificing efficiency for democracy worth it?” is a question that needs to be examined in detail.

As mentioned before, one of the most prominent aspects of the integration process was that it was an elite-driven project. The Community was a place for bureaucrats, and they were responsible for developing policies that are affecting millions of European citizens. Their duties, responsibilities, and areas they work on have significantly increased over the years, and the bureaucratic system became too complex for ordinary people to understand (Cini & Borragán, 2010). Exclusion of citizens from this process in which decisions are taken affect their daily lives became a problem.

The most important institution in which a citizen has a say is the European Parliament. Nevertheless, as the European Union institutions are very complex and do not have a history of including citizens in decision makings, European citizens have little or no idea what their representative does in the Parliament, nor they have the capability to reject what is being done in the European Union. Moreover, this undemocratic practice leads people to not vote for the parliament elections. To address this democracy deficit, Lisbon Treaty focused on increasing the powers, functions, and abilities of the Parliament and brought it to an equal position with the Council in deciding what the Union does over forty new fields along with the ability to elect the head of the Commission, executive body of the Union.

These increases in the power of the Parliament have also brought its problems. Deciding in the Union is a very long and complicated process. Creating a draft, making amendments, preparing proposals, first and second readings are some of those lengthy and laborious processes of decision-making. Adding a very political institution like the Parliament to this process makes the decision-making even more complicated and longer. Negotiation between the parties, building alliances, convincing other parties, meeting in different parts of Europe, and negotiating with the Council adds up to the inefficiency of the process. Turning back to the question, “Was sacrificing efficiency for democracy worth it?” it can be said that the Union faces a dilemma. Allowing citizens to take part in the governance process makes creating policies that are beneficial for citizens harder but preserves its status as an institution that upholds democratic values. On the other hand, it also allows citizens to create their own proposals if they reach one million signatures or object to the policies through their representatives.

 

I believe that democratization is a step that the Union cannot overlook. If the Union pursues ever more integration, it needs to do it with the consent of the people; it governs even if it pays the price with the inefficiency. If the Union chooses to ignore the voices of almost half a billion people by preserving the governance only for the elites who are paid by European citizens, the European Union would not be safe from internal crises. While keeping the experts at the heart of the Union is a must, it also necessary to include the voices of the ordinary people in decision-making processes. The European Union is not known for its efficiency and fast decisions, so sacrificing some of it for hearing people out would not be a gross loss. On the contrary, it would benefit the Union as it opens the way for an ordinary citizen to be interested in the European Union politics making the Union a more accessible organization rather than a closed box which citizens do not know what they are paying taxes for.

In summary, the role of the European Parliament in the Union is a unique one as it allows ordinary citizens to take part in the governance of the Union. Increasing its powers, functions, and authorities with the Lisbon Treaty has come with some advantages and disadvantages. While giving ordinary people more say in the governance, drawing their interests, and making them learn about what they are paying for, it also resulted in a decrease in efficiency and effectiveness as it complicated the decision-making process. Despite the disadvantages, the democratization of the European Union is a crucial step in the Union’s history. Governing almost half a billion people without hearing their opinions is a direct invitation to disasters and crises. By giving the Parliament more power, the European Union sacrifices some efficiency to achieve stability in the future.

 

References

  • Cini, M., & Borragán, N. P. (2010). European Union Politics. Oxford, United Kingdom: Oxford University Press.

Perspektif: Siyaset Bilimi Perspektifi İle Filistin Üzerindeki Irkçı İsrail Tutumu

Dünya tarihi incelendiğinde en büyük sorunlardan birisi de ırkçılık üzerine yaşanan olaylardır. Bu tutumlar kimi zaman soykırım ile sonuçlanmış kimi zamanda dini, etnik, kültürel, ten rengi gibi olgular üzerinden baskılama, asimile etme ve hor görülme şeklinde sonuçlanmıştır. Bu olayların hepsine Batı tarafının, Afrika ülkeleri üzerinde uyguladığı tutum ile örneklendirilebilir veya Batı’nın, Güney Amerika veya Asya üzerindeki tutumlarında da ırkçılık yaptığı şeklinde çok konuya değinilebilir. Irkçılık demek milliyetçilik demek ile karıştırılan bir kavramdır ki keza milliyetçiliğin tek tip halde tanımını da yapmak mümkün değildir. Çünkü milliyetçi tutum bazen vatandaş olma ve vatanı sevme anlamında olup diğer etnik, dinsel insanları aşağı görmeden bir tutum sergilemekle de mümkündür. Diğer yandan milliyetçi söylemler ve davranışlar bazen ırkçılığa everilmekte ve “biz ve diğerleri” kavramına dayanmaktadır.

Öncelikle akademik anlamda birkaç milliyetçilik tanımı yapmak gerekiyor; Anderson, millet olgusuna antropolojik bir ruhla bakılması gerektiğini söylemektedir ve kavramı şu şekilde tanımlamaktadır: “ulus hayal edilmiş bir siyasi topluluktur – kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir”(Atılgan/Aytekin, Siyaset Bilimi, 2012, s.397).

Millet; bir toprağı, ortak mitleri ve tarihî belleği, kitlesel bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adıdır(Smith, 2007, s.32).

Genel anlamda bir kültürde yaşamak ve bir toprak üzerinde birlik halinde yaşamayı ifade etmektedir. Yine de millet kavramı veya milliyetçilik kavramı “kesin” bir tanıma sahip değildir. Farklı türevleri ve tanımları vardır. Özellikle milliyetçilik ve ırkçılık kavramlarını birlikte gibi düşünmek doğru değildir. Çünkü bu milliyetçilik tutumu olarak farklılık gösteren kimi zaman ırkçılığa evrilmiş şekliyle kullanılırken kimi zamanda ulusal kimlik anlamında veya ulusal birlik ve beraberlik anlamıyla kullanılmaktadır. Peki ırkçılık nedir? Irkçılık tanımı da bu makale gereği yapılmalıdır.

Irkçılık Balibar’ın tanımına göre; toplumdaki bütünsellik görüntüsünü tehdit eden isim, ten rengi, ibadet şekilleri gibi farklılıkları yok etme arzusuyla “biz” kimliğini her türlü melezleşme, karışma ve istiladan koruma mecburiyeti hissederek ortaya konan söylem, temsil, şiddet, hor görme, hoşgörüsüzlük, aşağılama ve sömürü gibi pratiklerde kendini göstermektedir(Balibar, 2013, s.27).

Irkçılık ve milliyetçilik temelde iki farklı kavramdır ama bazen milliyetçiliğin türevi olan ırkçı milliyetçilik söz konusu olmaktadır. Bu anlamda geçmişte çok fazla örnekle karşı karşıya kalındığı tarih kitapları tarafından ele alınarak yazılmıştır. Irkçılık sadece etnik ayrımcılık değildir aynı zamanda dinsel, kültürel anlamda da olması pek mümkündür. Avrupa tarihinde en büyük ırkçılık örneklerinden birisi de Almanya’nın Faşist bir totaliter yönetim anlayışı ile ırkçı bir devlet politikası izlemesidir. Nazi Almanya’sı “Sadece Yahudiler” olmamak üzere etnik bir soykırım uygulamıştır. Alman ırkı üst bir ırk olarak görülmüş ve Avrupa tarihine geçen büyük bir etnik soykırım ile insanlık suçu işlenmiştir. Yahudi toplumu da bu olaylardan nasibini almıştır. Yahudiler İngilizlerin desteği ile bir devlet kurmuştur ve bunu işgalci bir tutum ile yapmıştır. İsrail vatandaşları veya halkı geçmişte yaşadığı soykırımdan ders çıkarabilmiş midir? Son günlerde ve geçmişte yaşanan Filistin halkı ile olan İsrail devletinin tutumları dini bir ırkçılık değil midir? Diğer yandan Yahudiler ekseriyet olarak Sami’lerden gelir.

Hz. Peygamber (sav) de bir hadisinde Araplar’ın babasının Sâm olduğunu söyler(Bknz. Müsned, V, 9-11; Tirmizî, “Tefsîr”, 37; “Menâḳıb”, 69) (https://islamansiklopedisi.org.tr/samiler).

Ekseriyet neticesinde bakıldığında Arap kökeni olan veya Ortadoğu kökenine dayanan bir durum söz konusudur ve dinsel bir farklılık vardır. Yani tamamıyla aynı dine mensup olmadığı için Filistinli halk dinsel veya ulusal bir ırkçılık ile karşı karşıya kalmaktadır. Modern dünyada ırkçılık insanlık suçudur. Diğer yandan bu durumun diğer adı ise İslamofobi şeklindedir. Avrupa’da yükselen İslamofobi aynı şekilde çevresinde İslam ülkeleri olan Filistin’de de İsrail tarafınca uygulanmaktadır.

Anadolu Ajansı, 2020

Hazreti Ömer Kudüs fethi sonrası adalet üzerine bir yönetim anlayışını benimsedi ve herkese hoşgörü ile bakılmasını sağladı.

Hz. Ömer, Cizye ayeti gereği İslam topraklarında yaşayan Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibi gayrimüslimlerden vergi alıp bunun karşılığında onları himayesine aldı. Kadın, çocuk, yoksul ve din adamlarından ise vergi almadı. Öyle ki kaybettiği topraklardan aldığı vergileri de iade edip, düşkün Hristiyan ve Yahudilere beyt-ülmal’dan zekât verilmesini emretti. Hz. Ömer, fethedilen hiçbir yerde halkı Müslüman olmaya zorlamadı. Can, mal ve inanç hürriyetlerini koruma altına aldı ve gerek Müslümanlar ve gerekse gayrimüslimlerle ilgili verdiği karar ve uygulamaları ile adaletine güvenilen ve sığınılan bir halife oldu (AA, 2018).

Yine aynı şekilde Selahattin Eyyubi’de Kudüs’e barış ve adalet getirip muhafaza etmişti. Ama ne yazık ki bu barışa, dinsel hoşgörü ve ahlaka aykırı olarak dinsel ırkçılık rüzgârı bugün ve yakın zaman tarihine sert bir şekilde çarpmış oldu. Alman Yahudi asıllı Hannah Arendt dünyadaki bu gidişata eleştiri getirmişti ve “Kötülüğün Sıradanlığı” şeklinde eser kaleme almıştı. Yahudi toplumunun sıradan şekilde katledilmesi ve dünyanın giderek kötü olaylara sıradan bakmasına karşı bir eleştiri getirmişti.

Yahudi Soykırımı (Holokost) kavramı, Almanya’da Nasyonalsosyalist iktidar döneminde 1941-1945 yılları arasında Avrupalı Yahudilere yönelik sistematik soykırımı tanımlar(DW, 2021).

Geçmişte bir Holokost yaşandığı ortadadır ve bu durum diğer etnik gruplara da sistematik şekilde uygulanmıştır. Yahudi Alman asıllı Arendt’te insanlığı uyandırmak istemiş ve kötülüğün sıradanlaşması tezini ortaya koymuştur. Tıpkı İsrail devletinin veya hükümetinin Ramazan ayında insanların ibadetlerini yapmasına izin vermemesi, Filistin halkı üzerine rastgele ateş açılması, evlerinden çıkarıp topraklarını uluslararası hukuka aykırı şekilde işgal etmesi ve dünyanın bu tür haberlere artık sıradan bakması gibi. Hannah Arendt çok haklıydı, artık kötülük sıradanlaşmıştı ve insanlar sırf etnik, kültürel ve dinsel farklılıkları yüzünden baskı, soykırım, etnik ayrımcılığa maruz bırakılmaktaydı. Alman SS Subayının sadece görevini yapması, rütbe ve makamının yükselmesi önemliydi Arendt’in dediği gibi…

Arendt’in kötülüğün sıradan olması tezi, Ortadoğu, Afrika ve Asya üzerinde çok tutarlı olduğu gözükmektedir. Modern ırkçılık, modern etnik-dinsel ayrımcılık devam etmekte. İnsanlık halen geçmişteki hatalarını tekrar etmekte. Halbuki İsrail’e karşı İslam toplumu ırkçılık fikrini benimseyemez. Çünkü inançları gereği yasaktır. Aynı şekilde yurtlarından da çıkarıp üzerlerine askerler baskı yapamaz ve kurşun sıkamaz. Bunu ne Hz. Ömer ne de Selahattin Eyyubi ne de Osmanlı’nın adalet anlayışı yapmıştır. Herkes inanmakta, ibadet etmekte özgür idi. Kötülük sıradan değildi, ırkçılık sıradan değildi, hele ki soykırım hiç değildi, hâkim olan bir adalet ve hoşgörü tutumu vardı. Peki İsrail’de kötülüğün sıradanlaşmasına mâni olabilecek midir?

 

 

Kaynakça

Analiz: Uluslararası Hukuk Açısından Filistin ve Kudüs

Özet 

Kudüs, üç semavi din için de kutsal kabul edilen bir şehirdir ve tarihi boyunca farklı siyasi güçler tarafından kontrol edilmiştir. Şehrin statüsü uluslararası hukuk açısından karmaşık bir konudur ve İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi ve şehrin statüsünü değiştirmeye yönelik girişimleri uluslararası hukuka alenen aykırıdır.  Birleşmiş Milletler kararları ve Cenevre Sözleşmesine göre İsrail’in işgal ettiği toprakları kendi topraklarına katması hukuk dışıdır ve de yasaktır. Bu nedenle İsrail’in Filistinlilere yönelik terörizm boyutunu da aşan şiddet eylemleri hem insanı hem hukuki açıdan aykırıdır. Bu yazıda; Uluslararası toplum, Kudüs’te barış ve istikrarın sağlanması için daha fazla çaba göstermesi gerektiğini ve bu çabalar, İsrail’in uluslararası hukuka uymaya zorlanması ve Filistinlilerin haklarının korunması yönünde olması gerektiği anlatılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kudüs, Filistin, İsrail, Savaş

Abstract

Jerusalem is a city sacred to all three Abrahamic religions and has been controlled by different political powers throughout its history. The status of the city is a complex issue under international law and Israel’s declaration of Jerusalem as its capital and its attempts to change the status of the city are in flagrant violation of international law. According to United Nations resolutions and the Geneva Convention, Israel’s annexation of occupied territories is illegal and prohibited. Therefore, Israel’s acts of violence against the Palestinians, which go beyond terrorism, are both humanitarian and illegal. This article argues that the international community must do more to ensure peace and stability in Jerusalem and that these efforts should be directed towards forcing Israel to comply with international law and protecting the rights of Palestinians.

Keywords: Jerusalem, Palestine, Israel, War 

A General View of Karacaahmet Cemetery

It would not be an exaggeration if we said that death is the fairest act in the world because everyone knows that doesn’t matter if they are wealthy or poor, strong or weak, young or old, black or white everyone will eventually die. There are different types of posthumous beliefs such as reincarnation and resurrection because of the countless number of different belief systems, cultures, ethics and norms. This diversity has also greatly influenced societies’ practices regarding corpses. Many beliefs involve burning corpses and hiding their ashes; however, in some belief systems such as Islam, Chrristianity and Judaism, corpses are buried in the ground (TDV İslâm Ansiklopedisi, 1993).

In societies where corpses are buried under the ground, cemeteries were of great importance for urban planning because they cannot be used for accommodation, settlement and building (Sumer, 2020). Some communities did not consider it appropriate to establish cemeteries in the city, as they were used only for the burial of dead bodies and for creating green areas . When we look at the Ottoman example, it can be seen that cemeteries were parts of the city and even daily life (Guncuoglu, 2014). In this article, the Karacaahmet cemetery, which was the largest cemetery in the world in its period according to Bazilli (Kapıcı, 2018), will be explained. 

The Karacaahmet cemetery, which started to be used with Murad I in the 14th century, expanded further with the conquest of Istanbul. This expansion took place in the Ottoman Empire due to the rule that prohibited burying ordinary people within the city walls. (Aygul, n.d) The bodies were buried in cemeteries outside the city walls such as Eyup or Karacaahmet. However, most of the people interestingly wanted to be buried in the Karacaahmet cemetery because of their belief that Uskudar was an extension of the Asian continent and therefore associated with Mecca-Medina, that it was the land of the Kaaba. (Kucur, 2019)

Karacaahmet, who gave his name to the cemetery, is an important personality lived in Anatolia in the 13th-14th century and was a dervish following Hacı Bektas-ı Veli, one of the important spiritual leaders of the Muslims. (Karacaahmet, n.d., para.3) After the conquest of Uskudar, Karaca Ahmed, who settled in the region where the tomb and cemetery known with his name today are located, raised many followers in the tekke he established there. The Ottomans named the cemetery as Karacaahmed Sultan Cemetery because of this blessed person, and also called it Üsküdar Mekābir-i Muslimîni (The Muslim Cemetery of Uskudar).(TDV İslam Ansiklopedisi, 2001) 

According to some sources, the cemetery, which consists of many sections and covers an area of ​​700 acres, contains three million tombs although most of which has been destroyed and opened to settlement (IPFS, n.d, para.4). However, according to the official sources of Uskudar municipality, this number is around one hundred and fifty million. (Üsküdar, n.d. para.1) Although these numbers are not certain, it can be said that millions of people were buried in this cemetery. Karacaahmet Cemetery, which has been a cemetery for about 700 years, contains six dervish lodges and a namazgâh (an open prayer place), three mosques, seven fountains, two schools, a hospital and many wells in and around it.(TDV İslam Ansiklopedisi, 2001) 

Some of the important parts of the cemetery are as follows: Miskinler Dervish Lodge, which was established both to protect healthy people and to house lepers who have no chance to live in the community;(İSTED, n.d. para.1) The Calligraphers Hall, where  Hamdullah Efendi, who is known as the greatest teacher of Turkish calligraphy, and many calligraphers are buried; (Üsküdar, n.d, para.1) Duvardibi, which is a place with a water clock on the edge of the wall at the Dortyol junction; (TDV İslam Ansiklopedisi, 2001) Seyitahmet, one of the biggest halls of the cemetery, is the place where Muslims belonging to the Shia sect are buried;(Envanter, n.d. para.1) Sehitlik, where the martyrs of the Çanakkale war are buried. (Aykol, 2020) In addition, many pashas and noble families from the Ottoman and Republican eras have their own halls .

Karacaahmet Cemetery, which is an eternal resting place for many important people from poets to politicians, scientists, national athletes, painters, actors, academics, and commanders, is still actively used. Nabi, Nedim, Cemil Meric, Hamdullah Efendi, Resat Nuri Guntekin, Oktay Sinanoglu, Cem Karaca and Ahmet Yuksel Ozemre are only a few of these important names.

In addition, the Karacaahmet cemetery is not only important with its size and the important people in it, but it is also a forest which includes some important trees such as cypress, laurel, hackberry and various plants. The Parks and Gardens Directorate has taken the 9 cypress trees in the cemetery to the status of Monument Tree. (Üsküdar Municipality, 2005) Due to this variety of trees and plants, many types of birds and insects inhabit this place. The presence of such a huge green area in the center of the megacity of Istanbul, which has 3500 people per square meter, is a blessing for the people living there.

It would be very interesting if Karacaahmet Cemetery, which has such important features, was not the subject of people’s poems, novels and researches. Many local and foreign people have spoken of the beauty, uniqueness and fascination of Karacaahmet in their works. It is one of the rare cemeteries for which poetry is written in history. Necip Fazil’s poem called Karacaahmet is one of the best known of these poems. Faruk Nafiz Camlibel and Oktay Rifat mentioned this cemetery as the main subject in some of their poems. Konstantin M. Bazili, Hans Christian Andersen, Theophile Gautier and Lord Byron are some of the notable foreign people who mention this magnificent cemetery in their works.

In summary, Karacaahmet Cemetery, the largest cemetery of the Ottoman and Turkey, has a history of 700 years. This giant cemetery, used indiscriminately by all sects of Muslims, is a unique place not only for the dead, but also for living people, animals and plants. Although the people, municipalities and institutions have damaged it, Karacaahmet cemetery is one of the most significant cemeteries in the world.  Karacaahmet Sultan Cemetery, which is mentioned only in general terms in this article, is a potential place waiting to be discovered with its artistic tombstones, mausoleums, guilds, monumental trees, mosques, lodges, fountains, wells and many other historical artifacts.

 

References

 

Ağır Aygül. n.d. The Art of Eternal Rest: Ottoman Mausoleums and Tombstones. p.10

Aykol Mustafa Ali, 2020. Gazete Üsküdar. para.15 retrieved from: https://gazeteuskudar.com/tag/mezarlik/

Envanter. n.d. Seyyid Ahmed Deresi İraniler Mezarlığı. para.1 retrieved from: http://www.envanter.gov.tr/anit/index/detay/51320

Göncüoğlu Süleyman Faruk. 2014. İki Kıta Bir Şehir İstanbul Okumaları. ilgi, kültür, sanat. p.498

IPFS, n.d. Karacaahmet Mezarlığı. para.4 retrieved from: https://ipfs.io/ipfs/QmQP99yW82xNKPxXLroxj1rMYMGF6Grwjj2o4svsdmGh7S/out/A/Karacaahmet_Mezarl%C4%B1%C4%9F%C4%B1.html

İSTED, n.d. Karacaahmet Miskinler Tekkesi Mescidi. para.1 retrieved from: http://isted.org.tr/tescil-ettirilen-eserler/karacaahmet-miskinler-tekkesi-mescidi/detay

Kapıcı Ozhan. 2018. VI. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri 11-13 Mayıs 2018, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi p. 365

Karacaahmet.org. n.d. Karacaahmet Sultan Tarihsel Kişiliği. para.3 retrieved from: https://karacaahmet.org.tr/dergahimiz/3/karacaahmet-sultan-tarihsel-kisiligi 

Kucur Sadi S. 2019. History of Istanbul vol.5 Historic Cemeteries in Istanbul. p.2

Sumer Gülizar Çakır, 2020. Kentlerde Mezarlık Alan Yetersizliği ve Çözüme Yönelik Uygulamalar: Dünyadan ve Türkiye’den Örnekler p.2

TDV İslam Ansiklopedisi. 1993. Cenaze volume. 7 p. 354

TDV İslam Ansiklopedisi. 2001. Karacaahmet Mezarlığı. volume. 24 p.375

TDV İslam Ansiklopedisi. 2004. Mezarlık volume.24 p.519

Üsküdar Municipality. n.d. Karacaahmet Mezarlığı. para.1 retrieved from:

https://www.uskudar.bel.tr/tr/main/erehber/mezarliklar/10/karacaahmet-mezarligi/589

Üsküdar Municipality. n.d. Reisü’l-Hattatîn Hamdullah Efendi Hazîresi, para.1 retrieved from: https://www.uskudar.bel.tr/tr/main/erehber/turbeler/13/reisul-hattatn-hamdullah-efendi-hazresi/1211

Üsküdar Municipality, 2005. From the Lines of Poetry to the Feelings The Monumental Trees of Üsküdar. p.17-21

Yüzyılların Görkemli Tanıkları Mısralardan Gönüllere Üsküdar’ın Anıt Ağaçları Üsküdar Belediyesi, 2004 sf.17-21

The Way of Making American Foreign Policy?

When you turn your television on in Turkey in 2021, you can see many discussion programs about international news, politics, and the economy. A competent of a specific issue mostly find them ridiculous. Most of the time, these so-called ‘strategists’ and ‘experts’ do not have enough knowledge and insight to make an analysis. One of the most incomprehensible issues among the Turkish public and even among these so-called ‘experts’ is the American foreign policy. Therefore, American foreign policy should be explained in more detail with no conspiracy theories.

What most of these cannot understand is the American political culture, which has impacts on American foreign policy. Because of their historical experiences, such as with British Redcoats, American society has developed a unique understanding of politics. Their beliefs and values about politics consist of individualism, the market economy, the rule of law, and limited government. This kind of politics, which rests on weak states and strong civil society, should always be in the mind of the analyst. The governmental system allows any constitutes to take part in the process more or less. This is the American way of politics, unlike any authoritarian or totalitarian regimes, which also gave way to the concept of American Exceptionalism[1].

This understanding of exceptionalism, born out of Puritan ideals, based on American society’s character and ideals, led the American political spectrum into two choices. While one side, like Washington, is with inward-looking isolationists who claim Americans should not intervene in other nations’ bloody and problematic politics and should be the example for other nations, others side, like Truman, claims that the US should transform its environment through its power.[2] The history of policy is like a pendulum between these two. However, after World War II, it has become more and more internationalist.

After explaining how Americans see themselves and their environment, one should now explain the process of foreign policy decision making. American constitution divides power between three branches with checks and balances over each other. These are the executive branch of the presidency, the legislative branch of Congress, and the judicial branch of the Supreme Court. The legislative branch makes the laws. President faithfully operates them. The judicial branch can declare laws or acts of the President unconstitutional. While the President can propose laws to Congress, veto, appoint federal judges, Congress can override the presidential veto, ratify treaties, confirm executive appointments. Also, if the opposing party dominates Congress, the President may lose his upper hand in foreign policymaking.

The position of President is central to foreign policymaking.[3] During the Cold War, the main aim of US foreign policy was to deal with Soviet threat. What changed during the course of the Cold War was the means to achieve this aim. Means are changed because of different policymakers’ perceptions, international and domestic circumstances. In the period starting from 1945 until the Vietnam fiasco, there was a so-called Cold War consensus. The Congress allowed presidents to take the initiative and move more freely. Truman and Eisenhower the presidents of this consensus. Truman Doctrine, Marshall Plan, the establishment of NATO, military intervention in Korea, and Eisenhower Doctrine were examples of the containment strategy.

However, assessing the President as a rational actor can be misleading because of the constraints of his/her position. First of all, presidents are dependent on bureaucracy, which has access to information and expertise. These bureaucrats with different perceptions, objectives, and ways of doing things may lead the President to decide among the choices put in front of him. In the foreign policymaking process, there are four big organizations. Firstly, National Security Council advises the President on security issues and coordination between foreign and domestic security concerns.[4] Their advantage is the proximity to the President office and their ability to act quickly in a crisis. National Security Adviser’s role depends on the President’s choice whether he goes with NSC or the Department of State. Kissinger and Nixon was a great example of NSC dominating foreign policy. Therefore, it is crucial to know the NSA’s perception of the international system. The second big was the State Department, responsible for representation to other nations and IOs, negotiating with them, reporting, and recommending current issues. During the Cold War, their dominance declined because presidents became much more interested in foreign relations. Their advantages were their network of information and expertise on foreign relations. Department of Defense was the third big in foreign policy advising to the President on military issues. Their expertise on military issues is hard to challenge. Therefore, the President becomes dependent on their expertise. Central Intelligence Agency was the last big. Their main aim is to collect, analyze, and coordinate intelligence outside of the US territories and advise the President. Like all other organizations, the CIA has the expertise and the ability to hide or reveal information. Although presidents nominate a high level of appointments to these institutions, they had a history with these institutions and have their subcultures. Therefore, even the president changes, rhetoric change there is not much change in US foreign policy.

There is also civil society, which is much stronger in any other nation. The masses tend to be inattentive, uninformed, and permissive. Most of the Americans did not know whether or not the Soviets were an ally of the US. They do not care much about which side the US support in a civil war. Therefore, public opinion is something to be given shape for the President. Although the support for intervention in Vietnam is about 40 percent popular in public, Johnson achieved over 70 percent support for involvement. Although it is more difficult for interest groups to influence foreign policy, it does not fully allow presidents to be completely free. Vietnam was an example of how the public demanded to pull out of Vietnam. These led Nixon and Kissinger to develop a détente policy toward the Soviets because the US cannot afford other interventions.

The Vietnam War was a turning point for the United States because, first of all, as it is stated above, policymakers understood it was not suitable to deal with the Soviets, and they changed interventionism to engagement. Kissinger tried to signal and assure the Soviets of their intentions and open the doors for relations between China and the US. Secondly, Congress became more assertive in foreign policy, and the media and public became more influential[5]. Starting from this point, the Imperial Presidency becomes less and less powerful. For example, in 1970, Congress cancelled the Gulf of Tonkin Resolution of 1964, which gave the power to deploy troops overseas freely, and in 1973 enacted the War Powers Resolution of 1973 made the President responsible for informing Congress on the deployment of forces and it could last less than 60 days. However, Bill Clinton and Reagan did not obey this rule, and the supreme court could not decide if it was legal or not.

The long-lasting failures of Nixon, Johnson, Carter led the American public search for more strong leadership. Reagan pushed for massive military spending on conventional and unconventional weapons and took military actions against communists in the third world by overcoming Vietnam Syndrome[6]. In the end, he achieved to bring the Soviets on their knees, which opened the way for American values and democracy to different parts of the world. Becoming the sole superpower in global politics, the US forgot the isolationist beliefs and became a power that actively tried to lead either multilaterally like Clinton and Obama or unilaterally like Bush or Trump. Their agenda was dominated by economic and military security concerns rather than promoting democracies in the Middle East or elsewhere.

To sum up, American foreign policy was quite different from most other nations because American politics is unique thanks to American experience and society. While making sense of American foreign policy, the analyst should be aware of the US style of politics and dynamics.  It is not monolithic, as some ‘experts’ tried to explain.

 

References

  • [1] Harold Hongju Koh, On American Exceptionalism (Stanford Law Review 55, no. 5, 2003), 1480.
  • [2], Bernard Fensterwald, The Anatomy of American “Isolationism” and Expansionism. Part I (The Journal of Conflict Resolution 2, no. 2, 1958): 114.
  • [3] Ali Farazmand, Bureaucracy and administration (2009), 134
  • [4] John P. Burke, National Security Advisor and Staff (2009), 12
  • [5] Stuart N. Soroka, Media, Public Opinion, and Foreign Policy (Press/Politics 8(1):27-48, 2003), 43.
  • [6] Fareed Zakaria, The Reagan Strategy of Containment (Political Science Quarterly, Vol. 105, No. 3, 1990), 380

Analiz: CAATSA Yaptırımları Nedir? Türkiye İle ABD-AB İlişkilerinin Gidişatı Ne Yöndedir?

Amerika bilindiği üzere Türkiye’nin S-400 alması noktasında uzun süredir Türkiye ile anlaşmazlık yaşamaktadır. NATO ülkesi ve müttefiği olması Türkiye için bu savunma füzeleri noktasında uyum sorunu teşkil ettiği ortaya atılmaktadır. Türkiye’ye önce Patriot( kelime anlamı; ülkesini müdafaa eden, koruyan, vatansever) savunma sistemi verilmedi ve Türkiye’de kendi geciken hava savunma sistemini almak için araştırma içine girdi, sonuç olarak Rusya ile anlaştı. Rusya İle yakınlaşan Türkiye ve S-400 sisteminin entegre edilmesi ABD ve AB’yi rahatsız etti. Türkiye bu tepkiden sonra tekrar Patriot almak için talebini ortaya koyduğunda ABD sessiz kaldı. Türkiye’de sistemi aktif etti ve parasını da bugünlerde tamamen ödeyerek resmen aktif ve hazır hale getirdi. Öncelikle bazı noktalara değinmek gerekiyor. S-400 sadece bir füze değildir aynı zamanda yazılımsal özelliklere sahip akıllı bir silah gücüdür, diğer yandan uydu ile çalışmaktadır. Yani Rusya ile birlikte çalıştırmak zorundasınız. Şunun altını çizelim bu sistem Türkiye’yi %100 herkese karşı korumayacaktır. Bu nedenle Türkiye bu sistemi hızla üretmek durumundadır, buna bağlı olarak bunun için ciddi çalışmalar yapılıyor ve önümüzdeki süreçte bunlar ortaya çıkacaktır. Buna benzer şu anda menzili kısa da olsa deniz, hava, kara için yerli üretimler mevcuttur. Bunlar çok önemli gelişmelerdir. ABD ile Türkiye arasında nasıl bir ilişki bekleniyor diye büyük bir sorunsal vardır ortada. Caatsa yaptırımlarının ne olduğunu öncelikle inceleyelim; CAATSA; Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası olarak bilinen bir yasadır. 2 Ağustos 2017’de Başkan Trump’ın imzasıyla yürürlüğe giren CAATSA İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların da dayanağıdır. CAATSA, “Rusya Federasyonu’nun savunma ya da istihbarat sektörleriyle ya da bunlar adına çalışan kurum ve kişilerle önemli düzeyde alışverişte bulunan kişi ve kurumlara yaptırım uygulanmasını” öngörüyor. Türkiye’ye Rus yapımı S-400 füze savunma sistemi sebebiyle yaptırım uygulanmasını öngören madde de budur.

ABD Başkanı Trump yasa gereği 70 sayfalık CAATSA metninde listelenen 12 yaptırım kaleminden en az beşini seçmek zorunda. Bu kalemler şöyle sıralanıyor:
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ve kurumlara ihracat-ithalat bankası desteğinin kesilmesi,
* Mal ve teknoloji ihracatı ruhsatı verilmemesi,
* ABD mali kuruluşlarından kredi tedarik edilmemesi,
* Uluslararası mali kuruluşlardan kredi verilmemesi,
* Mali kurumlara ABD Merkez Bankası ile doğrudan alışveriş yapma izni verilmemesi,
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ya da kurumlarla ihale ya da sözleşme yapılmaması,
* Döviz üzerinden işlem yapılmasının yasaklanması,
* Mali kurumlar ve bankalar arasında ödeme ya da kredi transferlerinin yasaklanması,
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ya da kurumların ABD topraklarında gayrimenkul sahibi olmasının yasaklanması,
* ABD kişi ve kurumlarının yaptırım kapsamına alınan kişi ya da kurumlardan sermaye ya da borç alışverişinin yasaklanması,
* Yaptırım kapsamına alınan kişilere ABD’ye giriş yasağı,
* Yaptırım kapsamına alınan kişi ve kurumlara benzer işlevi olan üst düzey görevlilere de yaptırım uygulanması.
Kaynakça; (Amerika’nın sesi)

Görüldüğü üzere Türkiye üzerinde mali anlamda dolar kıtlığı yaşatmak istenilmektedir. Dış ticaret dolar üzerinden yapılmaktadır. Yani Türkiye üzerinde ekonomik baskı kurulmak isteniyor. Diğer yandan Türkiye, Suriye konusunda donmuş ve problemli bir sorunu bünyesinde bulunduruyor. İleride ABD’nin çok büyük hâkimiyet kurduğu Suriye üzerinde sorunlar çıkacaktır. Çünkü ABD asker çekmeyecek, kurduğu askeri konumunu birden alıp gitmeyecektir. Çünkü mesele sadece petrol şeklinde değildir. Coğrafyanın stratejik nimetlerinden faydalanmak son derece önemlidir. Türkiye bölgede sıkışmalıdır, İsrail Ortadoğu’da genişletilmiş ileri karakol rolünü devam ettirip gelişmelidir. İran etkisiz kalmalıdır. BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan üzerinde kurduğu hâkimiyet ile Suriye üzerinde devam ettirip hegemonik coğrafya alanını genişletmek en önemli meseledir. Bu nedenle Mısır önemlidir, Türkiye önemlidir. Bölgeyi domine edici ve geliştirici etkileri pasifize edilmelidir. Türkiye bunları görerek askeri anlamda büyük adımlar atıp dışarıya bağımlılığını azaltmıştır. Atak helikopterin yerli motoru, Deniz Seyir Füzesi, Sihalar, Milli Muharip Savaş Uçağı (MMSU) çalışmaları vs. gibi birçok konuda zorunlu adımlar atılmıştır. Böylece kendi imkanları ile cevap veren gelişmiş bir ordu kuruluyor. Ordunun teknik gücü yanında önemli stratejik hârekat yapabilen savaşma kabiliyeti de önemlidir. Buna engel teşkil eden FETÖ terör örgütünün TSK’nın içinden temizlenmesi duruma muazzam pozitif etkileri olmuştur. İçinde düşmanla hareket etmek çok zorlayıcıdır. Ordu zarar görse de, kısa zamanda kendini toparlamıştır ve ilerleyen zamanda eğitimli personel sayısı da aratarak bu açık kapatılmış olacaktır. Diğer bir konu ise Akdeniz üzerindeki tehlikedir. Türkiye bu sahada çok büyük gelişmeler kaydediyor. Yeni petrol ve doğalgaz bulunduğu ortaya çıkmıştır. Gelişmeler açıklanmaya devam edecektir. Bu anlamda herkes pastadan pay kapma peşindedir. Bu noktada sadece petrol çıkarma şeklinde düşünülmemelidir. Mavi Vatan önemli bir haktır. Bizim kendi denizlerimizdir. Bu sahada hava ve deniz olarak ekonomik anlamda haklara ve sınırlara sahibiz. Kara parçasından hiçbir farkı yoktur. Somut anlamda ekonomik adımlar atılıp kullanılmalıdır. Örneğin buralarda balıkçılar rahatça dolanabilmeli, avlanabilmeli ve korunması sağlanmalıdır. Yani buraya somut ekonomik bir saha olarak bakmak gerekiyor. Uluslararası hukukta uygulanan ve teamülleştirilen uygulamalar ile haklar kazanılır. Türkiye buralara hukuken sahiptir ve herkese kabul ettirmelidir. Türk Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri bunun için bir dizi tatbikat yaparak kararlı olduğunu göstermek istemiştir. Geniş bir çerçeveden toparlamak gerekirse Akdeniz, Suriye, Caatsa yaptırımları, ekonomik baskılama, S-400 olmak üzere hepsi birbirini bağlı ve ilişkileri etkileyen role sahiptir. Bir şekilde Türkiye’nin bölgede ne güçsüz ne de çok güçlü olmadan iplerin ABD’nin elinde kaldığı ve emperyalizmin kendi pragmatik hizmetlerini karşılayacak şekle sokulması mühimdir. Bu mühim konuyu bozan Türkiye’dir. Türkiye’de hangi parti veya siyasi yönetim gelirse gelsin bunlardan bağımsızdır. Karar vericisi ve yönlendiricisi devletin yetişmiş ve eğitimli personelidir. Bu durum Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve MİT üçgeninde kurulup hayata geçirilmektedir. Bu anlamda Türkiye’yi zor günler beklemektedir. Aynı zamanda İran’ı da zor günler beklemektedir. İran’ın iki önemli ismine suikast gerçekleştirilmesi bu durumun özetini somut şekilde gösteriyor. İran nükleer çalışmalarından dolayı yaşadığı yaptırım ve suikastlere rağmen hedeflediği menzilden vazgeçmemektedir. Ama bir yandan da güçsüzleştirilmekte ve uluslararası alanda aşağılanmak istenmektedir. Türkiye’nin de aynı şekilde kendi füze teknolojisi ile nükleer başlığa sahip silahlara sahip olması gerekmektedir. Uluslararası ilişkilerdeki kazanımlarını caydırıcı olarak elde etmek isteyen bir ülke, bu tür çağın gelişmiş silahlarına sahip olmak durumundadır. Özellikle Türkiye coğrafyasının güvenlik açısından bazı silahlara sahip olmasını gerektirmektedir ve caydırıcı olması hasebiyle gereklidir. Kullanmak en son ve en kötü reçetedir ama karşı tarafa cevap verecek bir argümanın olması güçleri dengeler, sömürülmeye karşı engel kılar. Türkiye ekonomik anlamda yeni reformlar yapmak durumundadır. Nasıl ki askeri anlamda çağ atlamaya başladıysa aynı şekilde kaynaklarını Ar-Ge’ye yatırıp uzun vadeli 10 yıla kadar ürün ve hizmetler çıkarmalıdır. Tarım ve sanayide atılımlar için araştırma enstitüleri kurulmalıdır. Bu şekilde daha güçlü ekonomik model ortaya çıkabilir. Gelişmiş ülkeler ancak bu şekilde geliştiler. Bilim insanı yetiştirmek demek muhasır medeniyete yükselmek demektir. Savaş sadece sahada kazanılmaz aynı zamanda sahanın arkasında verilmesi gereken kalem, cetvel ve pergel ile savaşlar da vardır. Diğer yandan Türkiye kendi diasporasını yaratmalıdır, aynı “Mavi Vatan” vb. gibi. Ermeni meselesi, Irak-Suriye meselelerindeki haklı hukuki çerçeve diaspora ile dünyaya lanse edilmelidir. Böylece her anlamda verimli bir savunma ve mücadele verilmiş olacaktır. Olaylara geniş ve bazen de spesifik bir çerçeveden baktık. Türkiye mecburen ABD ve AB’ye yüzünü dönerek çıkarı için diplomatik mesai harcamalıdır. Catsaa yaptırımı belki bu şekilde engellenebilir. Ama yine de bu çok zor olacaktır. Hiç değilse belli süre oyalanır ve kendi sistemlerimiz ortaya konana kadar bir opsiyon tanınmış olur Türkiye adına. Türkiye için korunmasız bir hava savunması büyük bir tehlikedir. ABD bunu karşılamadığına göre S-400 zaruretti ama %100 bir koruma da değildir. Bu nedenle Türkiye’nin kendi sistemlerini bir an önce ortaya koyması muazzam derecede önem arz etmektedir. AB açısından kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse; Türkiye-AB ilişkileri daha önce olmadığı kadar kötüye gitmektedir. Bu durumda mevcut hükümetin AB ile bir anlaşma noktasına genel anlamda varamaması da etkilidir. Diğer yandan özellikle Fransa ve AB’nin çifte standart ile hareket ve tavırlarla yön bulması da etkilidir. Türkiye için sürekli sözde Ermeni Soykırımı üzerinden kötüleme söz konusudur. Türkiye açık bir şekilde şunu dile getirmişti; arşivlerin açılmasını ve bağımsız taraflarında huzurunda ikili tarafların araştırmacılarının dahil olduğu bir araştırma yapılmasını önermişti ve çıkan sonuca razı olacağız diye Türkiye’nin açıklamasına rağmen karşı taraftan hiçbir sonuç alınamamıştır ve bu durum son derece Ermeni tarafının iddasının sahte ve yalan olduğunu ortaya koymuştur. Sözde Ermeni Soykırımı olmayan ve sahte bir düzendir. Bu AB ile özellikle Fransa ile arayı açmaktadır. Halbuki Fransa katlettiği tüm Afrika’ya hesap vermelidir. 13 ülkeden aldığı haraçları ve sömürgeyi kesmelidir. Diğer yandan Almanya’nın Türkiye’nin ticari gemisine çıkması son nokta oldu. Her ne kadar gemiye çıkılması yanlış olsa da Türkiye’nin 5 saate yakın yanıt vermemesi de yanlıştır. Türkiye bu gibi olaylara hazırlıklı ve kesin cevaplar vermelidir. Eksikler varsa hemen giderilmelidir. AB ile Türkiye arasında önemli ticari ilişkiler vardır ve bu karşılıklı kazan-kazan ilişkisidir. Elbette AB, Suriye konusunda, Doğu Akdeniz konusunda Türkiye aleyhine adımlar atmakta ve bu hukuksuz adımları ABD ile atmaktadır. Ama her ne olursa olsun Türkiye, ticari ve siyasi anlamda diplomatik çıkarlarını ve ilişkilerini canlı tutmalıdır. Uluslararası İlişkilerin gereği olarak pragmatik davranılmalıdır ve müttefikler kazanılmalıdır. Bölgede AB ve Türkiye hem NATO ekseninde güvenlik açısından hemde ticari ilerleme ekseninde bir gelişme gösterilebilmesi açısından birbirine bağlı sıkı ilişkilere sahiptir. Bu anlamda çıkarlar bakîdir ama dostluk ya da düşmanlık bakî değildir. Diplomasi ise en güzel yoldur. Gerekli olduğu kadar Türkiye Rusya’ya yanaşmalı ve gerekli olduğu kadar da AB-ABD ile yakınlık kurup çıkarlarını gözetmelidir. Bulunduğu coğrafya itibarıyla Türkiye, bir denge politikası yürütmek durumundadır ve bu zor olsa dahi yapmak zorundadır. Osmanlı’nın küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğundan bu yana zor ama doğru adımlar atmaya çalıştı, kendi savaşını bazen ara ara siyasi gerilimlerle duraksama yaşayarak geriletirken bazende hızlı adımlar atarak kendi hak ve hukukunu korumaya çalıştı ve bu savaşı emin adımlarla devam ettirecektir.

Global Britain as the Future of the United Kingdom

What does ‘Global Britain’ mean for the governments of Theresa May and Boris Johnson?

The post-Brexit era aims of Great Britain’s foreign policy revolves around “Global Britain.” The definition of “Global Britain” and what it constitutes remains vague and requires a more straightforward explanation. The term “Global Britain” is mostly used for Britain’s adjustments to global politics after the Brexit and resembles the longing of Britain’s good old days when she dominated the world(Foreign Affairs Committee, 2018). As the United Kingdom decided to exit the European Union to achieve more independence in her policymaking, this topic has been on both Theresa May and Boris Johnson governments’ agendas.

For Theresa May government Brexit meant that Britain was not turning herself away from the world; on the contrary, it symbolizes the moment when Britain will become truly “Global Britain.” In her speech on 17 January 2017, she argued that “United Kingdom’s place in the European Union came at the expense of our global ties, and of a bolder embrace of free trade with the wider world. Our political traditions are different. Unlike other European countries, we have no written constitution, but the principle of Parliamentary Sovereignty is the basis of our unwritten constitutional settlement. (The Government’s Negotiating Objectives for Exiting the EU, n.d.)” She also argues that the UK trade has stagnated since joining the EU, which is why Britain should now focus more on global trade, including countries like the United States, China, Brazil, the Gulf States, Australia, New Zealand, and India. She drew a very optimistic future for Britain in this speech.

Boris Johnson’s government does not differ from Theresa May’s government regarding “Global Britain.” Johnson’s speeches at both Chatham House on 2 December 2016 and Foreign and Commonwealth Office on 19 April 2018 shows that he has similar ideas with Theresa May. In the Chatham House speech, he repeats May’s statement that Brexit does not mean that Britain is turning inwards; on the opposite, it means that Britain is now more outward-looking, engaging, and more open to new agreements. He also claimed that people around the world are expecting an engagement from Britain and looking for British leadership(Beyond Brexit, n.d.).

In Johnson’s view of “Global Britain,” Britain has a responsibility to contribute to the global stability, maintain good relations established with Europe but not under the roof of the European Union now, take an active role in combatting terrorism with NATO and the EU as one of the few countries who manage to spend 2 percent of its GDP on defense and 20 percent of their defense budget on new equipment(Beyond Brexit, n.d.).

He also points out that “Global Britain” is not limited to Europe; it expands to the other parts of the world, most notably East Asia and China. Free trade, in that sense, is crucial for Britain. As mentioned in the House of Commons report, Britain could act as a “hub” for international trade. Johnson is willing to accept that the international order needs to change and supports enlarging the Security Council’s permanent membership to other global powers, including India. In parallel to this policy, Britain has joined the Asian Infrastructure Investment Bank, capitalized primarily by China, as one of the few earliest countries to participate.

Could ‘Global Britain’ policy will be a good compensation for the weakening EU pillar in British foreign policy?

To be a good compensation, first, there is a need for a clear definition of the “Global Britain” and a roadmap for how to do it. It is highly disputed that what does “Global Britain” mean and how does it differ from earlier policies. The ambiguity of the term expands the scope of aims so much that it creates doubt about its success chances. Which area will be the focus point, and how long is it going to take to get results from the policy? What are the strategies and resources? Are there any backup plans if things do not go in a predicted way (like Covid-19), if so, what are they? If Britain aims to be truly global, then under which framework could earlier policies be explained? These are some of the questions that are waiting for answers.

According to Theresa May’s speech, the “Global Britain” has focused on four primary areas, namely: free trade agreement with the EU, trade agreements with countries other than the EU members, maintain the global soft power and combatting crime and terrorism (“The Real Meaning of ‘Global Britain,'” 2019). These four areas resemble the post-world war II era of British foreign policy in the sense of Atlanticism and close relations with the Commonwealth. The “Global Britain” policy, in this sense, is an escape from the constraints of the Brussel.

Considering the current Covid-19 situation the world faces, it would not be hard to say that the aims of “Global Britain” are facing difficulties. Nevertheless, Covid-19 is not the sole cause of the problems. In his “Five Foreign Policy Questions for the UK’s Next Prime Minister,” article Thomas Raines shows some discrepancies in the British foreign policy. He claims that Britain is both supporting the UN-led Yemen peace process and selling guns to Saudi Arabia, restricting migration which is crucial for services trade while having ambitious trade policies, and creates problems for issuing visas while claiming to give importance to soft power(Five Foreign Policy Questions for the UK’s Next Prime Minister, 2019). “Global Britain” has coincided with the era that the globalization has stalled.

On the economic side, leaving the EU puts Britain in a vulnerable position against China. As China is expanding its influence over many parts of the world, Britain poses no exception. Both parties are open to trade agreements but having a greater economy puts China in an advantageous position. Increasing Chinese influence in Britain could also affect Britain’s relations with the United States. 5G problem showed that Britain is more open to pressures now compared to the time when she was in the EU. Also, on the diplomacy and defense issues, there is a budget problem. As Britain wants to open to the world more and contribute to global stability, she would require greater resources to do that. Having high aims and facing budget cuts in the Foreign and Commonwealth Office do not go well together. Britain should first decide what does she want clearly.

Leaving the EU, which provided free trade with countries that Britain does the vast majority of her trades, does not seem logical. On top of that, geographical proximity is a price decreasing feature which Britain could not have if she focuses on BRICS countries which are far further than Europe and mostly follow protectionist trade policies(Now Is the Worst Time for “global Britain” | Centre for European Reform, n.d.). Britain’s desperateness for a trade deal puts her in a very exploitable position. The most reliable partner, the US, has also tried to benefit from this situation. Trump administration official told the BBC that, if the UK wanted a good trade deal, it had better “realign [its] foreign policy away from Brussels” and dump the Iran nuclear deal which he also imposed on Germany and France(Britain Voted for Independence, but It Has Achieved Isolation, n.d.).

            In conclusion, while Britain’s move to achieve “Global Britain” sounds optimistic and positive, despite not having a clear definition, the reality shows a different picture than those ambitious aims. Trying to achieve “independence” in a global world has been a costly act for Britain. Abandoning the old relations with the EU to establish a new one and expanding the trade agreements to many countries worldwide came in a challenging time for Britain as Covid-19 affected all countries’ economies. While it allows Britain to open up new economic relations with other parts of the world, it requires her to abandon free trade privileges within the EU and put Britain in a vulnerable position. So, while having its benefits, it would not be a good compensation for weakening the EU pillar in British foreign policy.

 

References

  • Beyond Brexit: A Global Britain. (n.d.). GOV.UK. Retrieved November 1, 2020, from https://www.gov.uk/government/speeches/beyond-brexit-a-global-britain
  • Britain voted for independence, but it has achieved isolation. (n.d.). ECFR. Retrieved November 1, 2020, from https://ecfr.eu/article/commentary_britain_voted_for_independence_but_it_has_achieved_isolation/
  • Five Foreign Policy Questions for the UK’s Next Prime Minister. (2019, June 18). Chatham House. https://www.chathamhouse.org/2019/06/five-foreign-policy-questions-uks-next-prime-minister
  • Foreign Affairs Committee, H. of C. (2018). Global Britain—Sixth Report of Session 2017-19. House of Commons. https://publications.parliament.uk/pa/cm201719/cmselect/cmfaff/780/780.pdf
  • Now is the worst time for “global Britain” | Centre for European Reform. (n.d.). Retrieved November 1, 2020, from https://www.cer.eu/insights/now-worst-time-global-britain
  • The government’s negotiating objectives for exiting the EU: PM speech. (n.d.). GOV.UK. Retrieved November 1, 2020, from https://www.gov.uk/government/speeches/the-governments-negotiating-objectives-for-exiting-the-eu-pm-speech
  • The real meaning of ‘Global Britain’: A Great Escape from the EU. (2019, April 5). EUROPP. https://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2019/04/05/the-real-meaning-of-global-britain-a-great-escape-from-the-eu/

 

4 Spiritual Guards of The Bosphorus Their Tekkes and Tombs

Istanbul is one of the beautiful places in the world and for numerous poets, writers and musicians it is undoubtedly the most beautiful and irreplaceable city in the world with its history, natural and human-made beauty, and hosting many cultures together. Furthermore, Istanbul has a great spiritual value for both Christianity and Islam as well as its material value because Istanbul was one of the religious centers for Christianity and its value for Muslims was given by the Prophet Muhammad (s.a.v.) by reciting the famous hadith. Related to this hadith Muslims tried to take Constantinople many times and ultimately the city was conquered by Sultan Mehmet the Second of the Ottoman Dynasty. After the conquest of Istanbul, Muslims have given considerable importance to create and maintain an Islamic atmosphere. In that case, Muslim Sufi leaders had a huge part to make that happen. In this paper, I will examine four spiritual guards of the Bosphorus, who are Beşiktaşi Yahya Efendi, Aziz Mahmut Hüdai, Prophet Yuşa, and Telli Baba, and their Tekkes and Tombs.

Beşiktaşi Yahya Efendi is one of the 16th century Üveysi Sufi leaders and he is also known as Molla Shaykhzadeh because he was Suleiman the Magnificent’s milk sibling. Because of this family connection, Yahya was educated like a Sehzade and he was one of the teachers in the Sahn-ı Seman which is located inside the city, but he established a dervish lodge in Beşiktaş after his relationship with the Sultan broke down (Haşim, 2013). The dervish lodge had a vast land and was located today’s on the land of Yıldız and Çırağan Palaces and Higher Maritime School, but today it has a small part of the original land. The first original tekke was built by Yahya Efendi and his close followers and the original dervish lodge consisted of masjid-tevhidhane, madrasah, bath, library, fountain, and dervish houses (Tanman, 2013). Unfortunately, the tekke and building have changed over time because of rebuilding after different disasters, but some parts of the tekke are still original such as aşhane. The mosque building of the tekke is one of the beautiful and protected examples of tevhidhanes in Istanbul and Yahya Efendi’s tomb is also in the room next to the mosque/tevhidhane building with his mother’s and other dervishs’. The tekke was an Islamic Sufi center but non-Muslims were also visiting because it was believed that he is one of the guardians of the Bosphorus and due to this fact, while he is alive all seafarers from different religious groups were asking him to pray for a safe journey, furthermore, the Ottoman navy was greeting him before going to war (Ugurluel, 2020).

One of the important representatives of the 16th century Cevriye Sufi sect in Istanbul is Aziz Mahmut Hüdai. In his early life, he was a qadi and a teacher, but after meeting murshid Üftade in Bursa, he left his career and decided to be Sufi then he went to Istanbul (Yılmaz, 1991). He bought land from Üsküdar and built this tekke with his followers.  The complex originally consisted of tevhidhane, dervish cells, aşhane-imaret, and taamhân (Tanman, 1991). The lodge and complex were rebuilt by Sultan Abdülmecid after the Üsküdar fire in 1850. In this reconstruction, the complex was mostly built like the original, but also some buildings such as a school were added. Aziz Mahmut Hüdayi’s tekke was Istanbul’s safe place in Ottoman-era which means if someone take shelter to the tekke nobody could touch you. We can see this fact in some historical events, for instance, when the janissaries wanted to dethrone Sultan Osman and kill him, the Sultan wanted to cross the Bosphorus and take shelter in the tekke, but he could not and he was murdered, on the other hand, one of his pashas could cross it and janissaries could not touch him because of Aziz Mahmut Hudai’s protection.

Yuşa or Joshua is the prophet of Israelites and there is no connection between the grave in Istanbul and the real grave of Joshua because the tomb in Istanbul is a maqam grave which means it’s a symbolic grave (Harman, 2013). The place was marked as a maqam grave of Joshua by Beşiktaşı Yahya Efendi as Abu Ayyub al-Ansari’s tomb was marked by Akshamsaddin just before the conquest of Istanbul.  The place was marked as a grave because it was believed that in this place Khidr and Moses have met and according to Islamic literature, the meeting was held at the confluence of the two seas, so it makes sense that the tomb is in the Bosphorus of Istanbul. The tomb is within the boundaries of today’s Beykoz district of Istanbul. There are also different structures such as mosques in the complex of the tomb.

The last guard of the Bosphorus is Telli Baba, but unfortunately, very little information is available about him. According to some unclear historical documents, he is one of the imams of the army of Sultan Mehmet the second, and he is a Kadiri sheik. Today, we do not know where his tekke is or how his life was, but his tomb is in visitable condition and it is located in Sarıyer/Istanbul. Because of this lack of information, lots of made-up stories have been told from generation to generation, and today we have different variations of his life. 

Consequently, the walls of Istanbul provide protection against threats from outside, but material measures are useless to protect the spiritual state of the city, so over the centuries different sheiks have established dervish lodges and educated students to protect the spiritual atmosphere of the city. In this paper, I examined Aziz Mahmut Hüdayi, Beşiktaşi Yahya Efendi, Joshua (As), and Telli Baba, who are mentioned as 4 spiritual protectors of the Bosphorus. The graves and dervish lodges of these 4 guards are very close to the Bosphorus and they are constantly watching the Bosphorus.

 

References 

  • Harman, Ö F. (2013). YÛŞA’ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/yusa
  • Tanman, B. (1991). AZİZ mahmud Hüdâyî KÜLLİYESİ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/aziz-mahmud-hudayi-kulliyesi
  • Tanman, M. B. (2013). YAHYÂ EFENDİ KÜLLİYESİ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/yahya-efendi-kulliyesi
  • Uğurluel, T. (Director). (2020, May 14). Kanuni’nin Süt KARDEŞI / YAHYA Efendi Tekkesi [Video file]. Retrieved March 20, 2021, from https://www.youtube.com/watch?v=IoUt0GjNXZ4
  • Yılmaz, H. K. (1991). AZİZ mahmud HÜDÂYÎ – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/aziz-mahmud-hudayi
  • Şahin, H. (2013). YAHYÂ EFENDİ, Beşiktaşlı – Tdv İslâm Ansiklopedisi. Retrieved March 20, 2021, from https://islamansiklopedisi.org.tr/yahya-efendi-besiktasli

 

 

İstiklâl Marşı’nın Oluşmasında Yatan Ruh

Mehmet Akif Ersoy;İstiklal Marşı’nı iki günde,hatta bazı kaynaklara göre de bir günde yazmış ve meclise teslim etmiştir. (Çantay 1966:63-64) Nasıl olur da Mehmet Akif Ersoy dillere destan ve gönüllere taht kurmuş olan İstiklal Marşı’nı bu kadar kısa zamanda bitirebilmiştir?

Milletimizin kurtuluş ve bağımsızlık adına verdiği Mili Mücadele’nin ruhunu yansıtan İstiklal Marşı, bu mücadelenin şüphesiz ki eşsiz destanıdır. Öte yandan dikkatle tahlil edildiğinde de Türk milletinin son yüzyılda yaşadığı bütün acı ve tatlı olayların hikayesidir.İstiklal Marşı, bu olayların edebi bir belgesidir. Dolayısıyla bu marşı anlamak için Milli Mücadele’nin kısa bir tarihçesini bilmekte fayda vardır. Zira marşla ilgili tarihi olayları bilmeden marşı anlayıp değerlendirmek mümkün değildir. (Kocakaplan 1999:23)

1914-1918 yılları arasında cereyan eden 1.Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti ittifak güçlerin yanında katılmıştır. Yıllar süren karanlık zamanların beraberinde getirdiği kayıplar Osmanlı Devleti’ne büyük zararlara sebep olmuştu. Bu zararlar sadece maddi olarak değil, manevi olarak da ciddi zarar vermişti. Her aileden birer tabak eksilmiş, ülkenin genelinde karamsar, bitkin bir hava hakimdi. Türk milleti bu savaşlı yıllardan tam anlamıyla bezmişti. Bununla da kalmayan İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti ile yapılan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. maddesine dayanarak Osmanlı Devleti’nin topraklarına giriyor ve hayasızca eylemlerde bulunuyorlardı.

1.Dünya Savaşı sıralarında Mehmet Akif Ersoy, yazdığı şiirlerle ve verdiği vaazlarla kendi topraklarımızın içinde (Kafkas, Kanal, Filistin, Irak, Suriye, Hicaz-Yemen ve Çanakkale cephelerinde) ve dışında (Makedonya, Galiçya ve Romanya) savaşan askerlerimize moral ve ümit aşılamak için elinde geldiğince mücadele ediyordu.

Sokaklarımızda ecnebi askerlerin kol gezmiş olduğu bir dönem başlamıştı. Takatsiz milletimiz bu hayasızca akına seyirci kalabiliyordu. Milli Mücadele’nin ilk mermisi Ayvalık’ta atılmasıyla ülkenin belli bölgelerinden bağımsızlık mücadelesi baş göstermeye başlamıştı.

Mehmet Akif de bu sıralar milli birlik ve beraberliği sağlamak amacıyla Anadolu’ya geçme hazırlıklarına başladı. Mehmet Akif, bu sıralarda Osmanlı hükümetinin Dar’ül Hikme başkatibi olarak yüksek derece memuruydu. Bu halde iken memuriyetinden, maaşından olma hatta sürgüne gönderilme riskini göze aldı. Bir gün, dergi idarehanesine gelerek Eşref Edip’e ‘’Hazırlanın gidiyoruz.’’ Talimatını verdi. Eşref Edip’in ‘Nereye?’ sorusuna Akif’in verdiği cevap ise gidilecek yerin adresini gösteriyordu: Harekat-ı Milliye’nin başladığı cepheye…’ (Edip 1960:128)

Böylelikle Mehmet Akif; bütün memleket sathındaki şuurlu ayaklanmayı, Ayvalık’ta ilk kurşun atıldığı anlardan itibaren bu mücadelenin bütün safhalarını adım adım takip etmiş; Konya, Antalya, Ankara, Afyon, İnebolu, Kastamonu, ve kazalarında -çok zaman yürüyerek- gösterdiği cephenin en ileri hatlarına kadar İstiklal yolundaki faaliyet ve konuşmaları, yakından gözlemlediği halk ruhunu yaşamış ve yaşatmıştı.( Nalbantoğlu 1964:69)

Daha sonrasında Sevr muahedesi ile vatan parçalanmış, yer yer işgale uğramış, güzel İzmir, Yunan işgali altında inlemekte, bununla da doymayan müstevli vatanın harimi ismetine uzanmış Ankara’ya doğru yürümekte ve Büyük Millet Meclisinde merkezi hükümetin Ankara’dan da nakli müzakere edilmekteydi. (Türkiye Mart Dergisi, Mart 1983:11-12)

Akif, günü geldiğinde de Ankara’ya koşmakta gecikmedi. Zira onu burada çok önemli görevler bekliyordu. Neticede savaşacak olan halktı, askerlerdi; ama önemli olan 1. Dünya Savaşı’nın kötü sonuçlarıyla maddi ve manevi olarak bitmiş olan bu halkın öncelikle yüreğini diriltmek, ona iman ve ümit aşılamaktı. İşte Akif’in Milli Mücadele’deki en önemli misyonu buydu. (Özçelik 2018:43)

Halk, her şeyinden aziz tuttuğu vatanının bu durumu karşısında , bu uğurda düşmanla mücadeleyi bir iman borcu bilerek, düştüğü psikolojik çöküntüden kısa zamanda kurtulmayı başardı. Vatanını istila ve işgalden kurtarmak için harekete geçti. (Özçelik 2018:36)

Mehmet Akif Ersoy’un bizzat Milli Mücadele’nin içinde olması onu  İstiklal Marşı’na adım adım hazırlayan en önemli etken oluyordu. Bir yandan Milli Mücadele devam ederken bir yandan da Ankara’da meclis kurulmuştu. Milli Mücadele’nin kahramanları yer yer işgal edilen toprakları geri alarak düşmanı ülkeden defediyordu.

Kurulan bu meclisin ardından bir marş yazılması gerektiği düşünülmüştü. Bu marşın adı İstiklal Marşı olarak tarihe geçecekti. Bu sebeple , seçilene 500 lira verilecek olan İstiklal Marşı yazma yarışması organize edilmesi için bir karar çıkarılmıştı. İstiklal Marşı için açılan yarışmanın şartnamesinde yazılacak marşta aranacak temel özellikleri Eşref Edip, şöyle belirtir: ‘Bu mukaddes mücadelenin (Milli Mücadele) büyüklüğünü, kutsi heyecanını terennüm edecek, onu gelecek asırlara nakşedecek bir marş olmalı.(..) İstiklal Savaşı’nda duyulan heyecanı bir sanatkar kelimelere döksün ve bu mücadele ebedileşsin… Yurdun afakını o heyecan inletsin…Bütün seslerin fevkinde yükselsin..’ (Özçelik 2018:127)

Ülkenin dört bir yanından toplam 724 tane şiir gönderilmişti fakat bu şiirler Eşref Edip’in belirttiği özellikleri içerecek nitelikte değildi. Bu şiiri;edebi dili yüksek, milli mücadeleyi yakinen görmüş, bu vatanın özündeki İslami hassasiyetleri barındıran biri olmalıydı. Bu portre Mehmet Akif Ersoy’a aitti fakat Mehmet Akif bu yarışmaya katılmamıştı. Çünkü ona göre bu, milletin olacak bir İstiklal Marşı’ydı ve bu nedenle para karşılığında yazılmaması gerektiği kanaatindeydi.

Bunun üzerine milletvekili ve hatip olan Hamdullah Suphi Bey, Mehmet Akif’le iletişime geçti. Mehmet Akif’e yarışmadan elde edilen gelirin bağışlanacağını bildirince Mehmet Akif,İstiklal Marşı’nı yazmaya karar verdi.

Akif, Ankara’daki Siraceddin Mahallesi’ndeki taş medresenin lojmanı olan tek katlı yapının (Taceddin Dergahı) üçüncü odasında İstiklal Marşı’nı yazmaya başladı. Bir gece, birden uyanmış. Kağıt aramış…Yok. Halbuki ilham heyecanlı bir pınar gibi akıyor… Elindeki kurşun kalem, yer yatağının sağındaki duvara dönmüş:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; ,

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Sabah namazına kalkan oda komşusu Hafız Bekir Efendi (Konya Mebusu) Mehmet Akif’i elinde çakısı, duvardaki kıtayı silerken görmüş.’’ .( Nalbantoğlu 1964:78)

Böylelikle Mehmet Akif kısa sürede İstiklal Marşı’nı noktalamıştı. Bu kadar kısa sürede bitirmesinin altında yatan sorunun cevabı da yine Mehmet Akif Ersoy’un mücadeleyle geçen hayatı olmuştu. Onun edebiyat camiasında duyulmasına sebep olan ilk şiiri 14 Mart 1895’de  ‘Mektep’ dergisinde kaleme aldığı ‘Kuran’a Hitap’ şiiri olmuştu. (Özçelik 2018:15)

Kuran, İslam, vatan gibi kavramlarla içli dışlı bir şahsiyetti. Bu minvalde halkın sorunlarına İslam ile cevap aradığını bütün şiirlerinde görebiliyoruz. Hayatı boyunca böyle hassasiyetlerle yazan bir şairin Milli Mücadele’deki misyonu da çok değerli olacaktı. Ayrıca başından beri Milli Mücadele’nin içerisinde yer almış, dolayısıyla o günlere kadar olan mesai ve faaliyetleri dolayısıyla bir marş için lazım olan mevhumları gayet yakından görmüş ve yaşamıştı. .( Nalbantoğlu 1964:69)

Bu minvalde İstiklal Marşı, zaten Akif’in gönlünde ve beyninde hazırdı. 1910’lardan beri İstiklal Marşı’nı hatırlatan mısralar, beyitler, kıtalar yazmıştı. . (Özçelik 2018:79) Böylelikle şunu söylemek yerinde olacaktır: Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nı iki günde sadece kağıda dökmüştü. Esasen Mehmet Akif’in bilinçaltı, yıllardan beri İstiklal Marşı’nı yazmaya devam ediyordu.

Meclis, nihayet aradığı marşı bulmuştu. 12 Mart 1921’de Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı, meclis tarafından büyük bir coşkuyla kabul görülmüş ve resmiyete geçirilmişti. Akif ise vaat edilen 500 lirayı almadı. Oysa o günlerde büyük bir maddi sıkıntı içerisinde idi. ‘Meclis, İstiklal Marşı’nı alkışlar ve gözyaşları arasında kabul ederken de cebinde Zonguldak Milletvekili Hayri’den borç alarak aldığı iki lirası vardı. Ve sırtında pardösü dahi yoktu. .( Nalbantoğlu 1964:140)

Mehmet Akif, vaat edilen mükafatı almadığı gibi bu müstesna şiirini Safahat’ına da almadı. Niçin böyle yaptığını soranlara da ‘O şiir artık benim değildir. O, milletimin malıdır. Benim milletime karşı en kıymetli hediyem budur.’ diyerek onu milletine armağan etmiştir (Edip 1960:164)

Mehmet Akif Ersoy: ‘Yaşadıklarını yazmayan, yazdıklarını yaşamayan insan olamaz.’’ Derdi. (Erdoğan 2016:72)

Bu hususta Mehmet Kaplan’ın yorumu çok yerinde olacaktır.

‘Söylediklerini gerçekten duyan bir şairdir. Şiiri söyleyen Akif olmakla beraber aslında o, kendi beni ile birleştirdiği Türk milletinin duygu ve inancını dile getirir’(Özçelik 2018:113).

 

 

KAYNAKÇA

  • Çantay, Hasan Basri: Akifname,Mehmet Akif ve İstiklal Marşı, İstanbuş, 1966.
  • Kocakaplan, İsa: İstiklal Marşımız ve Mehmet Akif Ersoy, İstanbul, 1999.
  • Edib, Eşref: Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1960.
  • Nalbantoğlu, Muhittin: İstiklal Marşımızın Tarihi, İstanbul, 1964
  • Türk Edebiyatı, (Mehmet Akif’in hatırasına), Mart 1983.
  • Özçelik, Mustafa: Mehmet Akif ve İstiklal Marşı, İstanbul, 2018: Nar Yayınları.
  • Erdoğan, Aziz: Abide Şahsiyet Mehmet Akif Ersoy,2016: Çınaraltı Yayınları

The Leader Who Have Mattered A Lot: Tony Blair and Iraq

To understand and explain the foreign policy actions of a state, there are many ways, methods, and theories in the discipline of International Relations. Generally, there are three levels to do that. These are individuals, domestic structure, and structuralist explanations. Basically, while explaining a phenomenon, an analyst can use one or multiples of these levels of analysis. Although some academics, like a structural realist, undermine the first one by claiming that in international politics, there is no supreme authority over states, so they try to ensure their security by constant seek of power, which creates a vicious cycle of power struggle. This theory has some flaws. It is hard to explain some events with this lens. As Smith (2012) says, who made the decision is the humans, not the states. This paper explains how important a leader is in foreign policy decisions with the example of how Tony Blair’s characteristics lead the United Kingdom to participate in the Iraq War.

The structural realist’s theory misses that yes, states’ primary objective is the security, but who defines it, who puts the ways to ensure it. Ends and means are the missing part of the theory. Most states’ leaders have a prominent ability to shape the process of constructing these concepts, more or less whatever the state’s regime is. A leader becomes significant in foreign policy issues under four conditions (Hermann, 2001, s. 85). Firstly, he/she has a general interest in foreign policy, like Putin. Secondly, if a crisis is born out, the issue may jump over the bureaucracy and lead the leader to be involved. Thirdly,  an issue may needs leaders to come together, such as an international summit. Lastly, the leader may have a special interest in a particular issue (Breuning, 2007, s. 31).

Therefore understanding the leader’s traits can help researchers. In similar circumstances, leaders with different characteristics had led to different foreign policy outcomes. For example, the question of British involvement in Vietnam and Iraq takes place in similar environmental pressures such as domestic opposition and the ally’s wish. Leaders may differ in their style as goal-driven or responsive to the context they operate within (Hermann, 2001, s. 87). What made the difference is the characteristics of different leaders (Dyson, 2007, p. 648).

Constrain respecter leaders try to fit their acts in the needs of context, and making decisions is a calculation process relating to other domestic actors’ responses. They are open to extensive information networks because they want to fit in changing demands of the public. They are also not initiators in the foreign policy unless the constituents push for an action (Hermann, 2001, s. 88-90). Unlike respecters, challengers are motivated by their goals. They evaluate the context according to their “beliefs, attitudes, and passions.” These leaders are unease about changing their beliefs, so they tend to encircle themselves with like-minded colleagues (Smith, 2012). According to them, constraints are something that should be dealt with (Hermann, 2001, s. 91). However

Although the understanding of the special relationship among British decision-makers, which underline the British interest from the alliance, would lead some people incorrectly to assume Britain would support every action of the US, Wilson declined the request of Johnson sending soldiers in Vietnam, even if the US’ request was a few soldiers in a symbolic manner and even if the British economy was depended on the US for loans at the time (Dyson, 2007, p. 649). Despite having the same domestic constraints like Blair, Wilson was a constraint respecter who bowed to public opinion. However, for Blair, the alliance was a tool for his foreign policy goals. Although there was constant opposition within the cabinet, within Labours, and among the public, like the “Stop the War” rally, Blair decided to join the Iraq war mostly thanks to his leadership style (2007, p. 654).

After explaining how a leader can be important and influential in decision-making processes, now it is time to focus on Tony Blair’s characteristic. In the Leadership Trait Analysis method, Tony Blair distinguished three out of seven traits from the average of the fifty-one political leaders (Dyson S. B., 2006, s. 289). In this methodology, each trait was linked to a specific way of decision-making behaviours. These are high belief in his ability to control events, a low conceptual complexity, and a high need for power. To overcome beforehand prepared speech, Dyson only used the spontaneous answer of Blair in the parliament, which also make it more coherent because of the elimination of different audiences.

High belief in ability to control events stands for the leader’s perception about him/herself as being influential over its environment. Leaders with high scores in this trait tend to be more pro-active and less cautious about environmental constraints both at the domestic and international level (Dyson S. B., 2006, s. 295). This is what we see in the Iraq case. The speech called Doctrine of the International Community is one of the most precise indicators of this. In the speech, Blair described how and why they should transcend the principle of non-interventionism. Also, during the crisis, he always believed in himself being able to push other actors into his orbits, such as Bush, the British public, and the parliament. He always talked about how he was able to influence others (2006, s. 298).

His second distinguishing trait is his low conceptual complexity. Leaders with a low score more tend to describe their environment with clear-cut distinctions like black and white. With a less complicated world in their mind, these kinds of leaders decide with limited information. They do not seek wide-range discussion on the topic (Breuning, 2007, s. 44-45). Therefore, they can be more aggressive and assertive (Dyson S. B., 2006, s. 295). Describing the Saddam regime, he made a straightforward distinction: they were ‘good,’ and Saddam was ‘bad.’ As his colleagues stated, Blair had not paid attention to other policy options put by a different actor (2006, s. 299). Moreover, his view of alliance with the US was a question of all or nothing, so he did not look for softer options like just saying yes to political support.

The last but not least differentiation of Blair was his high score on the need for power. This indicates a high desire to acquire, preserve, or revive the personal power over policy-making mechanism. They want to ensure that the policy outcome reflects their preferences rather than group-consensus (Dyson S. B., 2006, s. 295). To achieve keeping a close watch on policy-making processes, they design their relations with colleagues in a certain way. They try to keep the discussion within a small group of people who are like-minded and loyal to him/her. This is precisely what Blair did with his personal advisors, called ‘team’ or ‘the den,’ fearing to lose control over any issue (2006, s. 301). In the cabinet, he subtly dictated his decisions, which already had been made.

In summary, while examining states’ foreign policy actions, it essential to focus more on leaders if the environment allows them to be more influential. How capable a leader of influencing foreign policy decisions depends on his/her characteristic and the context within which they operate (Breuning, 2007, s. 33). As discussed above, it is evident that Tony Blair’s leadership traits, high belief in his ability to control events, a low conceptual complexity, and a high need for power, were influential in the British decision to be involved in the Iraq War 2003. Without understanding the minds of leaders, it is hard to establish concrete explanations for international issues.

 

References

  • Breuning, M. (2007). Foreign Policy Analysis: A Comparative Introduction,. New York: Palgrave Macmillan.
  • Dyson, S. B. (2006). Personality and Foreign Policy: Tony Blair’s Iraq Decisions. Foreign Policy Analysis (2006) 2., 289–306.
  • Dyson, S. B. (2007). Alliances, Domestic Politics, and Leader Psychology: Why Did Britain Stay Out of Vietnam and Go into Iraq? Political Psychology, Vol. 28, No. 6, , 647-666.
  • Hermann, M. (2001). Who Leads Matters: The Effects of Powerful Individuals. International Studies Review 3(2), 83-131 .
  • Smith, C. (2012). E-International Relations. Retrieved from Personality in Foreign Policy Decision-Making: https://www.e-ir.info/2012/10/16/personality-in-foreign-policy-decision-making/

 

Istanbul’s Tanzimat Period from The Perspective of Ahmed Midhat Efendi

With the Edict of Tanzimat, which is the official beginning of the westernization effort of the Ottoman Empire, a period of total change begins in the country, especially in Istanbul which is the center of these events. Tanzimat period was between 1839-1876, its effects are still visible in Turkish people, actually, these effects have become a part of Turkish society due to some reasons such as literature. Literature has always been closely related to people’s lifestyles and it has always been used for different purposes such as rejoicing and teaching. In addition, in the past, it was the best way to mobilize people or to impose ideologies. When people analyze literature with the Tanzimat Era, they are able to realize the agleam effects of literature on this Era. Literature in the Tanzimat era is seen as a tool for ideology and knowledge integration and it included many aspects for altering people’s values such as culture, clothing style, and perceptions. As I mentioned at the beginning of the article, Istanbul was the best place for realizing the changes in the Tanzimat era. According to Mustafa Karabulut, Istanbul in the Tanzimat era especially Galata and Beyoğlu is the attraction center of wealth (Karabulut, 2010) because of that these venues generally were chosen by writers for description. Moreover, the writers of this period made some depictions of Istanbul in their novels, poems, and prose but some of them were famous for their descriptions of Istanbul. Ahmed Midhat Efendi is undoubtedly the first person that comes to mind when the Tanzimat period Istanbul depictions are mentioned, hence I would like to evaluate the topic of Istanbul in the Tanzimat Literature with his depictions in the following paragraphs.

Ahmed Midhat Efendi, who has more than two hundred productions, is the first truly popular author of Turkish literature and his greatest aim was to create a society that reads a book. In addition, he used to be called “hace-i evvel” due to his successful authorship. Ahmed Midhat is the first of the writers who used Istanbul as a setting in their novels and Istanbul, as a setting is reflected in his novels almost with all its characteristics (Doğanay, 2006). According to some individuals, he was very successful in his depiction of Istanbul because a significant part of his life was spent in Istanbul. Consequently, his contributions are still very beneficial for the history of Istanbul.

Firstly, if people want to look at the history of Istanbul with Ahmed Midhat Efendi, they should read some of his novels such as Süleyman Musli, Gönüllü, and Istanbul’da Neler Olmuş, for instance, in Süleyman Müsli, he mentions the positive changes of Istanbul in the field of architecture and morality after the conquest of Istanbul. In addition, Istanbul in Ahmed Midhat’s novels is a city that is extremely beautiful in terms of its natural and architectural beauties and fascinates everyone (Doğanay,2006). According to Ahmed Midhat Efendi, it was true to say that Istanbul is “ nev-i beşerin sergi-i umumisi” due to many people coming to Istanbul from Anatolia, Rumelia, and almost all over the world. Also, Ahmed Midhat Efendi mentions in his novels, such as Eski Mektuplar and Paris’te Bir Türk, with the character’s perspectives that there was no place like Istanbul in the world and characters are amazed by the views of Istanbul. When he describes Istanbul, he analyzes Istanbul on a district basis, for instance, Beyoğlu, where European life takes place, was the venue of entertainment and even if Ahmed Midhat Efendi does not like Beyoğlu because immoral life is common there, he always mentions the superiority of Beyoğlu over original Istanbul. Moreover, Eminönü, Sirkeci, and Bahçekapısı are the most common districts in the “original Istanbul” part and he describes the original Istanbul that people have inadequate living standards and have some difficulties while meeting the needs. Over and above, promenades have high importance in Ahmed Midhat Efendi’s novels such as in Felatun Bey ve Rakım Efendi. Although there are many promenades that the people of Istanbul enjoy in the summer months, Kâğıthane and Göksu have always had a separate place among them (Doğanay, 2006).

To sum up, the Tanzimat period, which was the first step of the Ottomans towards westernization, affected lots of areas and changed people’s values and lifestyles. On the other hand, literature was the best way to influence some ideologies or topics that have become phenomena by literature. In addition, in almost every condition, literature was used by people for the promotion of westernization ideas and people are able to say that the Tanzimat era was an impressive example of “how people can be affected by literature?” and the most important effects of the Tanzimat period were seen in Istanbul. I explained Istanbul in the Tanzimat Era from the perspective of Ahmed Midhat Efendi who was the most famous person in the Tanzimat period.

 

References

  • Doğanay, M. (2006). BİR MEKAN UNSURU OLARAK İSTANBUL’UN AHMED MİDHAT EFENDİNİN ROMANLARINA TESİRİ. Dumlupınar University Journal of Social Sciences  (15).
  • Karabulut, H. (2010). Tanzimat Dönemi Türk Romanlarında İstanbul ve Paris’e Bakış. Erdem, (56), 103-114.

  

 

İstanbul Örneği Üzerinden Osmanlı Mezar Taşlarına Genel Bir Bakış

Şüphesiz dünyanın en adaletli fiilidir “ölüm”. Yaşlısı, genci, zengini, fakiri, zalimi, mazlumu herkes ölecektir ve hiçbir canlının bu fiili engelleme veya zamanını değiştirme imkanı yoktur. Kimisi için bir yok oluş kimisi için yeniden diriliş. Kimisi için kıyamet kadar korkulacak, kimisi için ise düğün gecesi kadar sevilecek bir olaydır. Bu düşünceler insanların yaşadıkları toplumların kültürlerine ve inandıkları dinlere göre değişiklik göstermektedir. İnsanların düşüncelerindeki bu değişiklikler, ölülere bakış açılarını ve cenaze işlemlerinin farklılaşmasına yol açmaktadır. Bazı kültürlerde cesetler yakılıyor, bazılarında ise mumyalaştırmak suretiyle diri tutulmaya çalışılıyor. Üç semavi dinde ise -bazı istisnalar olsa da- ölüler toprak altına gömülmektedir (TDV İslam Ansiklopedisi, 1993) ve bu ölen kişiler için mezar taşları yapılmaktadır.

Peki ölen bir kimse için mezar taşı yaptırmak ne kadar uygundur? Bunun dinimizde ve kültürümüzde yeri var mıdır? (burada Osmanlı’daki Müslüman mezar taşlarını inceleyeceğimiz için İslam’daki kaynaklara değinilecektir) Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) dönemine baktığımızda, bizzat Peygamberimiz, tanınması için Osman b. Maz’ûn’un kabrinin başına taş diktirdiği hadis kaynaklarında geçmektedir. (TDV İslam Ansiklopedisi, 2004) Peygamberin bu uygulaması bize mevtanın (ölünün) tanınması için kabrinin başına mezar taşının dikilebileceğini göstermektedir. Anadolu’daki ve çevresindeki geleneklere de baktığımızda mezar taşı uygulaması oldukça yaygındır.

Dünya üzerinde yaklaşık 650 yıl boyunca ayakta kalabilmiş ve 400 yıl boyunca hilafet vasfını elinden bırakmamış Osmanlı Devleti’nde de bu dini serbestliğe ve çevre kültürlerden etkilenme olayına bağlı olarak ilk zamanlarından itibaren mezar taşı uygulaması rağbet görmüştür. Çok güçlü bir mezarlık geleneği olan Osmanlı devleti’nde son 200-300 yıl boyunca yapılan mezar taşları sanat değeri açısından çok önemlidir. Öyle ki günümüzde bile Osmanlıca okuyamayan birisi bu mezar taşlarını biraz incelese mevtanın cinsiyetinden, mesleğine, yaşadığı dönemden, muhibbanı (seveni) olduğu tarikata kadar çoğu şeyi öğrenebilir.

Adeta ölümü ve mezarlıkları sevdiren bu sanat harikası mezar taşları, tabiri caizse “ben buradayım” diyerek el kaldırmış birer insanı andırmaktadır. Ayrıca insanın geride bıraktığı tek maddi eser olan mezar taşlarına bu kadar özenilmesi de Osmanlı’nın insana verdiği değerin en bariz örnekleridir. Rivayet odur ki meşhur şair Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusunu sorarlar. Şairin uçuk bir rakam vermesi üzerine neden böyle bir cevap verdiğini sorduklarında ise şu muhteşem cevabı alırlar: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” İsterseniz mezar taşlarının değerlerini daha iyi anlayabilmemiz için sıradan bir insanın mezar taşının yapılma serüvenine bir göz atalım.

Kişi vefat ettikten sonra yakınları bir taş ustasına gider ve -durumu orta derecede ise- mermer mezar taşı kalıplarından birini seçer. Daha sonra yakın çevreden herhangi bir şaire bir şiir ısmarlatılır ve şair ölen kişiyi öven veya onun ölümünün üzüntüsünü anlatan bir şiir yazar. Hatta mümkünse şiirde ölüm tarihi üzerine ebced düşürülür. Bu şiir iyi bir hattata götürülür ve hattat bunu o güzel hattı ile kağıda döker. Bu hat hakkaka (taş ustasına) götürülür ve usta bu hattı dış sınırlarından ince bir iğne ile iğneler ve taşın üzerine serer. Üzerine kömür tozu serpildiğinde yazının silüeti taşa geçmiş olur. Daha sonra hakkak yazı dışında kalan kısımları dikkatli bir şekilde kazır ve yazı kabartılmış olur. (Çavuş, 2019) Bu uzun süreçte de görebildiğimiz gibi sadece bir kişinin mezar taşını hazırlamak için bile en az üç kişi çalışmaktadır. Mezar taşlarının her birinin ne büyük bir sanatsal değer taşıdıklarını anlayabilmemiz için, çalışan bu insanların birer sanat erbabı olduğunu göz ardı etmememiz gerekmektedir. Ayrıca bu mezar taşı kurumsallaşması bize, insana verilen değeri gözler önüne sermektedir. 

Osmanlı’da mimari gelişmeler ve dildeki değişimler ile birlikte mezar taşlarında da bir takım farklılaşmalar meydana gelmişti. İlk zamanlarda oturmuş bir Osmanlı mimarisi olmadığından dolayı, o dönemdeki mezar taşlarında Arapça ve Farsça ifadeler ağırlıktadır ve çoğu mezar taşı -sonraki dönemde yapılanlara nispeten- daha sadedir. Bu tür mezar taşları daha çok Anadolu’dadır. (Çavuş, 2019) Üzerlerinde Rumi motiflere, ayet ve hadislere rastlanılır. Aşağıdaki resimde gördüğünüz ise meşhur astronom, matematikçi ve dil bilimci olan Ali Kuşçu’nun Eyüp Sultan’da bulunan mezarıdır ve erken dönem Osmanlı mezar taşı özelliklerini bizlere muhteşem bir şekilde yansıtmaktadır.

15 ve 16. Yüzyıllarda İstanbul fethinin etkisiyle ve Osmanlı mimarisinin de belli bir şekil almaya başlamasıyla Osmanlı mezar taşı geleneği de kendini göstermeye başlamıştır. Mezar taşlarında daha sade, okunabilir bir dil ve kişilerin cinsiyetine ya da mesleklerine göre başlıklar görülmeye başlanmıştır. Padişah, şehzade, sancak beyleri gibi üst düzey zevat tarafından kullanılan mücevveze kavuklar, sadrazam, kaptan-ı deryalar ve çok tuğlu paşalar tarafından kullanılan kallavi kavuklar, İstanbul’da en çok rastlanan ve en alt birimden en üste kadar kullanılabilen kâtibî kavuklar ve daha bir çok kavuk, sarık, makdem, kalafat ve üsküf gibi başlıklar bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Arapça ve Farsça ifadelere daha az yer verilmiş, okunmasının kolay olmasından dolayı, daha önce kullanılan cel’i sülüs yerine ta’lik yazı kullanımı yaygınlaşmıştır. (Özcan, 2012)

Son dönemlerinde ise 400-500 yıllık mezar kültürünün verdiği birikim ve Avrupai mimari üslupların da yaygınlaşması münasebetiyle daha sanatlı mezar taşları yapılmaya başlanmıştır. (Çetin, 2019) Bu mezar taşlarının dilleri daha sadedir ve çok çeşitli bezemeler barındırmaktadır. Bu tür mezar taşlarının en güzel örneklerine Süleymaniye Camii Haziresinde ve Sultan 2. Mahmud türbesinde rastlamaktayız. Süleymaniye Camii haziresinde bulunan Hüseyin Avni Paşa’nın mezar taşı ise bahsettiğimiz türünün en güzel örneklerindendir.

 

 

 

Peki bu kadar uzun bir serüvenden geçerek belli bir olgunluğa ulaşmış olan mezar taşlarını yolda yürürken gördüğümüzde nasıl tahlil etmeliyiz? Osmanlı Türkçesi okumayı bilmediğimiz halde nasıl olacak da bu mezar taşlarının dilinden anlayacağız diye  düşünüyorsanız, bazı temel bilgilere sahip olmanız onları genel hatlarıyla anlamanıza yardımcı olacaktır. Baktığınız bir mezar taşı size bir kadının naifliğini ve güzelliğini andırıyorsa, üzerlerinde çiçekler, bitkiler, meyveler varsa ve başlık kısmı çeşitli bezemelerden oluşuyorsa, evet, bir kadın mezar taşına bakmaktasınız. Kadın mezar taşları erkeklerinkine nazaran daha sanatlı olmaktadır. Ayrıca kadın mezar taşlarında erkeklerin kullandığı gibi daha belirgin bir başlık yerine, hotoz denilen kadınların günlük hayatta giydikleri başlıklar kullanılmaktadır.

 

Eğer fes, sarık, kavuk veya derviş tacı görüyorsanız bilin ki bu kişi bir erkektir ve üzerindeki sarık -çoğunlukla- onun mesleğini sizlere haber vermektedir. Eğer çok küçük bir mezar taşına rastladıysanız bu mezar taşları da küçük yaşta vefat eden sabiler, çocuklar için hazırlanmıştır. Öyle bir taşa denk geldiniz ki taşın üzerinde bırakın bir dekorasyon, başlık ve şiir olmasını yazı bile yok. O zaman o taşa bir daha bakın çünkü bir cellat mezar taşına bakıyorsunuz. Halkın bedduasını almamak için cellatların taşları yazısız, sanatsız ve mezarlıkların farklı bir köşesine yapılmaktadır. (Çetin, 2019).

 

Son olarak Osmanlı’nın sadece mezar taşlarına değil, mezarlıklara da çok önem verdiğinden bahsetmeden geçmeyelim. Mezarlıklar Osmanlı Dönemi’nde bizzat şehrin içine hatta camilerin bahçelerine yapılmakta idi. İstanbul’daki Karacaahmet, Aşiyan ve Çengelköy mezarlıkları şehir içerisindeki mezarlıklara; Süleymaniye ve Fatih camilerinin hazireleri ise cami bahçelerindeki mezarlıklara örnektir. İnsanlar bu mekanları günlük hayatlarında sürekli kullandıklarından dolayı ölüm duygusundan çok uzak olmadıklarını ve hatta muhteşem mezar taşlarına nazar ederek adeta kendilerini mezarlıklara ve ölüme alıştırdıklarını söylemek mümkündür. Ayrıca mezarlıkların camilerin kıble tarafına yapılmış olması da o yöne doğru yönelerek ibadet eden insanların mezarlıkları görüp ölümü ve ahireti hatırlaması açısından bir diğer ince ayrıntıdır. 

Yazımızın özeti olarak şunları söylemek uygun olacaktır: Çok büyük bir devlet ve millet geleneğine sahip olan Osmanlı Devleti’nin belli bir mezarlık kültürünün olmaması çok şaşırtıcı bir durum olabilirdi. Lakin bu yazıda da görebileceğimiz gibi “altı üstü mezar taşı” gibi değil de “öldükten sonra insanın bu dünyadaki temsiliyet makamı olan mezar taşı” gibi bir bakış açısıyla, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan mezar taşları ortaya çıkarılmıştır. Her biri ayrı birer belge niteliği taşıyan bu şaheserlerin daha fazla incelenmesi ve araştırılması halinde tarihin açılmamış, tozlu sayfalarının gün yüzüne çıkacağı aşikardır. Yazımı usta şair Yahya Kemal Beyatlı’nın konumuz ile alakalı bir dörtlüğü ile bitirmek istiyorum. 

Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

 

KAYNAKÇA

  • Çavuş, Fatih, Osmanlı Mezar Taşlarının Sırları, 2019, s. 31-32
  • Çeti̇n, Onur. (2019). Osmanlı Mezar Taşları Etrafında Gelişen Kültür ve Medeniyet Dünyası Üzerine Bir İnceleme (Eyüp Örneği). sf. 33
  • Çeti̇n, Onur. (2019). Osmanlı Mezar Taşları Etrafında Gelişen Kültür ve Medeniyet Dünyası Üzerine Bir İnceleme (Eyüp Örneği). sf. 73
  • Özcan, Ali Rıza (2012). İstanbul’un 100 Mezar Taşı sf. 10
  • TDV İslam Ansiklopedisi (1993) md. Cenaze cilt.7 sf. 354
  • TDV İslam Ansiklopedisi (2004) md. Mezarlık cilt.29 sf. 519

Akademik Yazı Atölyesi

Düşüncelerin, doğru, sarih ve özgün olarak yazıya aktarılmasında bilgi ve tecrübe paylaşımında bulunmak üzere hazırlanan “Akademik Yazı Atölyesi” sizlerle!

Projenin Adı: Akademik Yazı Atölyesi

Proje Süresi: 8 hafta / Haftada 2 Saat / Çevrimiçi

Proje Koordinatörü: Doç. Dr. Tolga MERCANTEPE

1982 yılında  İsviçre’de doğdu. İlk, orta ve üniversite eğitimini Türkiye’de tamamladı. Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji alanında ihtisasını tamamladı. Başta elektron mikroskobu ve immunohistokimya teknikleri alanlarında uluslararası SCI ve SCI-E kapsamında taranan makalelerde  70’den fazla yayını bulunmaktadır. Hirsch İndeksi:11 ve i-10 endeksi 15 olup uluslararası kongrelerde ödülleri mevcuttur.

 

 

Projenin Amacı: Akademik kariyer hedefleyen lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin makale yazma ve sunma becerisi kazanmalarını ve kendi görüşlerini açık, akademik ve özgün bir şekilde ifade etmelerini, alanında uzman kişilerden ders almalarını ve  pratik yazma ve sunum deneyimi.

Projenin Hedefi: Araştırma ve yazma tekniklerini deneyimleyerek profesyonel akademik çalışmaların üretimini artırmak;  lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin akademik yazma becerilerini artırmak ve akademik literatüre katkıda bulunmaktır. Çeşitli kaynaklardan yararlanarak eleştirel bakış açısını kullanabildikleri, fikirlerini etkili biçimde sunabildikleri ve tartışabildikleri beceriler kazandırmaktır. Mecazlardan ve sanatlı ifadelerden uzak, kelimelerin temel ve terim anlamları kullanılarak ortaya özgün birer ürün koymalarını sağlamaktır. Aynı zamanda kaynak okuma ve özetleme, veri toplama, bulguları yorumlama ve analiz edebilme gibi destekleyici kazanımlar sunmaktır.

Kimler Başvurabilir? 

Üniversitelerde lisans veya lisansüstü eğitimine devam eden, çeşitli alanlardan öğrenciler başvurabilir. Ayrıca lisans eğitimini son bir yıl içerisinde tamamlamış ve herhangi bir yerde öğrenci olmayan kişiler de başvurulabilir. Akademik Yazı Atölyesi katılımcılarının araştırmaya ve öğrenmeye yönelik derin bir ilgi ve yüksek bir motivasyonu olması gerekmektedir.

Hangi Alanlardaki Öğrenciler Başvurabilir?

Açık Pencere, çok çeşitli beşeri ve yaşam bilimleri alanlarından öğrencileri atölyeye dahil etmektedir: iktisat, uluslararası ilişkiler, tıp, mühendislik, matematik, FKB, siyaset bilimi, kamu yönetimi, eğitim, sosyoloji, tarih, psikoloji, iletişim, hukuk, felsefe, ilahiyat, edebiyat, mütercim tercümanlık vb.

Atölye Ücretli midir?

Akademik Yazı Atölyesi programı ücretsizdir.
Kurs programını başarıyla tamamlayan öğrencilere katılım belgesi verilir.

Son Başvuru Tarihi: 30 Ekim 2021

 

2021 Yılı Güz Dönemi Başvuruları Sona Ermiştir

 

[table id=2 /]

Dönüşüm Yaşayan Sömürü Düzeninin, Değişmeyen Aktörü: Fransa

Sömürgecilik; bir devletin kendi ülkesinin sınırları dışında başka ulusları, devletleri, toplulukları siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak hakimiyet kurması anlamına gelir. Dünya tarihinde sömürgecilik ise ilk insan topluluklarının özel mülkiyete geçmesi, sınırların çizilmesi ve yaşam alanlarının paylaşılmasıyla birlikte başlar. Duvarın ötesinde kalanlar her zaman duvarın içindekileri öteki olarak atfetmişlerdir. Tabi bu, ötekinin tanımlanması yalnızca dışarıdan içeriye yönelik değil aynı zamanda içeriden de dışarıya yönelik olmak üzere karşılıklı bir etkileşim içerisinde şekillenmiştir. İnşa edilen öteki olgusu kendi içinde belirli yönelimler barındırmaktadır. Bunlardan başlıcası ise kendine ait olmayanı ele geçirme başkalarının değerlerini ve değerlilerini tüketme hissiyatı ile de şekillenmiştir. Olgusal muhtevası itibariyle sömürgeciliği bu eksende değerlendirmenin yararlı olacağına inanıyorum. Dünya tarihi içerisinde sömürgeciliği ise çok farklı boyutları itibariyle değerlendirmenin gerekli olduğuna inandığımdan genel bir giriş yapmayacağım ama bu yazımda Fransa’nın Afrika üzerinde inşa ettiği sömürü düzenine dikkat çekmek istiyorum. Özellikle yeni dünya düzeninin dinamiklerine göre şekillenen yeni nesil sömürü düzenine kültürel sömürü ve ekonomik sömürü bağlamlarında değineceğim.

Fransa ve Sömürü Düzeni

1500’lü yıllarda başlattığı sömürgecilik faaliyetleri ile 2. Dünya Savaşı öncesinde 13,5 milyon kilometrekarelik bir büyüklüğe ulaşan Fransa, hala eskisi gibi bir imparatorluk oluşturma hevesinde görünüyor.

Kaynak: ( Güray Alpar, Değişen Dünyada Fransa’nın Değişmeyen İmparatorluk Hayali )

Fransa sömürgeleri sayesinde, kendi ana karasından 20 kat daha büyük bir alana hükmediyordu. Bu anlamda dünyadaki hemen hemen bütün kıtalarda sömürgeleri vardı ve kritik geçiş yolları üzerine yerleşmişti. ( ALPAR, 2020)

Yukarıdaki haritadan da anlaşılacağı üzere Fransa dünyanın birçok bölgesinde sömürü sistemini kurmuştur. II.Dünya savaşına kadar olan süreç itibariyle de sömürü düzenini doğrudan devam ettirmiştir. II. Dünya savaşı sonrası şekillenen yeni uluslararası sistemle birlikte eski usulü terk etmiş ve yeni dönemin dinamiklerine uygun bir perspektifle devam etmiştir.

Peki yeni dönemin dinamiklerine uygun bir sistem vurgusuyla neyi kastediyorum ?

Ekonomi Temelli Sömürü

 

Bilindiği üzere Fransa, sömürgecilik faaliyetlerini yürüttüğü devletlerden çekilirken bağımsızlıkları karşılığında iki temel koşul sunmuştu:Fransızcanın ülkenin resmî dili ve eğitim dili olması ve  zorunlu resmî eğitim. ( ALPAR, 2020) Resmi dil ve eğitim hususuna bir sonraki alt başlıkta daha detaylı değineceğim. Kamu ve özel ihaleler konusunda ve Fransız sermayesinin tercih edilmesi konusunda Fransız Hükûmeti baskı uygulamış ve bu koşullara tâbi olmayan yönetimleri ise ‘cezalandırmış’ ve sadece bunlarla da yetinmemiştir. Afrika bölgesindeki varlığını daha kalıcı kılmak ve bölge ülkelerinin kendine olan bağımlılığını arttırmak için para birimlerinde de oynama yapmıştır. 26 Aralık 1945’te tedavüle sokulan Afrika’daki Fransız Sömürgeleri Frangı (CFA), kıtanın batı ve orta bölgelerinde kullanılmaya başlanmıştır. 1958’de “Afrika Fransız Topluluğu” adını alan bu para biriminin adı, 1960’lardan itibaren Afrika ülkelerinin bağımsızlığını kazanmaya başlamasıyla “Afrika Finansal Topluluğu Frangı” olarak değişmiştir. ( KAVAS, 2020)

Bu para birimi aracılığıyla 20. yüzyılın ortalarında ‘bağımsızlığını’ kazanan ülkelere tabiri caizse bağımsızlık nişanesi olarak armağan (!) bırakmıştır. Ayrıca, CFA kullanan ülkelerin tüm döviz rezervlerinin yüzde 50’sinden fazlasını Fransa’nın hazinesinde tutması ve bu paradan elde ettiği borsa kârını Fransa’nın kullanması da  sömürü sarmalının bir başka parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransa’nın ekonomi temelli fiiliyatları bunlarla da sınırlı değildir.1961’den beri 14 Afrika ülkesinin ulusal rezervlerini elinde tutmaktadır: Benin, Burkina Faso, Gine-Bissau, Fildişi Sahili, Mali, Nijer, Senegal, Togo, Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo-Brazzaville, Ekvator Ginesi ve Gabon olmak üzere  yoksul ülkelerin birçoğuna baskı uygulamaktadır. Afrika ülkeleri, ulusal para rezervlerini de Fransa Merkez Bankası’na yatırmak durumundadır. Fransız hazinesi, Afrika’dan yıllık bazda yaklaşık 500 milyar dolar kazanç ve getiri elde etmektedir.( EFE,2020) Genel hatlarıyla Fransa’nın, Afrika’da sürdürdüğü ekonomi temelli sömürü düzeninin örnekleri yukarıda bahsini ettiğim hususlardan oluşmaktadır.

 

Fransa’nın Resmi Dil Dayatması ve Kültürel Asimilasyon

Yukarıda bahsettim ama tekrar etmekte fayda var. Bilindiği üzere Fransa, sömürgecilik faaliyetlerini yürüttüğü devletlerden çekilirken bağımsızlıkları karşılığında iki temel koşul sunmuştu: Fransızcanın ülkenin resmî dili ve eğitim dili olması ve  zorunlu resmî eğitim. Belki görünüm itibariyle basit  bir durum gibi görülebilir ama bu husus Fransa’nın Afrika’daki halklar üzerinde dayattığı her türlü asimile  edici eylemin temelini oluşturmaktadır. Bölgede Fransızca konuşan kişilere Frankofon (la francophonie) deniliyor. İlginç olan ise bu kelimeyi 1880 yılında Afrika kökenli bir Fransız coğrafya bilimci ilk defa kullanmıştı.  Günümüzde Fransızca konuşan ülkeler Frankofoni örgütünü (Organization Internationale de la Francophonie) oluşturuyor.( ALPAR,2020) Bu sistem dahilinde kapsamlı bir dil eğitiminden geçen Afrikalılar için, farklı bir dil ve kültürü öğrenmek bir tercih olmaktan çıkıyor ve bir zorunluluk halini alıyor. Tabii ki farklı diller, farklı kültürler değerlidir. Ama siz 10 yaşındaki bir Afrikalı çocuğa kendi kültünü öğretmeden bir başka dili ve kültürü mecbur kılarsanız; bu durum değerlerin ve kültürün sömürüsüne girer.

Kaynak: ( Güray Alpar, Değişen Dünyada Fransa’nın Değişmeyen İmparatorluk Hayali )

 

Afrika kıtasında, Fransızca konuşulan bölgeler incelendiği zaman Fransızca’nın nasıl bir etki yarattığı ve Fransa’nın neden hâlâ bu bölgelerde olduğu da açıkça ortaya çıkıyor. Elit bir kesimi kendi kültürü ile yetiştiriyor ve bunlar vasıtası ile bu ülkeler üzerinde kontrol mekanizmaları oluşturuyor. Fransa bu şekilde oluşturduğu kontrole “ahlâkî fetih” (conquête morale) ismini veriyor.( ALPAR, 2020)

 

Sonuca dair

Sömürgecilik ve sömürü kültürü geniş hatlarıyla ele alınması gereken bir konudur. Ben sadece Fransa ve Afrika özelinde bir pratik yapmaya çalıştım. Bu pratikten çıkardığım öngörüler ise, Fransa’nın temsili olarak bağımsızlık verdiği ülkelerdeki her bir çocuğun geleceği sömürülmeye devam ediyor. Afrika halkı ayağına vurulan prangalardan ötürü hareket kabiliyetine sahip değil. Yalnız değinmekte yarar var ki tarih üzerinden geriye yönelik bir okuma yaptığımızda görüyoruz ki, sağlam temeller üzerine inşa edilmeyen yani insanı ve insani değerleri merkezine almayan her türlü sistem yıkılmıştır ve  yıkılmaya da devam edecektir. Bu noktadaki temel mesele ise yıkımdan sonraki sürecin nasıl inşa edileceğidir. Bunu  da zaman içerisinde göreceğiz…

 

Kaynakça

  • Alpar, Güray. (2020), “Değişen Dünyada Fransa’nın Değişmeyen İmparatorluk Hayali”, https://www.sde.org.tr/guray-alpar/genel/degisen-dunyada-fransanin-degismeyen-imparatorluk-hayali-kose-yazisi-17465, (23.06.2020)
  • Kavas, Ahmet.  (2019), “Fransa’nın Afrika’daki can simidi: Sömürge Frankı”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/fransa-nin-afrika-daki-can-simidi-somurge-franki/1386197, (07.02.2019)
  • Kavak, Gökhan. (2020), “Fransa’nın Afrika’daki Sömürgeciliği Devam Ediyor”, https://kriterdergi.com/dis-politika/fransanin-afrikadaki-somurgeciligi-devam-ediyor, (30.09.2020)

 

11 Eylül Panoramasında Artan İslam Karşıtlığı

Kelime olarak “fobi”, korku manasına gelmektedir. Geniş anlamda fobi;belirli nesne, durum ya da kimseler karşısında duyulan yersiz, temelsiz, mantık dışı ancak önlenemez korku ya da önemli bir tehlike kaynağı olmayan bir nesne veya durumla karşılaşma sırasında duyulan inatçı ve aşırı korku olarak tarif edilmektedir. Kasım 1997’de Birleşik Krallık’ta hazırlanan Runneymede’in;“İslamafobi: Hepimiz İçin Bir Meydan Okuma” raporu islamofobiyi; “Müslümanlara olumsuz ve aşağılayıcı kalıplaşmış yargılar ve inançlar atfeden bir dizi kapalı görüşün daha da kötüleştirdiği İslam ve Müslümanlara karşı korku ve nefret” olarak tanımlamıştır. Dışlama, ayrımcılık ve ön yargılar/kalıplaşmış yargılar doğurmaktadır. (Kalın & Esposita, 2021)

Avrupa ve Amerika merkezinde ortaya çıkan yabancıların ve göçmenlerin kendi gündelik hayatlarına sosyal ve kültürel açıdan bir tehdit niteliğinde olduğu anlayışı resmi olarak 11 Eylül’le birlikte yükselişe geçmiştir. Bu anlayış, netice itibariyle dışlayıcı ve kutuplaştırıcı yapısıyla tarih, kimlik, din ve etnisite açısından ayrıştırmayı barındırmaktadır. Medya eliyle toplum üzerinden spekülatif söz ve davranışlar sergilenmekte ve akabinde de dışlayıcı propagandayı sürdürülebilir kılmayı amaçlamaktadırlar. “İslamofobi”,kurgulanan ve sistematikleştirilen bir olgu yerini almaktadır. Bu çerçevede 11 Eylül saldırısından hemen sonra İslam karşıtlığı özelinde bir yapılaşma ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu yapılaşma, aslı itibariyle İslam’ın hedefe konulmasının ve Müslümanların stratejik bir tehdit olarak algılanmasının perdesini aralamıştır. Netice itibariyle de İslam karşıtlığının dünya kamuoyunda meşru bir zemine oturtulma gayreti içerisine girilmiştir. “Selam” yani barış anlamına gelen İslam kelimesinin terörle ilişkilendirilmesi başlı başına gerçeğe aykırı bir durumdur. ABD’nin Irak ile Afganistan’ı işgal etme girişimleri bu yürütülen meşrulaştırmanın neticesi niteliğindedir. İslam karşıtlığıyla müşterek yapılanma olduğu iddia edilen bir diğer düşmanlaştırılma Antisemitizmdir. “Antisemitizm, çalışmalarının da gösterdiği gibi, kelimelerin etimolojik kökeni her zaman o kelimenin tam kapsamlı manasına ya da nasıl kullanıldığına işaret etmemektedir. Bu durum İslamofobi çalışmaları için de geçerlidir. İslamofobi, (gerçek ya da uydurulmuş) bir günah keçisi ilan ederek iktidar alanı inşa etmek, genişletmek ve bu durumu istikrarlı hale getirmek isteyen dominant gruplar tarafından kullanılmaktadır. Bu dominant gruplar ilan ettikleri bu günah keçisini yine kendilerinin inşa ettiği “biz” tanımının dışında bırakmakta ve kendilerinin yararlandığı kaynaklardan ve haklardan mahrum bırakmaktadır. İslamofobi sabit ve negatif değerler atfedilmiş ve tüm Müslümanlar için genellenmiş bir “Müslüman” kimliği inşa ederek Müslümanları ötekileştirmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus İslamofobinin bize Müslümanlar ve İslam’dan daha çok İslamofobik şahıslar hakkında bilgi verdiği gerçeğidir. En son olarak şunu belirtmek gerekir ki Müslümanların ya da İslam dininin makul bir şekilde eleştirilmesi ile Müslümanlara yönelik nefret söylemleri üreten İslamofobik tutumlar birbirinden net bir şekilde ayrılmalıdır.” (Bayraklı & Hafez, 2016)

The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)
The twin towers of the World Trade Center billow smoke after hijacked airliners crashed into them early 11 September, 2001. The suspected terrorist attack has caused the collapsed of both towers. AFP PHOTO/Henny Ray ABRAMS (Photo credit should read HENNY RAY ABRAMS/AFP via Getty Images)

Bir çatışma dili olarak üretilen İslamofobi olgusunun tarihi kökleri Haçlı Seferleri’nin de öncesine, İslam’ın ilk yayılış dönemlerinde Hristiyanlarla olan temaslarına kadar gitmektedir. İlk dönem Doğu ve Batı Hristiyanlarının İslam algısı, bugün hâlâ hâkim olan ama 19. ve 20. yüzyıllarda sekülerize edilmiş İslam algısının prototipi şeklindedir. İslam’ın ve Müslümanların değişime kapalı, batılı değerlerle uyuşmayan, irrasyonel ve cinsiyet ayrımcı telakki edilmesi, Müslüman zihnin akılcılıktan yoksunluğu, İslam’ın özü gereği şiddeti yücelttiği temaları, Müslümanlığın ilk dönemlerine kadar gitmektedir. Ancak Batı ve/veya Hristiyan dünyasında her daim statik ve hep olumsuz İslam algısı ve imajının hâkim olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Olumsuz bakışın yanı sıra olumlu bakışın da var olduğu uzun dönemler de olmuştur. Dolayısıyla, “Müslümanlar ile diğerleri arasındaki kaçınılmaz ilişki biçimi çatışmadır”. iddiası gerçekçi değildir. Üstelik tarihi verilerin bu iddiayı desteklemediği, bunun İslamofobik çevrelerin iddiası olduğu açıktır. (Baştürk, 2015)

İslamofobi düşüncesi dünyanın önemli bir kısmını (Müslümanları) hedef alan bir girişimdir. ABD’nin Afganistan ile Irak’ı işgal girişimleri; din, kimlik ve etnisite farklılıklarıyla heterojen yapıya sahip dünyamızı tek tipleştirerek homojen bir yapıya dönüştürme amacıyla hareket edildiğinin somut örnekleridir. Batı bu durumu kolay sahiplenmiş ve içselleştirmiştir. Nitekim üstten bakan tavrı itibariyle benimsemesi Batı için kolay bir durumdur. Batı merkezci tavır, Batı dışı toplumlarında aynı zaviyeden bakmakta olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Müslümanlar bütünüyle reddedilmese bile, ‘yabancı’, ‘farklı’ ve ‘normal olmayan’ vatandaşlar kategorisinde yeni dünya düzeninde bir yerlere konumlandırılması gereken ‘özel nüfus’ olarak algılandırıldılar.” (Tekin, 2017)

İslam ile dolayısıyla da Müslümanları bir tehdit olarak tanımlayan “İslamofobi”, ABD’nin Yüzyılı Projesine alan açan ve küresel siyasette işgal girişimlerine ve müdahalelerine meşru bir zemin kazandırılması 11 Eylül ile mümkün kılınmıştır. İslam’ın ve Müslümanların varlığı Batı özelinde bir tehdit olarak nitelendiren bir takım elitist entelektüellerin yorumları 11 Eylül sonrası için Amerika’nın dış politikasında etkili olmuştur.

11 Eylül Öncesi Küresel Tehdit

II’inci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler iki kutuplu bir seyir halindeydi. Savaş sonrasında dünya, politik anlamda ABD’nin başını çektiği kapitalist devletler bloğu ile Sovyet Rusya’nın başını çektiği komünist devletler bloğu şeklinde ikiye ayrıldı. Bu andan itibaren uluslararası mücadelenin yeni adı Soğuk Savaş, düşman ise Komünizm ve onun temsilcisi ise Sovyet Rusya’ydı. 1947 yılında ABD Başkanı Truman tarafından başlatılan komünizm ile mücadele, ABD’nin etkisi altında başta Avrupa olmak üzere hemen bütün dünyada kısa sürede ülkelerin iç politikalarının en önemli konusu haline geldi.(TUNA KOCAOĞLU, 2020) Uluslararası alanda da ülkelerin dış politikalarında belirleyici unsur konumunu alan komünizm, küresel bir tehdit niteliğindeydi. Kapitalist devletler ile komünist devletler bloklarında ayırt edici en önemli husus iktisadi alanlardaydı. Toplumların dini, dili, kimliği ve etnisitelerinde ayrım söz konusu dahi değildi. Bloklar içinde yüksek düzeyde ekonomik ve siyasal işbirlikleri yapılmıştır.

Sovyetlerin Afganistan’ı İşgali

Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine Afgan halkı cihat sürecini ilk etapta Abdullah Azzam tarafından yönetmiştir. Dünyanın dört bir tarafından cihat için Afganistan’a binlerce kişi Afgan yerel mücahitlerle birlikte kamplarda eğitim ve doktrinasyon sürecinden geçerek bizzat sıcak çatışmalarda yer almışlardır. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme kararı almasıyla beraber cihat neticesinin zaferle sonuçlandığına kanaat getirmişlerdir. Ayrıca bu dönemdeki Afgan cihadı hem ABD ve Batı ülkeleri hem de Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından aşırı düzeyde desteklenen bir süreç olmuştur.

Afgan cihadı başladığı yıllarda Usame bin Ladin aslında Suudi Arabistan’daki resmi Vehhabi görüşe tabi olan ve Suudi ailesiyle de iyi ilişkiler içinde olan bir işadamıdır. Ayrıca cihada katılması bizzat Suudi ailesinin teşviki ile gerçekleşmiş, Suudi Arabistan’ın izlediği politikanın sahada tatbik eden en önemli kişilerden biri olmuştur. Suudilerin ABD ile olan iyi ilişkilerinden dolayı Usame bin Ladin o dönemde ABD basını tarafından da özgürlük savaşçısı olarak yüceltilmiş ve müttefik olarak görülmüştür.

Gerek ABD’nin gerekse de Avrupai devletlerin bir cihat oluşumuna desteği aslı itibariyle komünizmin şiddetli bir tehlike olması hasebiyle gerçekleşmiştir. Sovyetlerin yıkılışıyla beraber tek kutuplu yapıya bürünen dünyada, mücadele edilmesi gereken küresel nitelikte bir düşmana ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç 11 Eylül sonrasında netleşerek meşrulaştı, o da İslamofobi olmuş oldu.

11 Eylül Sonrası İslamofobi’nin Şiddetlenmesi

Tarihsel açıdan dünya kamuoyunda güç sahibi elitlerin olaylar neticesinde algılar oluşturmada başarılı olmuşlardır.  11 Eylül ve sonrası için bu durumun en somut örneği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Karalama ve kötüleme açısından bir nevi şiddete maruz kalan Müslümanlar, öteki olmayı kabul etmeseler de gücün temsilcilerine karşı yekvücutta mücadele edememektedir. El-Kaide’nin üstlendiği 11 Eylül 2001 tarihindeki Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan intihar saldırıları dünya tarihini derinden etkilemiş ve uluslararası ilişkilerin gidişatını değiştirmiştir. 11 Eylül saldırısına ABD ile Avrupai devletlerin yapmış olduğu en önemli ve dikkat çekici analizlerin İslam karşıtlığı noktasında ortak paydada buluşulduğunu görmekteyiz. Daha evvelden Soğuk Savaş öncesi ve sonrası olarak 1990’ların başı, uluslararası ilişkileri betimlemede en fazla kullanılan kavram iken 11 Eylül 2001 tarihi, Soğuk Savaş’ın bitimi (1991) konseptinin de üzerine oturarak yakın tarihin en önemli dönüm noktası ve konsepti haline gelmiştir. 11 Eylül saldırısı sadece Irak Afganistan işgallerini değil, etkisi on yıllar hatta yüz yıllar sürecek İslamofobi’yi güçlendirdi. (İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül, 2017) 11 Eylül sonrası Jacques Derrida’nın; “burada stratejileri ve iktidar ilişkilerini görmek zorundayız. Hâkim güç, şartlara uygun yorumu ve terminolojiyi yerel ve dünya çapında meşrulaştırmayı veya hukukileştirmeyi başaran odaktır” (Devetak, 2017) İslam düşmanlığı özelinde sergilenen bu düşünce ve söylemler aydınlanma sonrası ortaya çıkan rasyonalist kibrin tezahürüdür. Modern seküler dünyanın zıttı olarak İslam’a ve Müslümanlara saldırıp Batı rasyonalizmini küllerinden yeniden doğurmaya çalışan bir zihniyettir.

BERLIN, GERMANY – AUGUST 18: Supporters of the pro Deutschland right-wing anti-Islam group hold up signs showing a mosque with a red line through it outside the Sahaba Salafite mosque on August 18, 2012 in Berlin, Germany. Approximately 80 pro Deutschland supporters are in Berlin to demonstrate outside Salafist, Muslim and left-wing buildings over the weekend. Similar demonstrations by the group in Bonn and Solingen earlier in the year sparked violence between Salafite counter-demonstrators and police. (Photo by Sean Gallup/Getty Images)

Sovyetler Birliğinin dağılmasının akabinde Batı özelinde komünizmin yerine İslam ve Müslümanlar düşman ilan edilmişlerdir. Soğuk savaş sonrası uluslararası siyasette yok olan düşmanın yeri 11 Eylül saldırısı ile dolduruldu. (Barnett, 2005) İslam’ı korku objesi haline getirecek söylem 11 Eylül terör saldırılarıyla vücut bulmuştur. 11 Eylül 2001 ikiz kule terör trajedisi de kültürler ve medeniyetler savaşının politik kazanç olarak kullanımına bir örnek olduğunu yakın tarih gösterecektir. (Tarhan, 2015) . Jeopolitik yorumcu Barnett, 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin eski güç çıkarlarını korumak ve Pentagonun yeni haritaları için, soğuk savaş sonrası tanımlanan çevreleme stratejisi yerine postmodern jeopolitik yöntemlerle küresel askeri operasyonlara stratejik bir kılıf hazırlandığına dikkat çeker. Dünyayı yeniden şekillendiren bu postmodern yeni dönemin kimliği henüz belirlenmemekle beraber oldukça tartışmalıdır. “Tek kutupluluk”, “küreselleşme”, “terörizm”, “önleme”, “postfordizm” veya “neo-liberalizm” kavramları yanında “yeni saldırı ve sömürgecilik”, “digital devrim”, “siber güvenlik” ve “çok kutupluluktan” bahsedilebilir. (Barnett, 2005)

Sonuç

Düşmanlığı sıradanlaştırdığınızda ve ayrımcılığı içselleştirildiğinizde, tüm siyasi anlayışlar buna göre tesis edilir, kanunlar öyle yorumlanır ve toplumsal algılar ona göre şekillenir. Toplu yanlışlıklar, sıradan ve normal bir durummuş gibi lanse edilir. İslam düşmanlığı da yürütülen algı operasyonları neticesinde bir normalleştirmenin gerçekleştiği ortadadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünizmin Batı için bir tehlike olmaktan çıkması ile birlikte, Batılı güçler yayılmacı ve müdahaleci politikalarını meşrulaştırmak amacıyla yeni bir düşmana ihtiyaç duydular. Eski düşmanının yerine yeni bir düşman arayışı girişimleri Müslümanları hedef haline getirdi. Böylece yavaş yavaş gelişen Müslümanların ötekileştirilmesi, akabinde 1990’lı yıllarda İslamofobi olarak adlandırılan Müslümanlara karşı bir hareketin gelişmesine olanak sağladı. Avrupa Birliği ülkelerinde yapılan araştırmalar ve kamuoyu yoklamaları bu ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşı ayırımcılık, dışlama, nefret ve saldırıların sürekli artmakta olduğunu göstermektedir. Bu karşıtlık, 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırılar ve bu saldırıları müteakiben İspanya, Londra, Paris, Brüksel, Berlin ve Manchester gibi Avrupa başkentlerinde gerçekleşen saldırıların ardından endişe verici boyutlara ulaştı. Bu saldırıların ardından popülerlik kazanarak gittikçe daha fazla tartışılmaya başlanan İslamofobi kavramı; İslam ve Müslümanlara karşı rasyonel olmayan bir tür kuşku, korku, kin, nefret ve düşmanlık besleme anlamında kullanılmaktadır. (Aktaş, 2014) 11 Eylül itibariyle dünya kamuoyunda şiddetlenen ve meşrulaştırılan İslam ve Müslüman karşıtlığı çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Kutsal mekânlara saldırıların arttığı gibi gündelik yaşamda dini ritüelleri yerine getiren Müslümanlara karşı kin ve nefret söylemi gittikçe artmaktadır. Özgürlüğüne ve insan haklarının hiçe sayılmasını öngören anlayışlar sadece söylem boyutunda kalmayıp, fiili olarak saldırgan tavır sergilenmektedir. Bunların yanı sıra İŞİD, DAEŞ yahut El-Kaide gibi terör örgütlerinin İslam ile bütünleşik olmadığını Müslümanların gerek davranışlarıyla gerekse de söylemleriyle fikri mücadeleye sımsıkı ve güçlü bir şekilde sarılmalıdır. Uluslararası haber ajansları vasıtasıyla kara propaganda hedefinde olan Müslümanlar, bu durumu içselleştirmeden medeniyetlerine sahip çıkarak ve meşru yöntemlerle mücadeleye devam etmelidir.

Kaynakça

  • AKTAŞ, M. (2014). Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 31-54.
  • Barnett, T. P. (2005). Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış. 1001 Kitap.
  • BAŞTÜRK, L. (2015, Ocak 31). Dünya Bülteni. İslamofobi DÜBAM’da masaya yatırıldı: https://www.dunyabulteni.net/dubam/islamofobi-dubamda-masaya-yatirildi-h321092.html adresinden alındı
  • BAYRAKLI, E., & HAFEZ, F. (2016). European Islamophobia Report 2015. SETA.
  • DAĞ, A. (2014). Ölümcül Şiddet ve Baudrillard’ın Düşüncesi. İstanbul: Külliyat Yayınları.
  • Devetak, R. (2017). Post Yapısalcılık. C. R.-S. Andrew Linklater içinde, Uluslararası İlişkiler Teorileri (s. 254-255). İstanbul: Küre Yayınları.
  • İslamofobi’nin Taşyıcı Kolonu: 11 Eylül. (2017, Eylül 11). European Islamophobia Report: https://www.islamophobiaeurope.com/tr/islamofobinin-tasiyici-kolonu-11-eylul/ adresinden alındı
  • KALIN, İ., & ESPOSITA, J. L. (2021). İslamofobi. İstanbul: İnsan Yayınları.
  • ÖZTÜRK, S. (2019). Küresel Terör Örgütü el-Kaide’nin Gelişimi ve Ön Plana Çıkan Liderleri Bağlamında “Cihad” Anlayışının Geçirdiği Değişimler. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 167-196.
  • Tarhan, N. (2015). Şiddetin Psikososyopolitik Boyutu. C. T. Ejder Okumuş içinde, Şiddet Karşısında İslam (s. 127). İstanbul: DİB.
  • TEKİN, A. R. (2017). Postmodernizm Perspektifinden 11 Eylül ve İslamofobi: Üretilen Korkunun Temelleri. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 97-121.
  • TUNA KOCAOĞLU, C. (2020). Soğuk Savaş Yıllarında Türkiye’de Komünizm Karşıtı. Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 33-51.

 

Ekoturizm: Şavşat Şehri Örneği

Dünya Turizm Örgütü’nün (WTO) tanımına göre turizm; gidilen bölgede sürekli kalmamak ve gelir getirici hiçbir uğraşıda bulunmamak şartı ile bireylerin geçici süre konaklamalarından doğan olay ve ilişkilerin tümüdür. Milattan Önceki dönemlerden beri insanlar turizm faaliyetleri yapmaktaydı. Bu dönemde turizm için en önemli gelişme Sümerlilerin tekerleği icat etmesidir. Tekerleğin icadı ile turizmde ilk sıçrama yaşanmıştır. Bu dönemlerde turizm daha çok sağlık amaçlı olarak kaplıcalara ya da dini amaçlı kutsal bölgelere yapılmaktaydı. Sanayi Devrimi sonrasında gelişen teknolojiyle, ulaşımın kolaylaşmasıyla, seyahat acentalarının oluşması, turizmde ikinci sıçrama dönemine neden olmuştur. Bu dönemde turizm, kitlesel olarak dinlenme temelli deniz – kum – güneş çerçevesinde gelişmiştir. Postmodern dönemde ise küreselleşmenin etkisi, bireyselleşme ve farklılaşma çabaları, boş zamanı değerlendirme amacıyla turizmde üçüncü sıçrama dönemi yaşanmıştır. Kitlesel turizm  ikinci planda kalmıştır. Bu dönemde en çok yapılan turizm türlerinden biri kalabalık şehirsel yaşamdan bunalan insanların kişisel deneyimlere dayanan doğa, kültür, eğitim ve hobiye dayalı otantik deneyim sunan kırsal bölgelerde yaptıkları turizm olmuştur. Böylece turizm coğrafyasına ekoturizm kavramı eklenmiştir.

Ekoturizm, bir yerdeki geçmiş ve şimdi var olan kültürel ifadeler kadar, doğayı, yaban hayatını ve doğal bitkisini inceleme, doğa hayranlığı, görünüşünden zevk alma gibi belli amaçlarla kısmen bozulmamış veya kirletilmemiş doğal alanlara yapılan seyahattir. Ekoturistler için en önemli olan doğayla iç içe olmak, yerel halkın kültürünü ve yaşayışını deneyimlemektir. Bu fikri benimseyen ekoturistler; Yağmur ormanları, Uzakdoğu ve Afrika gibi ülkelere özgün deneyimler yaşamak için çok fazla harcama yapmaktan çekinmeyip uzun mesafeler kat etmektedirler. Türkiye’de birçok bölge ekoturizm yapmak için elverişlidir. Gerek doğal kaynakların zenginliğinden gerek kültürel zenginlikten dolayı Doğu Karadeniz ekoturizm yapılabileceği en iyi bölgelerden biridir. Doğu Karadeniz Bölgesinde en önemli ekoturizm destinasyonlarımız Rize – Ayder yaylası ile Trabzon – Uzungöl’dür. Fakat bu bölgeler taşıma kapasitesini aşmıştır. Kırsal bölgeye ferahlamak için gelen ekoturistler yoğun nüfus ve kargaşa ile karşılaşmaktadır. Bu da bize ekoturizm için olan talebi göstermektedir. Yoğun talebi karşılamak için çevre bölgelerde ekoturizm alanları geliştirilmeli ve tanıtımı yapılmalıdır.

Tanıtımı yapılıp geliştirilmesi gereken ekoturizm kapasitesi olan şehirlerimizden biri Şavşat’tır. Şavşat, Artvin’in ilçesi olup Gürcistan, Ardahan, Artvin ve Borçka’ya komşu olan şehrimizdir. Kırsal alanları, doğal güzellikleri, kültürel öğeleri sayesinde 2015 yılında sakin şehir unvanını almıştır. Sahara-Karagöl ile Hatila Vadisi korunan milli park bölgelerdir. Ayrıca birçok nadir bulunan bitki türleri tabiat anıtı ilan edilmiş ve çeşitli sözleşmeler ile koruma altına alınmıştır. Sarp dağlardan dolayı arazi yüksek ve eğimlidir. Vadiler çok dar ve derindir.  Düz yerler yok denilebilecek kadar azdır. Topografyasının önemli kısmını Kaçkar Dağları, Sahara Dağı, Berta, Hatila, Papart ve Çoruh vadileri oluşturur. Bu önemli jeomorfolojik alanlar flora ve fauna çeşitliliği açısından çok önemlidir. 200 Ekolojik Bölgesinden biri olan “Kafkasya-Anadolu Hırkan Ilıman Ormanları”, hem de “Kuzeydoğu Anadolu Bitkisel Çeşitlilik Merkezi” içerisindedir. Özellikle vadilerde Karadeniz (Öksin) kökenli bitkiler ile birlikte çok sayıda Akdeniz kökenli bitkiler ve endemik birçok bitki topluluğu bulunmaktadır. Dağların 1300-2100 yükselti aralığında ise Iran- Turan kökenli geniş yapraklı ve iğne yapraklı ormanlardan göknar, sarıçam, meşe, ladin, porsuk, karaağaç, kestane, kayın, kavak, söğüt, huş, gürgen, orman gülü, kara mürver, alıç gibi birçok tür vardır. İçerisinde birçok endemik bitki topluluğu bulunduran sulak vejetasyonlar, tahribatlar sonucu oluşan sulpalpin vejetasyonu, kayalıklar üzerinde ise kaya vejetasyonu bulunmaktadır.

Ali Fuat GÜRSES
Ali Fuat GÜRSES

Şavşat şehrinde bulunan göller, dağ ve vadi alanlarındaki gibi hem biyoçeşitlilik hem de görsellik bakımından yine çok önemli bölgelerdir. Arsiyan Gölleri; Arsiyan Dağı’nın üzerinde 2200 – 2400 metre yükseltide üzerinde yedi adet buzul göllerinden oluşmaktadır. Göllerin üzerinde 12 tane yüzen ada bulunmasından dolayı  çok önemli bölgelerdendir. Arsiyan Dağı’nda birçok çalı ve çiçek türleri bulunmaktadır. Saklı Göl (Balıklı Göl) ve Rutav Gölü de Şavşat ilçesinde 1500 metreden daha yüksekte bulunan önemli göllerdendir. Bu göller, Arsiyan Göllerinden daha alçakta bulunduğundan, geniş yapraklı ağaçlardan Üvez, Akçaağaç, fındık gibi ağaçlarla çevrili olduklarından farklı bir görsellik sunmaktadır.

Hatila Vadisi’nin biraz ilerisinde bulunan Bazalt Sütunları,jeoturizm açısından önemlidir. Aynı zamanda jeoturizm açısından Peribacaları’nın bulunduğu bölgeler turizm açısından önemli bölgelerdir.

Bu bölgelerde ekoturizmin öğrenmeye dayalı aktivitelerinden omitoloji ( kuş gözlemciliği), doğa fotoğrafçılığı, yaban hayatı gözlem, botanik, turizm potansiyellerine sahiptir. Bu turizm türleri sayesinde; yerel halk için iş imkânları artabilir (tur rehberleri, park bekçisi). Korunan alanlardaki giriş-çıkış kontrolünün yapılması ve girişlerin ücretlendirilmesi sayesinde yerel halkın ekonomik olarak kalkınması sağlanabilir. Oluşturulacak ziyaretçi merkezlerinde verilecek eğitimler sayesinde çevresel eğitim artar. Bu sayede çevrenin ve bozulmaların farkına varılması ile toplumun davranış ve kullanım şekilleri değişir. Doğal ve kültürel miras korunmuş olur. Zengin bitkisel çeşitliliğe ve olağanüstü doğaya sahip olan Artvin ilinde, az maliyetle yöredeki bilinmeyen bitkileri popüler hale getirmek, halkın doğaya duyarlılığını artırarak halkının ekonomik ve kültürel yönden gelişmesini sağlamak, turizmi canlandırmak, ekoturizmin artmasını sağlamak mümkündür.

Sarp kayalıklardan oluşan eğimli dağlık bölgeler de ekoturizmin eğlenmeye dayalı aktiviteler olan dağcılık, safari, balon turizm, yamaç paraşütü, kanoculuk, rafting, zipline bisiklet turizm, atlı doğa gezintisi gibi birçok aktivite yapılabilmesine olanak sağlamaktadır.

Cevizli near Savsat is a small village famous for its log houses. gettyimages

Ekoturizmin en önemli unsurlarından birisi de turistlere otantik deneyim sağlanabilmesi için yörenin kendine has kültürünün bulunmasıdır. Şavşat şehri sanayi bölgesinden uzak, küreselleşme etkisinin gözükmediği bir yer olduğundan kültürlerini yöre halkı koruyabilmişlerdir. Burada birkaç kültür bulunmakla birlikte en fazla Kafkas kültürüne ait yeme-içme, dans, müzik değerleri bulunmaktadır. Ayrıca köylerdeki mimari de küreselleşmenin etkisinde bulunmamış, kendine özgü mimari süslemesi bulunmaktadır. Şavşat evleri yalnızca ahşaptan ya da altı taş,üstü ahşap olmak üzere inşa edilmiştir.

Şavşat şehri ekonomik kazanç elde edilebilecek faaliyetler açısında uygun olmayan şehirlerden biri olduğundan göç veren şehirlerimizdendir. Ekoturizmin bu bölgede gelişmesinin sağlanmasıyla hem yöre halkının geçimine katkıda bulunacaktır hem de Türkiye’de turizmin tek geliştiği bölge Akdeniz olmaktan çıkıp Akdeniz bölgesinin yükünü de alacaktır. Tabii burada dikkat edilmesi gereken nokta ekoturizmin sürdürülebilir turizm içerisinde yapıp taşıma kapasitesini aşmamak ve bölgeye özellikle endemik türlere zarar vermemek gerekir. Ekoturistlerin çevreye etkilerini en aza indirmesi ve ev sahibi kültürlere saygı duyması gerekmektedir.

Kaynakça

  • Alkan, C. (2015). Sürdürebilir Turizm: Alaçatı Destinasyonuna Yönelik Bir Uygulama, Yaşar Üniversitesi, 10/40
  • Çoruh, S. (1979). Turizm Ekonomisi. Ankara: Güven Matbaası.
  • Eminağoğlu, Ö. (2015). Artvin’in Doğal Bitkileri
  • Erdoğan, N. Erdoğani İ. (2005). Ekoturizm Betimlemeleriyle İletilenlerin Doğası
  • Nuray, T. (2012). Turist Rehberlerinin Ekoturizm Alanındaki Yeterlilikleri: Doğu Karadeniz Örneği, Balıkesir
  • Kozak, M. A. Evrem, S. Çakır, O. (2013). Tarihsel Süreç İçinde Turizm Paradigması. Turizm Araştırmları Dergisi, Cilt 24, S:7*22
  • Gürses, A. F., Karagöl-Şavşat, 2018, (https://alifuatgurses.myportfolio.com/karagol-savsat), Artvin
  • https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/56784

Göbeklitepe Neyi Yıktı?

Göbeklitepe, 12.000 yıllık büyük tarihiyle günümüzde hala birçok gizemini koruyan kazılması gereken birçok katmanı olan ve kendimizi anlamamıza yardımcı olacak insanlık tarihi hakkında deliller ve ipuçları barındıran insanlığın bugüne kadar bulunmuş en eski yapısıdır. Yapı, gerek keşfedilişiyle gerekse yıllar içinde yapılan kazılar ile gün geçtikçe daha önemli bir konuma yükselmektedir. Daha başka yeni keşifler yapılana kadar da insanlık tarihinin sıfır noktası olarak kalacaktır.

Öncelikle Göbeklitepe’nin günyüzüne çıkarılış sürecine bakmakta fayda var. 12.000-14.000 yıl önce inşa edilmeye başlandığı düşünülen ve bugüne kadar bulunmuş en eski insan yapımı tapınak olarak kabul edilen Göbeklitepe, binlerce yıl gizli kaldıktan sonra yöre halkından bir kişinin tarlasını sürerken sabanına takılan bir taşı müzeye 1983 yılında teslim etmesiyle ortaya çıktı. Göbeklitepe, arkeologlar tarafından aynı yıl incelendi ama Türkiye’nin birçok bölgesinde sıkça rastlanan Ortaçağ mezarlıklarından olduğu düşünülerek ne kadar önemli olduğu anlaşılamadı. Bu sebepten dolayı yapının gizemli tarihi üzerinde 1994 yılına kadar ciddi hiçbir çalışma yapılmadı. Şanlıurfa müzesinde çalışmalar yaptığı esnada Arkeolog Klaus Schmidt’in tesadüfen fark ettiği bir kenara kaldırılmış taş, bu önemli keşfin ilk basamağını oluşturdu. Schmidt’in bu taşın ne kadar önemli ve eski olduğunu anlaması onu bölgeye taşıdı ve alanın gerçek önemini fark etmesine sebep oldu. Böylece Schmidt 1994 yılında bölgede kendi araştırmalarına başladı. Schmidt’ın başlattığı kazılar bugün hala devam etmekte ve uzun yıllar devam edecek gibi görünmektedir. Kazılar kimi otoriteler tarafından insanlık tarihinin bugüne kadar yapılmış en büyük arkeolojik keşfi olarak gösterilmektedir.

Göbeklitepe’nin tarih sahnesinden silinişi, çıkışı kadar ilginç ve sır doludur. Şuanki bulgulara göre tepedeki yapılar bir zaman sonra bilinçli bir şekilde çakıl veya toprak dolgularla gömülmüş ve ardından üzerlerine yenileri inşa edilmiştir. Tabii ki nesiller boyunca devam eden bu işlemler tepenin doğal olmayan yollarla yükselmesine neden olmuştur. Tepe, insanlar tarafından son kez gömüldükten veya son yapının zaman içinde doğal yollarla toprak altında kalmasından sonra 10.000 yılı aşkın bir süre boyunca toprak altında kalmıştır. Yapının uzun yıllar toprak altında bulunmasına rağmen yöre halkı üzerinde gizemli bir şekilde varlığını ve etkisini koruduğu söylenebilir.  Yapının fiziksel varlığı yeni keşfedilmiş olsa da aslında yapı binlerce yıldır varlığını ve etkisini korumuştur. Örneğin Göbeklitepe’ye çok yakın olan ve çocuğu olmayan kadınların dua etmek amacıyla götürüldüğü alanda yapılan incelemede toprak altından doğum yapan kadın tasviri işlenmiş taş bulunmuştur. Bu da yapının nesiller boyunca kültürel hafıza yoluyla taşındığının kanıtlarındandır. Buradan hareketle şunu ifade edebiliriz ki, halk arasında varlığını sürdüren sözlü kültür sadece hurafeler ve efsaneler olarak algılanmamalı. Çünkü belki bunlar büyük bir keşfin şifrelerini taşımaktadırlar.

Göbeklitepe’nin mimari yapısındaki gizemi zaman içinde çözüme kavuşturulacaktır. Fakat bugün elimizdeki veriler bize şunu göstermiştir ki ; dönemin insanları dini bir takım ritüeller yapmak maksadıyla bu yapıları inşa etmişlerdir. Yapılardaki ifadelerin/şekillerin anlamı ve o dönemki insanların neye taptıkları bugün bir sırdır ve büyük ihtimalle yarın da sır olarak kalmaya devam edecektir. Çok katmanlı bir özellik taşıyan Göbeklitepe kazıldıkça daha da derinleşecek ve içinde barındırdığı sıralarla bizleri daha da şaşırtacaktır. Bildiğimiz ve bu güne kadar insanlık tarihi adına inandığımız birçok bilginin değişeceği görülmektedir. Belki de evren ve varlığa ilişkin inanç ve görüşlerimizi değiştirecek ve çok farklı bir paradigmanın oluşmasına yol açacak sırlar ile yüz yüze geleceğiz veyahut eski bildiklerimiz somut kanıtlar ile desteklenecek ve tarih öncesi dönemle ilgili olarak tahmin ettiğimiz tüm görüşler yanlışlanacaktır.

Mimari açıdan Göbeklitepe’nin en önemli tabakasında büyük dairesel planlı odalar yer almaktadır. Şu ana kadar gün yüzüne çıkarılan dört oda bulunmasına rağmen jeo radar taramalarında tespit edilmiş olan ve hala toprak altında olan en az 16 odanın daha olduğu düşünülmektedir. Gün yüzüne çıkarılan ve Göbeklitepe ile özdeşleşen ve yapının merkezinde bulunan T şeklindeki dikili taşların dini bir takım ritüeller yapmak maksadıyla inşa edildiğini göstermektedir. Merkezdeki T şeklinde taşlar karşılıklı bir şekilde yere gömülmüş ve destek almaksızın dik dururken kenarlardaki T şeklindeki taşlarının arasına duvarlar örülmüştür. Merkez taşlarda kabartma kol ve eller bulunurken bu taşlara herhangi bir yüz tasviri bulunmamaktadır. Kenar taşlarının üzerinde ise yılan, tilki, yaban domuzu ve kuşlar gibi çeşitli hayvanların tasvirleri bulunmaktadır. Merkez taşlardaki el-kol tasvirinin bulunup herhangi bir yüz tasvirinin bulunmaması, taşların insanüstü varlıkları veya farklı bir boyutun varlıklarını temsil ettiklerinin düşünülmesine neden olmuştur.

Göbeklitepe’de yapılan kazılardan elde edilen bulgulara göre; dönem, insanların sosyal yaşamları hakkında da bizlere bir fikir vermektedir. Göbeklitepe halkının avcılık ve hayvancılıkla yaşamlarını sürdürdüğünü, henüz tarımın yapılmadığı dönemde bu yapıyı inşa ettiği düşünülmektedir. Kazılardan elde edilen bulgular arasında çok sayıda yabani hayvan kemiğine rastlanması da insanların avcılık ve toplayıcılık ile uğraştığının büyük bir kanıtıdır. Yani daha Neolitik dönemi yaşayan bu insanlar, en ilkel aletler olan taşlarla bölgede bulunan kireçtaşlarını kesmiş, işlemiş ve yontmuş, tonlarca ağırlığındaki bu taşları 2-3 kilometre öteden taşıyarak tepeye çıkarmış ve dikmişlerdir. İnsanların dini bir takım ritüel ve inanışlarla yerleşik hayata geçtikten sonra inanmaya ve uygulamaya başladıklarına ilişkin bu güne kadarki kabul edilen görüşün aksine elde edilen bulgular, zincirleme bir şekilde insanlık tarihini etkileyebilecek bilgiler sunmaktadır.  Sadece bu ihtimalin var olma olasılığı bile insanlık tarihi ve insanlığın kendisi için çok şaşırtıcı ve büyük bir olaydır.

Öte yandan Göbeklitepe’nin bulunduğu alanın konumu, keşfedilen devasa boyutlu taşlar ve bu taşların getirildiği mesafenin uzaklığı ve devasa bir inşaat alanı; dönemin insanlarının, sanıldığının aksine büyük bir organizasyon yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir. Bununla birlikte uzun bir zaman dilimini kapsayan çağın ilerisinde bir mühendislik bilgisine ve aynı zamanda taşların şekillendirilmesi için gerekli olan jeoloji bilgisine de sahip oldukları yorumunu güçlendirmektedir.

Sonuç olarak bulunduğu tarihten itibaren bilim dünyasında büyük tartışmalara neden olan Göbeklitepe uzun yıllar daha bu tartışmalara merkez olacak gibi görünmektedir. Tüm gizemi; hakkındaki soru ve cevaplardan çok daha önemli olarak bilim dünyasında neredeyse kesin olarak kabul edilen teorilerin sadece bir arkeolojik kazı ile nasıl yerle bir olabileceğini ve bu teoriler yerine hızlı bir şekilde yeni ve daha doğru teorilerin nasıl kurularak bilim dünyasının insanlık tarihini araştırmaya ve aydınlatmaya devam ettiğini en yakın örnekleriyle görmüş ve öğrenmiş oldum. İnsanlık tarihi konusundaki kesin diye ifade ettiğimiz yüzyıllara dayanan araştırma ve bu araştırmalara dayalı birçok bilim insanının oluşturduğu açıklamaların ve kabullenin, bir çiftçinin bulduğu bir taş ile bir anda değişmesi asıl sarsıcı olandır.

Son olarak belki de asıl ironik olan, Anadolu’nun ücra bir köşesinde yaşayan sıradan bir çiftçinin tarlasını sürerken bulduğu taşın önemini anlayarak müzeye götürmesi ama bilim insanları tarafından taşın gerçek değerinin anlaşılmasının on yılları almasıdır.

 

KAYNAKÇA

Yorum: İslamofobinin Türkiye Yansımaları

Türkiye’deki İslamofobiyi anlatmadan önce genel manada İslamofobiyi açıklamamız gerekir. İslamofobi; İslam’a, Müslümanlara ve Müslümanların değerlerine nefret ve kin beslemek İslam’dan ve Müslümanlardan korkmak anlamlarına gelir. İslamofobi, kelime olarak ilk defa 1991 yılında kullanılmış olup 11 Eylül saldırılarıyla da lügatimizde iyice yer edinmiştir. Tabi ki İslamofobinin başlangıcı 1991 yılı değildir. İslam’ın doğuşuyla beraber Mekkeli müşrikler islamofobik bakış açısına sahip olmuşlardır. Daha sonra Tarık Bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethiyle Avrupa’da da İslamofobik hareketler görülmüştür.

İslamofobinin ülkemize giriş zamanı olarak Osmanlı’nın son dönemlerini işaret edebiliriz. Osmanlı, yıkılış dönemindeyken devleti tekrar ayağa kaldırmaya çalışanlar, bazı önerilerde bulunmuşlardır. Bu düşüncelerin en önemlileri ise İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Batıcılıktır. Buradaki Batıcılık anlayışını açmak gerekirse bizi Doğu’ya bağlayan her şeyden bağlarımız koparıp yüzümüzü sadece Avrupa’ya çevirmemiz gerektiği anlamına geldiğini iddia edebiliriz. Bu Batıcılık anlayışını ortaya atan kişi, Abdullah Cevdet isimli Osmanlı siyasetçisidir. Abdullah Cevdet aynı zamanda İttihat ve Terakki partisinin kurucularındandır

İslamofobinin ülkemize ilk girişi bu Batıcılık anlayışıyla gerçekleşmiştir diyebiliriz çünkü daha sonraki zamanlarda bu Batıcılık anlayışı modernleşmenin tek kapısı olarak görülmüştür. Cumhuriyet döneminde ülke siyasetine yön veren gerek aydınlar gerekse siyasetçiler modernleşmek için Avrupa’ya benzemenin gerektiğini söylemeye devam etmişlerdir. Avrupa’ya benzemek için Doğu’dan kopmamızı ısrarla ifade ederek bunun için Osmanlıyı ve onunla beraber geçmişimizi unutmak gerektiği sonucuna varmışlardır. Çünkü zamanında Haçlı Seferleri’ne hedef olan bir devletin düşünce dünyasını Avrupa elbette ki kabul etmeyecekti. Peki geçmişimizin unutulması için ne yapılması lazımdı? Tabi ki İslam’dan kopmak ya da İslam’dan uzaklaşmak lazımdı çünkü Haçlı Seferlerini yapanlar bu seferleri bir ülkeye veya bir zümreye yapmamıştı. Haçlı Seferleri direkt İslam’a karşı yapılmıştı ve bu yüzden Batıcılara göre İslam’dan uzaklaşmak gerekiyordu. Bu gereklilik, zaman içinde Müslümanlara karşı çeşitli şekilde üstü açık veya kapalı şiddete neden oldu. Bu şiddet bazen hakaret bazen gerekli hak ve özgürlüklerin kısıtlanması bazen de gerçek bir fiziksel şiddet olarak dile getirildi. Gelin bu şiddetlere birkaç somut örnek verelim.

Bu şiddet örneklerinden ilki ve bence en önemlisi Türkiye siyasetinden ve gündeminden en uzak olan kişinin dahi bildiği 28 Şubat olayıdır. Çünkü 28 Şubat olayı İslam düşmanlığının ilanıdır. 28 Şubat süreci İslam’la yaşayan Müslüman halkının hak ve özgürlüklerine, psikolojisine hatta vücuduna saldıracak kadar ileri gitmiş bir süreçtir. Namaz kılanın fişlendiği, dininin gereği diye başını örtenin devlet dairesine hatta hakkıyla kazandığı okula alınmadığı bu dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz karası dönemlerinden biri olarak yerini almıştır.

Burada parantez açmak isterim. İslam ve İslam’ın değerlerine saldırı bu süreçte başlamamıştır. Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında şapka takmak zorunlu hale gelince dininin gereği olarak şapka takmayıp sarık takan onlarca alime zulmedilip onlarca alim öldürülmüştür. Ezanlar Türkçe okutulmuş hatta TBMM‘de Kur-an’ı Kerim’deki sure isimlerinin değiştirilip bazı ayetlerin çıkarılması gündem olmuştur. Yani 28 Şubat süreci ilk değildir ve biz İslam’ı her platformda savunmazsak sonda olmayacaktır.

İslamofobinin önemli ayaklarından biri medyadır. Çünkü medya insanı manipüle edebilecek bir güçtür ve manipüle etmektedir de. Gerek sinema filmleriyle gerek çıkarılan dergiler veya gazetelerle İslam, Türk halkına kötülenmektedir. Hepimizin gülerek izlediği Yeşilçam filmleri buna örnektir. Yeşilçam filmlerinin bazılarında hiçbirimizin sevmediği insanları kazıklayan ve dolandıran bir bakkal figürü vardır. Bu bakkal figürü daima hacı olur veya evlere temizliğe giden kadın daima türbanlı olur. O türbanlı kadın hiçbir zaman önemli mesleklerde olmaz ya da din adamları, bakkal figüründe olduğu gibi halkı dolandıran kişiler olarak gösterilmiştir. Tabi bu örnekler sadece buzdağının görünen yüzüdür.

Penguan Dergisi,14 Şubat 2011

Bir de bu zihniyetin dergi ve gazete ayağı vardır. Bu zihniyet dergi ve gazeteleriyle yeri geldiğinde alenen, yeri geldiğinde ise üstü kapalı bir şekilde İslam’a ve İslam’ın değerlerine hakaret etmekten geri durmamıştır.  Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi bu zihniyet, İslam ve İslam’ın değerleriyle dalga geçmeyi kendine vazife edinmiştir. Yeri geldiğinde “Allah yok, din yalan” demiş, yeri geldiğinde Müslümana mikrop demiş ve yeri geldiğinde başörtü takan kadını köpeğe benzetecek kadar ileri gitmişlerdir ve bunlar daha nicelerinden birkaçıdır. Zaman zaman yayınladıkları şeyler tepki çektiği için özür dilemişlerdir ama özürlerinin timsah gözyaşlarından bir farkı yoktur.

Bütün bu anlattıklarımız kalın bir ansiklopediyi doldurabilecek bir konunun sadece bir iki yaprağı mahiyetindedir. İslam’ın doğuşundan günümüze kadar devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan hak batıl mücadelesinde her zihniyet zihin dünyasının gereğini yapmaya çalışacaktır. Burada önemli olan bu mücadelede safını doğru belirlemek ve inandığımız değerler uğruna en az batıla inananlar kadar mücadele edebilmektir. Özellikle İslam dünyasının mihenk taşı olan ülkemizde sahip olduğumuz en büyük değer olan İslam’ı bütün zararlı akımlara karşı müdafaa etmektir. Bunun için önce zihin dünyamızı bütün kötülüklerden arındırmalı, çağın sorunlarına cevap verecek ilmi bir birikimi oluşturmalı ve inandığımız değerleri hayatımızda tatbik etmeliyiz. Etmeliyiz ki bizi öldürmeye gelen her şey bizde hayat bulsun.

KAYNAKÇA

 

 

 

Öz Şefkat ve Anne-Baba Tutumu

Kişilik ve benlik gelişiminin oldukça büyük bir kısmının şekillendiği çocukluk yıllarında anne-baba tutum ve davranışları öz şefkat düzeylerinde belirleyici rol oynamaktadır. Mead’e göre çocuk, önce ebeveynlerinin tutum ve davranışlarını gözlemleyerek model almakta ve sonrasında bu tutum ve davranışları içselleştirerek kendi kişiliği ve benliğine dâhil etmektedir. Dâhil ettiği bu tutum ve davranışları ise ilerleyen dönemlerde hem kendisine hem de diğer insanlara yansımaktadır. Nitekim anne baba tutum ve yaklaşımları, çocukların yetişkinlik döneminde kendisine ve diğer insanlara olan şefkat, anlayış ve nezaket düzeyini belirlemektedir.

Öz şefkat düzeyinde etkisi olan anne-baba tutumları çeşitli sınıflara ayrılmaktadır. Bunlar demokratik/dengeli anne baba tutumu, koruyucu anne baba tutumu, otoriter anne baba tutumu ve ihmalkâr/ilgisiz anne baba tutumu olarak gruplandırılmaktadır. Demokratik anne baba tutumu, çocukların kişilik ve benlik gelişimleri açısından en sağlıklı olan tutumdur. Bu tutumu sergileyen anne babalar çocuklarına karşı duygusal destek vererek özgürce yaşamaları için koşullar sunmaktadır. Belli sınırlar dâhilinde anne babalar çocuklarını denetlemekte, izin vermekte ve çocuklarının sorumluluk duygusunu kazanarak öz güvenli yetişmelerine olanak sağlamaktadırlar. Çocuğun kendini gerçekleştirmesine izin veren bu tutum aynı zamanda öz şefkat düzeylerinin gelişiminde oldukça etkilidir. Koruyucu anne baba tutumunda, çocuklar üzerinde çok fazla ilgi ve sevgi olmasına rağmen oldukça fazla müdahale ve korumacı tavır da bulunmaktadır. Çocukların yerine getirebilecekleri sorumlulukların bile önüne geçilerek bu sorumluluklar anne baba tarafından yapılmaktadır. Bu sebeple koruyucu anne baba tutumuna sahip bireylerin çocukları, kendine güvensiz ve başkalarına bağımlı yetişmektedirler. Otoriter anne baba tutumu katı bir disiplin ve yetersiz duygusal destek sebebiyle öz şefkat düzeyini en olumsuz etkileyen tutumdur. Anne babalar çocuğun hiçbir istek ve arzusunu dikkate almadan tamamen kendilerine uygun şekilde düşünmesi, hareket ve itaat etmesini istemektedirler. Sık cezaya başvurulan bu tutumda saldırganlık düzeyinin arttığı ve özsaygı ile öz şefkat düzeyinin olumsuz etkilendiği ifade edilmektedir. İhmalkâr anne baba tutumu ise duygusal desteğin ve disiplinin bulunmadığı tamamen ilgisiz anne babadan oluşması dolayısıyla riskli ve olumsuz tutum olarak dile getirilmektedir. Yapılan araştırmalarda bu tutumu sergileyen anne babaların yetiştirdiği çocuklar da alkol-madde kullanımları ve suç yatkınlığının diğer tutumlara göre daha fazla olduğu sonucuna varılmıştır. Aynı zamanda çocuğun görmezden gelindiği bu tutum içerisinde ilgi ve sevgi hissetmemesinden kaynaklı öz şefkat düzeyinin oldukça düşük olduğu ifade edilmektedir.

İlgili alanyazın incelendiğinde yapılan bir çalışmada, öz şefkat ile erken çocukluk dönemi deneyimleri ve bağlanma arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bu araştırmada iki ayrı çalışma yürütülürken ilk yapılan araştırma sonucunda aşırı korumacı ebeveyn, ebeveynin çocuğa yönelik tutumunun soğuk olması ve anne-baba reddi yüksekliğinin düşük öz şefkat düzeyini ortaya çıkardığı görülmektedir. İkinci çalışma sonucunda ise çocukluk döneminde oluşan güvenli bağlanma stilinin öz şefkat düzeyini arttırdığı sonucuna ulaşılmıştır. Ebeveyn tutumlarının öz şefkat düzeyine etkisinin incelendiği bir diğer araştırmada ise demokratik anne-baba tutumlarının öz şefkat düzeyini arttırdığı saptanırken otoriter anne-baba tutumlarının öz şefkat düzeyini olumsuz yönde etkilediği bulunmuştur. Bahsedilen araştırma bulgularından yola çıkılarak ebeveyn tutumları ve  çocukluk yılları deneyimlerinin öz şefkat düzeyi üzerinde oldukça etkisi olduğu söylenebilir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde çocukluk yıllarında ebeveynlerinden gereken ilgi, sevgi ve şefkati gören çocukların yetişkinlik döneminde kendisine ve diğer insanlara da gördükleri sevgi ve şefkati yansıttıkları söylenebilmektedir. Aynı zamanda çocukluk yıllarında ebeveynleri tarafından şefkat gösterilmeyen, fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalan çocukların yetişkinlik döneminde bunu hem kendisine hem de diğer insanlara yansıttıkları, şefkat düzeylerinin düşük olduğu ifade edilmektedir.  

Öz şefkat gelişimi, bireyin kendisine karşı eleştirel ve yıkıcı olmasını engelleyerek daha şefkatli ve dengeli bir şekilde yaklaşmasını sağlamaktadır. Bu sebeple öz şefkatli bireyler, düşüncelerinin olumlu olmasına özen göstererek yaşadıkları olumsuz düşüncelerin etkisini hafifletir. Ayrıca öz şefkat, bireyin yaşadığı olumsuz durumlar ile başa çıkma kaynağı olabilirken öz şefkatli bireylerin olumsuz olayları bir deneyim olarak gördüğü varsayılmaktadır. Aynı zamanda öz şefkat düzeyi gelişmiş bireyler kendilerine olduğu gibi diğer insanlara karşı da anlayışlı, şefkatli ve nazik davranmaktadırlar. Bu bağlamda kişinin yaşamında öz şefkat gelişiminin önemli etkileri bulunabilmektedir.  Anne ve babaların çocuklarına yönelik yansıttıkları tutumlar, çocukların öz şefkat düzeyini, öz şefkat düzeyi ise çocukların güçlükler karşısında kendileriyle olan ilişkisini belirlemektedir. Anne babaların  çocuklarına yönelik tutum ve davranışları hususunda demokratik tutumu benimsemeleri oldukça önem taşımaktadır.  Ebeveynlere gerekli bilgilendirmelerin yapılması ve bu bilgilendirmelerin ebeveynler tarafından göz önünde bulundurulması sonucu sevgi ve şefkat dolu bireyler yetiştirecekleri öngörülmektedir.

 

KAYNAKÇA
• Allen, A. B., & Leary, M. R. (2010). SelfCompassion, stress, and coping. Social and personality psychology compass4(2), 107-118.
• 
Andiç, S. (2013). Ergenlik döneminde zihni meşgul eden konularla ilişkili değişkenler: Bağlanma tarzları, öz-şefkat ve psikolojik belirtiler (Doctoral dissertation, University of Ankara).
• Germer, C. K., & Neff, K. D. (2013). Self‐compassion in clinical practice. Journal of clinical psychology69(8), 856-867.
• 
Gözübüyük, N. (2016). Okul öncesi dönem çocuklarında davranış sorunlarının anne-baba tutumu ve öz-kontrol ile ilişkisinin incelenmesi (Master’s thesis, Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
• 
Kaya, M. (1997). Ailede anne-baba tutumlarının çocuğun kişilik ve benlik gelişimindeki rolü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi9(9), 193-204.
• 
Kır Demirhan, A. (2020). Beliren yetişkinlerin iyi oluşlarının öz şefkat ve bağlanma özellikleri bakımından incelenmesi (Master’s thesis, Maltepe Üniversitesi).
• 
Küçük, M. (2020). Yetişkinlerin öz şefkat, bağlanma stilleri ve psikolojik iyi oluş özelliklerinin incelenmesi (Master’s thesis, İstanbul Gelişim Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü).
• 
Sezer, Ö. (2010) Ergenlerin kendilik algılarının anne baba tutumları ve bazı faktörlerle ilişkisi. Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dergisi. 1-19
• 
Sümer, N., Gündoğdu Aktürk, E., & Helvacı, E. (2010). Anne-baba tutum ve davranışlarının psikolojik etkileri: Türkiye’de yapılan çalışmalara toplu bakış. Türk Psikoloji Yazıları13(25), 42-59.
• 
Yılmaz, M. T., & Kesici, Ş. (2014). Anne baba tutumları ve kardeş sırasının üniversite öğrencilerinin öz-anlayışlarının gelişimine etkisi. OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 4(6), 131-157.

Analiz: Genel Hatlarıyla Azerbaycan Ekonomisi

1990 yıllarına doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılma süreci hızlanmıştır. Uzun yıllar boyunca SSCB’nin hegemonyasında kalan ve dış müdahalelere kapalı olan Kafkas coğrafyası, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte dış etkilere açık bir hale gelmiştir. Bu çerçevede Kafkasya tehlikeli bir bölge haline gelirken bu durumu fırsat bilen Azerbaycan, Mehmet Emin Resulzade öncülüğünde bağımsızlık harekatı başlatmıştır. Bu bağımsızlık mücadelesi kısa sürede sonuç verdi ve Azerbaycan Cumhuriyeti fiilen kuruldu.

Azerbaycan; 1991 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra önemli siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik problemlerle karşı karşıya gelmiştir. Bu problemlerin arasında sürekli dünyanın gözü Azerbaycan’ın üzerinde olmasına sebep olan problem de ekonomik problemdir. Yeraltı zenginliklerin ve gaz-petrol boru hatlarının geçtiği önemli bir jeopolitik konumu olması hasebiyle dünyanın diğer süper güçlerinin de gözünün buralara kaymasına sebep olmuştur.

Azerbaycan’ın da içinde bulunduğu Kafkasya bölgesi, Rus ekonomisi için tam anlamıyla bir ham madde kaynağıydı. Kuzey Kafkasya’da Rusya’nın içinde bulunan Çeçenistan, Dağıstan, Tataristan gibi özerk cumhuriyetler Rus petrolünün yarıya yakın kısmını üretmektedirler. Güney Kafkasya’daki Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sahip olduğu petrol yatakları da mevcut zenginliğin doğal gaz, altın, gümüş, demir, alüminyum, bakır, çinko, kurşun, uranyum, kobalt, kömür gibi kaynaklar, Rus hükumetleri tarafından, Rus milletinin kalkınması için zamanında epey sömürülmüştür. Diğer taraftan bölgeden geçen boru hatları ve enerji koridorları etnik ve toprak sorunlarıyla örtüşmekte, boru hatlarının yönü ise sorunların çözümünde oluşan bloklaşmalarla paralel bir şekilde gelişmektedir.

SSCB döneminde sistemli olarak Cumhuriyetler arasında bağımlılığı bir anlamda zorunlu kılan ekonomik yapının ani çöküşü, pazar ekonomisine geçişte; ekonomik, siyasi, hukuki bir altyapının olmaması, teknolojinin eski olması, serbest piyasa modelinin bilinmemesi, Ermenilerin işgalci tutumu sonucu topraklarının %20’sinin kaybedilmesi, 1.2 milyon kişinin kendi ülkesinde mülteci durumuna düşmesi ve benzeri sebeplerle üretim durma noktasına gelmiş, sonuç olarak da ekonomi üzerinde inisiyatif tamamen kaybedilmiştir.

Zamanla yürütülen politikanın neticesinde ve Ermenilerle geçici ateşkese varılmasından sonra dikkatler tekrar ekonomi üzerine yoğunlaşmıştır. Azerbaycan 20 Eylül 1994 tarihinde ‘’Asrın Anlaşması’’ olarak adlandırılan Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi ile dünyanın önde gelen petrol şirketleri arasında ‘’Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait bölümünde Azeri, Çırağ, Güneşli Yataklarının Birlikte İşlenmesi ve Paylaşılması Hakkında’’ ilk antlaşma imzalandı.

Azerbaycan’ın tam anlamıyla ekonomisine yoğunlaştığı yıldan yani 1996 yılından itibaren başlayan büyüme hızı 2020’ye kadar artış ivmesinin sürekli değişmesi, iniş-çıkışlı olması suretiyle arttırmıştır. Özellikle 2010-2015 yılları arasında GSYİH( Gayrı safi yurt içi hasılası) zirvede olduğunu görüyoruz. Son günlerde yaşanan Dağlık Karabağ Savaşı’nın beraberinde getirdiği maddi zarar ve covıd-19 sebebiyle ülkenin ekonomisi ciddi anlamda etkilenmiştir. Bu sebeple GSYİH artış oranı son günlerde %2-3 sularında gezmektedir. GSYİH dağılımı ise şu şekildedir: Tarım:%6,2, Endüstri:%51,7, Hizmetler:%42,1 ‘den oluşmaktadır.

Görüldüğü üzere Azerbaycan ekonomisinin en önemli kaynağı endüstriden oluşmaktadır. Bu da bizi Azerbaycan’ın en önemli geliri olan petrol ve gaz üretimine götürmektedir.

Azerbaycan Cumhuriyeti petrol üretimin 1996’dan itibaren ciddi anlamda arttırmış ve petrol ihracatını önemli ölçüde arttırmıştır. Azerbaycan’dan en çok ithal ürün alanlar ise şöyle sıralanabilir: İtalya, Fransa, İsrail, ABD gibi ülkeler başta olmak üzere birçok ülkeye ihracatı devam etmektedir.

(Veriler BBL/D/1K yani varil sayısı üzerinde grafiklenmiştir.)

Görüldüğü üzere petrol üretimi 2008’lere doğru hat safhaya çıksa da 2010’dan itibaren kademeli bir üretim düşüşü yaşanmıştır.

Azerbaycan, doğal gaz rezervi için de dünyada önemli bir yere sahiptir. Diğer doğal gaz üreten ülkeler arasında 1.723 milyar metreküplük hacimle 21. sıradadır. Bu nedenle jeopolitik konum itibariyle dünyada doğal gaz ve petrol çeşitliliği açısından önemli bir yere sahiptir.

Azerbaycan’ın dış borçlanması gelişimiyle ters orantılı bir şekilde artarak devam etmektedir. Ülkeni kuruluşundan itibaren dış borçlanma devam ederken 2020 senesinde dış borçlanma 18.7 milyar dolar olarak kayda geçmiştir.

Ülkenin refahı konusunda önemli yer tutan bir diğer önemli husus ise enflasyon oranıdır. Azerbaycan hiper enflasyon yaşamış bir ülkedir. Kuruluşundan itibaren %25’leri gören enflasyon oranlarıyla mücadele etmiştir. Ermenistan ile yapılan savaş sırasında ülkede sürekli para basılmasından dolayı enflasyon 1994 yılında ciddi anlamda yükselmiş ancak 1995 yılından itibaren uygulanan sıkı politikalarıyla fiyatlar kontrol altına alınmış ve 2020 yılında enflasyon oranı %2,8’e inmiştir.

Genel hatlarıyla Azerbaycan ekonomisini ele aldığımız bu yazımızda elimizden geldiğince Azerbaycan’ın ekonomik durumunu anlatmış bulunmaktayız. Tüm burada anlattıklarımızı özetleyecek olursak yer altı zenginlikleri açısından Orta Doğu’dan sonra en önemli zenginliklere sahip olan Kafkasya’da bulunması ve bu sebeple diğer barbar ülkelerin pençesinde bulunmasına rağmen Azerbaycan gelişme aşamasında olan bir üniter devlettir. Türkiye ile yakınlığı bilinen böyle bir ülkenin ekonomik açıdan çok üstün bir ülke olmasını barbar ülkeler istemeyecektir. Bu anlamda bugün Azerbaycan dış borçlanmayı arttırdığı sürece kendisini tehlikeli bir boyuta sokmaya devam edecektir. Çünkü Azerbaycan ülkesi gelişmekte olan bir ülkedir ki Kafkasya bölgesinde güçlü dediğimiz barbar ülkelerden bağımsız bir güçlü devlet oluşmasına izin verilmemek için elinden geleni yapacakları mutlaktır.

 

KAYNAKÇA:

https://tr.tradingeconomics.com/azerbaijan/wages
http://www.mfa.gov.tr/azerbaycan-ekonomisi.tr.mfa
https://www.investopedia.com/terms/b/bd.asp#:~:text=Barrels%20per%20day%20(B%2FD)%20is%20a%20measure%20of,to%20represent%20this%20production%20measure.
https://www.enerjiatlasi.com/rezerv/dunya-dogalgaz-rezervi.html
İbrahim Yıldırım, Azerbaycan-Ermeni İlişkileri ve Dağlık Karabağ Sorunu, Babıali Kültür Yayıncılığı,2018

Türk Sinema Tarihi

Ülkemizde ilk toplu film gösterimi 1896 – 1897 yılları arasında Sigmund Weinberg tarafından İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. İlk toplu gösterim ise Lumière Kardeşler yapımı “Bir Trenin La Ciotat Garı’na Gelişi” filmi olmuştur. Bu tarihten 14 Kasım 1914 yılına kadar özellikle Lumière Kardeşler’in yaptığı filmler başta olmak üzere yabancı yapım filmler gösterilmiştir.

Ülkemizde çekilen ilk film ise Ayestefano Anıtı’nın yıkılışı ile ilgili Fuat UZKINAY’ın çekmiş olduğu belgesel filmidir. Bu filmle beraber Fuat UZKINAY, “İlk Türk Sinemacı, çekmiş olduğu”, Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmi ise “İlk Türk Filmi” unvanlarını almıştır.

1916 yılında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti aldığı bir kararla sinema çalışmalarına başlamış, Almanya’dan getirttiği aletlerle film çekimlerine başlayan cemiyet, savaştan görüntülerin de yer aldığı haber filmi niteliğinde filmler hazırlamıştır.

Türk sineması, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra film üretimini arttırmıştır. 1945 yılından sonra önemli gişe gelirleri getiren Mısır filmleri, Amerikan macera ve güldürü filmleri ve Türk sinemasının kendi köklerinden beslenen edebiyat uyarlamaları ve tarihsel filmler belirli bir sinema anlayışını beraberinde getirmiş ve sonraki yıllarda çekilen filmler ise bu ana temalar üzerinde durularak çekilmiştir.

1950’li yıllardan itibaren artan film üretimi Türk sinemasının daha fazla istihdam sağlanabileceğinin ve daha fazla üretim yapılabileceğinin sinyallerini vermiştir ve bu sinyaller Türk sinemasının “altın çağı” olarak nitelendirebileceğimiz 1960-1975 yıllarının temellerini atmıştır.

Türk sinemasının üretim verimliliğinin en üst noktaya çıktığı yıllar olan 1960’lı yıllar, aynı zamanda da düzeyli ve kaliteli Türk filmlerinin birbiri ardına vizyona girdiği, ulusal bir kimliğe büründüğü yıllardır. Türk Sineması 1963’ten itibaren renkli film üretmeye başlamıştır. 1967’den itibaren hızla artan renkli filmler, piyasaya hakim olmuştur. Türkiye’de 1960’lı yılların bir diğer özelliği de Türk sinemasının Amerikan sinemasının önünde olmasıdır. 1960’lı yıllarda sinema giderek daha kârlı bir sektör haline gelince, yeni yapımcıların ve yapımevlerinin ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuştur. 1966 yılında Türk sineması 241 filmle, dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırada yer almıştır. Yapım, üretim ve dağıtım gücü hesaba katıldığında 1960’lı yıllar, Türk sineması için altın bir çağ olarak kabul edilmektedir. Pek çoğumuz Yeşilçam’ı biliriz. Yeşilçam tarihsel olarak 1914 yılında başlamış olsa bile çoğu araştırmacı Yeşilçam’ı Türk sinemasının altın çağı olarak gördüğümüz 1960-1975 yılları arasında saymaktadır.

1970’li yıllara gelindiğinde gerek ülkemizde görülen siyasi olaylar gerek halkın ekonomik sıkıntıları, sinema sektörünü kötü etkilemiştir. 1970’li yılların bir diğer darbesi ise ülkemize yavaş yavaş girmiş olan televizyonlardır. Televizyona artan ilgi, kitleleri sinemadan uzaklaştırmış, hatta bu uzaklaştırma bazı sinema salonlarının kapanmasına yol açmıştır. 1977 yılında, Türk sinemasına yasal düzenlemeler hazırlamak, yurt dışında film haftaları düzenlemek, yurt dışındaki festivallere katılacak filmlerin alt yazı kopyalarını üretmek gibi görevleri yerine getirmesi maksadıyla Kültür Bakanlığı’na bağlı Sinema Daire Başkanlığı kurulmuştur.

80’li yıllarda sinema seyircisi “ailelerden” “bireylere” geçişini tamamlamış, “yıldız sistemi” çökmüş, başrol oyuncusuna göre belirtilen filmlerden, yönetmenine göre anılmaya başlanılan sinemaya bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Devlet doğrudan müdahalelerle sinema sektörünü düzenlemeye çalışmış; 1986 yılında sinema, video ve müzik eserleri yasası çıkartılmıştır. Film festivalleri kendi seyirci kitlesini yaratmaya başlamış, Türk filmleri yabancı festivallerde yarışıp ödüller kazanmaya başlamıştır.

Türk Sineması, 90’lı yılları krizle karşılamıştır. Bu süreçte yılda 10 filmden az film çıkmış ve sinema salonları bir bir kapanmaya , özel televizyon kanalları ise birer birer açılmaya başlamıştır. 1995’ten sonra sırasıyla Video – VCD – DVD formatları yaygınlaşarak alternatif izleme alanları ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllarda genç bir yönetmen kuşağı belirmiş, önceleri kısa filmlerle ve senaryolarla hayatını geçindiren bu kuşak, Türk sinemasına yeni bir soluk getirmiştir. İzleyici profili değişmiş, sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır.

2000’li yıllardan sonra ise izleyici profili değişmiş, sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır. Türk filmlerinin teknik düzeyi Dünya standartlarını yakalamış; sinemaya, sinema okullarından yetişmiş eğitimli gençler hâkim olmaya başlamıştır. Türk filmlerinin bütçeleri milyon dolarlık, seyirci sayıları da milyon kişilik rakamlara ulaşmaya başlamıştır. 2004 yılında, 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” çıkarılmış, bu yasa Türk sineması için bir dönüm noktası olmuştur. Film üretiminde ve seyirci sayılarında artış yaşanmıştır. 2005 yılında 30 milyona yaklaşan seyirci sayısı 2019 yılında 59 milyonu aşmıştır. 2019 yılında sadece gişe gelirleri 976 milyon ₺ büyüklüğüne ulaşmış, film sektörünün toplam büyüklüğü 7 milyar ₺’nı aşmıştır.

Türk Sinemasındaki Bazı İlkler:

– İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı’nda yapıldı. (1896)
– Sürekli film gösterilen ilk salon Beyoğlu’nda Sigmund Weinberg tarafından “Cinema Pathe” adıyla açıldı (1908).
– Afişi basılarak yurt dışına satılan ilk Türk filmi “Binnaz” oldu (1919).
– İlk konulu Türk filmleri Sedat Simavi tarafından çekilen “Pençe” ve “Casus” (1917).
– İlk özel yapım şirketleri Kemal Film (1922) ve İpek Film (1928).
– İlk sesli Türk filmi “İstanbul Sokaklarında” Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1928).
– İlk film festivali “Yerli Film Yapanlar Cemiyeti” tarafından düzenlendi. ‘Unutulan Sır’ adlı film en iyi film seçildi (1948).
– İlk renkli Türk filmi “Halıcı Kız” Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1953).
– İlk uluslararası ödülü Metin Erksan’ın yönettiği “Susuz Yaz” aldı. Film, Berlin Film Şenliği’nde ‘Altın Ayı’ büyük ödülünü aldı (1964).

Şu ana kadar yazdıklarım, Türk sinemasının tarihsel gelişimi için yazdığım objektif bilgilerdi ama benim şahsi fikrime göre Türk sineması her geçen gün kötüye gidiyor. Zaman zaman çok iyi filmler çıkarsak da genel olarak ürettiğimiz filmler, ortaya güzel bir şey çıkarmak amacıyla değil, para için oluyor. “Birincisi izlendiyse ikincisini, üçüncüsünü çekmeliyiz, bu film çok izlendi hemen bir benzerini de biz yapalım” düşüncesi yüzünden dünya sinema sahnesinde gün geçtikçe geriliyoruz. Sinemamızda daha güzel eserler görmek umuduyla…

KAYNAKÇA
1. Doç. Dr. Şükrü Sim, Türk Sinema Tarihi, s.27-78 (http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/turksinematarihiu128.pdf)
2. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, (https://sinema.ktb.gov.tr/)
3. www.technopat.net

Dosya: Karabağ Meselesinin Arayüzü

19’uncu yüzyıllarda doğuda yükselen Rusya ile İran, Kafkasya topraklarına karşın bir rekabete evrilmişlerdir. Rusya’nın Kafkasya bölgesine yayılmasından en fazla rahatsız olan ülke, bölge ile iki bin yıllık bağı olan İran’dır. Bu rahatsızlığın da etkisiyle, 1812 yılında Rusya, Avrupa’da Fransa ile mücadele ederken, İran, Rusya’ya saldırdı. Ancak bu saldırıda yenik düşen İran kuvvetleri, 13 Ekim 1813 tarihinde Karabağ’ın Gülistan kentinde barış anlaşması imzalamak zorunda kaldı. (Özyılmaz, 2013) Gülistan Antlaşmasıyla sonlanan savaş neticesinde Güney Kafkasya’da bulunan bereketli Karabağ toprakları Rusya yönetimine geçmiştir. Ardından Ruslar ile İranlılar arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması uyarınca; Revan Hanlığı, Nahçıvan Hanlığı ve Talış Hanlığı Rusya’ya verilmiş ve Aras Nehri’nin bu iki devlet arasındaki sınırı oluşturmasına karar verilmiştir. Gülistan Antlaşması’yla birlikte İran’ın imzaladığı en kötü hezimetlerden biri olarak da kabul edilmektedir. Türkmençay Antlaşmasıyla beraber Azerbaycan toprakları ikiye bölünmüştür. Kuzey Azerbaycan Rusların, Güney Azerbaycan’da İranlıların hâkimiyeti altına girmiştir.

Rusya yalnızca Kafkasya’da hâkimiyet kurma gayreti içerisinde değildi. Rusların “sıcak denizlere inme” politikası ve hedefleri içinde Osmanlı Devleti ile çatışma halindeydi. Bölgesel açıdan Ruslar, Ermeniler ile strateji kurarak sistematik olarak idare etmeyi de planlamaktaydı. Çarlık Rusya’sının Slav topluluklar üzerinde uyguladığı Panislavizm siyaseti, millet-i sâdıka olan Ermenilerle Türklerin arasının açılmasına neden olmuştur. Bölgede hâkim güç konumuna gelmek isteyen Çarlık Rusya’nın uyguladığı bu politika neticesinde “Ermeni Sorunu” ortaya çıkarmıştır. Rusya’nın 1828-1829 Türk-Rus Savaşı’nda Ermenilerin yaşadığı bir kısım toprakları ele geçirmesi, yine Ermenilerin yaşadığı diğer vilayetleri de ilhak etme düşünce ve eğilimlerini cesaretlendirmişti. (Lewy, 2005) Bu süreçte, Rusya’nın kendilerini Türk boyunduruğundan kurtaracağını ümit eden Osmanlı Ermenileri arasında Rus yanlısı fikirler hızla yayılmaya başlamıştır. Netice itibariyle Ermeniler, düşmanla işbirliği yapmaya başlamış ve 93 harbinin zuhur etmesine yol açmıştır. Doksan üç Harbi’nde hızla ilerleyen Rus orduları Doğu Anadolu’da bazı sınır vilayetlerini işgal edince, buralarda yaşayan Ermenilerle temasa geçmiş; ayrıca Rus ordusundaki Ermeniler de Osmanlı Ermenilerini kışkırtmaya başlamıştır. (Karal, 1995)

Çarlık Rusya, Güney Kafkasya’da ele geçirdiği Türk topraklarını “Ermenileştirme” programına başlayacaktır. Ermenileri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve İran’dan Güney Kafkasya’ya göç etmeye zorlayacaktır. Gerçekleşen Osmanlı – Rus Savaşları ardından Rusya; büyük sayılardaki Ermeni nüfusunu hassaten Karabağ bölgesine yerleştirir. Karabağ bölgesine Çarlık Rusya’sı döneminde Ortadoğu’dan göç eden özellikle İran’dan göç ettirilen Ermeni aileleri yerleştirilmeye başlamıştır. (İsmayılov, 2020). 1828 yılında Rusya ile İran arasında imzalanan Türkmençay ve 1829 Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Edirne Antlaşmalarından sonra, Güney Kafkasya’ya özellikle Erivan, Nahçivan, Karabağ bölgesine Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu vilayetlerinden ve İran’ın kuzey bölgelerinden Ermeniler göç ettirilmiştir. 1828 yılında İran’dan 8.249 Ermeni ailesi, yani 40.000’den fazla kişi, Osmanlı Devleti’nden ise, yaklaşık 90.000 Ermeni Güney Kafkasya’ya göç ettirilmiştir. 1831 yılında Karabağ’da Ermeni nüfus 20.00 civarındaydı. Ancak yapılan göç nedeniyle bu rakam 1916 yılında 100.000’i aşacaktır. Böylelikle yüz yıllık süre içerisinde bölgede mukim Azerbaycan Türk nüfusu yüzde 80’lerden yüzde 20’lere düşmüş, Ermeni nüfus baskın hale gelmiştir. Nitekim Rusya’da, ele geçirdiği topraklara Ermenileri yerleştirmeye devam etmektedir. Göçlerle beraber azınlık durumuna düşen Türklerde, ata topraklarından ayrılmak zorunda kalırlar. Bu sayede Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki çatışmanın temelleri atılmıştır. 1980’lerin sonu itibarıyla ise bölgenin statüsü sorun teşkil etmeye başlamış, çoğunluk hale gelen Ermeni nüfusu hak talep etmeye başlamıştır. Bu süreç Dağlık Karabağ’da günümüzde de devam eden çatışmaların altyapısını hazırlamıştır. (Güler, 2020)

Ekim 1917 yılında Rusya’da yaşanan devrimle Çarlık rejimi yıkılmıştır. Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleri Kafkasya’da tedirginlik yaratmıştır. (Mustafayev, 2013) Çar II. Nicolay’ın yerine Lenin gelmiştir. Yıkılan Çarlık Rusya’nın ardından esir konumda olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan bağımsızlıklarını kazanmak için çatışmaya girer. Bolşeviklerin iktidara gelişiyle beraber ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanmaya çalışmışlardır. Ruslar, merkezde kontrolü ele aldıktan sonra Güney Kafkasya’da ki hareketlenmeye müdahil olmuştur. Bölgede ki üç büyük devleti temsilen üç delege seçilerek Kafkasya Yürütme Meclisi kurulur.  Buna mukabil hararetlenen bölgenin sakinleşmesi öngörülmektedir Bu meclisle beraber Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan topraklarında fedaratif özelliğe sahip Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti kurulmuştur. Böylelikle Moskova, SSCB’nin yıkılışı ile her açıdan kaybettiği güç ve itibara rağmen stratejik çıkar alanı olarak tanımladığı “yakın çevre”de halen etkisini büyük oranda devam ettirmektedir. Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti’nin ilanından sonra Kafkasya Yürütme Meclisi içinden bir hükümet kurulmuş olup bu hükümetin beş bakanı Gürcü, üç bakanı Ermeni ve üç bakanı da Türk kökenliydi. (Bozkuş). Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek için Osmanlı Devleti’ne barış teklif etmesinin ardından, iki devlet arasında 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk antlaşması imzalanmış ve Osmanlı Devleti Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum’u Ruslardan geri almıştı. Bu durum Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti’ni oluşturan üç ülke arasında büyük bir anlaşmazlık doğmasına neden olmuştur. Özellikle Ermeniler, Osmanlıların geri aldıkları toprakların kendilerine ait olduğunu ileri sürerek diğer iki toplumun bu konuda sessiz kalmasına tepki göstermişlerdir. Bu anlaşmazlık neticesinde devrimcilerin kendi aralarındaki çatışmaları fırsat bilerek Ermenilerin baskısıyla 1918 yılının Mayıs ayında Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti dağılmıştır. Bu gelişme üzerine Gürcistan ve Azerbaycan 26 Mayıs’ta, Ermenistan ise 28 Mayıs’ta bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylelikle ömrü yalnızca iki yıl olan Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bağımsız olarak kurulan Azerbaycan Devleti, neticesinde Rusya’yı rahatsız etmektedir. Ayrıca Bakü halen Bolşeviklerin etkisi altındadır. Bakü Sovyet ordusu Gence şehrine hareket emri vermiş ve Azerbaycan Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunmuştur. Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa’ya yeni bir ordu kurdurarak Bakü’ye gönderdi. Kurulan Kafkas İslam Ordusu Rusya başta olmak üzere diğer devletleri de tedirgin etmiştir. Nitekim petrol zengini Bakü’nün Türklerin kontrolüne geçmesi sıkıntı arz edecek bir durumdur. 1918 yılının 15 Eylül’ünde Nuri Paşa’nın komutasındaki Kafkas İslam Ordusu, Azerbaycan Milli Meclisi ve Musavat Partisi güçlerince Bakü, Bolşevik-Taşnak-Bakü Sovyeti güçleri ve İngiliz ordusu işgalinden kurtarılarak tarihi bir başarıya imza atmıştır. Azerbaycan’da zaferin ardından başkentini Gence’den Bakü’ye taşır. Ayrıca sözleri büyük düşünür ve şair Ahmet Cevad tarafından 1914 yılında yazılan, zaferin kesinleştiği gün dönemin büyük musikisi Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenen “Çırpınırdın Karadeniz” şarkısı ilk defa bugün söylenmiştir. (15 Eylül 1918: Nuri Paşa Komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü Kurtardı, 2020)

12 Ocak 1920 tarihinde Rusya Devleti dışında toplamda 23 devlet, Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını resmen tanımıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti, Rusya için tehdit niteliğindedir. Nitekim Rusya’nın Panslavizm politikasından ödün vermesi beklenemezdi. Bundan dolayı Rus ve Ermeniler tarafından kurulan 11’inci Kızıl Ordu, 28 Nisan 1920 tarihinde Azerbaycan’ı ele geçirmiştir. Bolşevik yönetim için artık Azerbaycan tehdit olmaktan çıkmıştır. 11’inci kızıl ordu daha sonrasında Ermenistan’da da Bolşevik iktidarı kurmuştur. 30 Aralık 1922 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen kurulmuştur. Böylelikle Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’da SSCB’nin üyeleri olarak birliğine katılmışlardır. Yaklaşık bir yıl sonra SSCB’nin lideri Stalin, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin toprakları olan Dağlık Karabağ’da Ermeni özerk bölgesi oluşturmaya karar verir. Bunun için farklı bölgelerden çok sayıda Ermeni’yi buraya yerleştirir ve Rusların bu politikası kanlı meyvelerini 90’lı yılların sonunda vermeye başlayacaktır.

Sovyetler Birliği 1980’lerde parçalanmaya başladığında yeni önlemler almaya başlamıştır. Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) politikalarıyla bir dizi siyasi ekonomik ve sosyal haklarla halkın Sovyet rejimine karşı güveninin artırılması amaçlanmıştır. Sovyetler Birliği zayıflamaya başlayınca, Ermeniler Karabağ’ın Sovyet Azerbaycan’dan Sovyet Ermenistan’a devredilmesine ilişkin taleplerini dillendirmeye başlamışlardır. Ekim 1987’de Ermenistan’ın başkenti Erivan’da bu talebi desteklemek maksadıyla kalabalık gösteriler düzenlenmiştir. Gösterilerden birkaç gün sonra, 18 Ekim 1987’de, bugün hâlâ sınır bölgesinde zaman zaman yaşanan çatışmaların ilk temeli atılmıştır. Dağlık Karabağ’ın Çardaklı Köyü’ndeki Ermeniler, Bakü yönetiminden çıkmayı talep ederek bölgedeki Azeri nüfusa çeşitli saldırılar düzenlemişlerdir. (Dağlık Karabağ neden önemli, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorun ne zaman ve nasıl başladı?, 2020) İki ülke arasındaki düşmanlık gittikçe hat safhaya çıkmıştır. Buna mukabil iki ülke arasında karşılıklı göçler meydana gelmiştir. 20 Şubat 1988 Stalin tarafından kurulan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinin Ermeni vekilleri bir karara imza atmışlardır. Bu kararla beraber Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine katılmaları yönündedir. Ancak Bakü ve Moskova yönetimi bu kararı sert bir dille reddetmiştir. İki devlet arasında yükselen gerginlik giderek artmıştır. Artan bu gerginlik bölgesellikten çıkıp küreselleşme seyrini almıştır. Bu nedenle iki devleti karşı karşıya getirmemeye çalışılmıştır. Böylelikle Dağlık Karabağ’da Hankendi’den Azerbaycan Türkleri, Şuşa’dan ise Ermeniler çıkarılır. 1989 yılında Moskova, Dağlık Karabağ bölgesinin özerkliğini kaldırarak doğrudan Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bağlanır. Bu ani kararı Ermeniler tanımazlar hatta Ermenistan Parlamentosu Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlandığı kararını ilan etmişlerdir. İki toplum arasındaki anlaşmazlık çatışmaya, 1990’lı yılların başlarında da geniş çaplı savaşa dönüşmeye başladı. Ermeni Ulusal Hareketi ve Azerbaycan Halk Cephesi oluşturulmuştur. Azerbaycan halkı yükselen tansiyon içerisinde bağımsızlık mücadelesine girişmiştir. Kontrolü kaybetmek istemeyen Sovyet Rusya ordusu, 20 Ocak 1990’da Bakü’ye girmiştir. Sovyetler Birliğinde uygulanan yeni ve özgürlükçü politikalar yüzünden tüm bastırılmış düşünceler ortaya çıkmıştır. Demokratikleşme adına atılan özgürlük mantığı ülke içindeki muhalif grupların daha da güçlenerek, devletin kısa sürede iç karışıklıklarla çalkalanmaya başlamıştır. Kendi içerisinde istikrarsızlık ve darbelerle boğuşan Sovyet Rusya için yıkılma çanları çalmaya başlamıştır.

Azerbaycan ve Ermenistan arasında süren Dağlık Karabağ çatışmaları, savaşa döner. Rusların desteğini de alan Ermeniler, 1991’de Hankendi’ni, 1992’de Şuşa ve Hocalı’yı işgal etmiştir. Daha sonra Laçın, Hocavend, Kelbecer ve Ağdere’yi de ele geçiren Ermeniler, 1993’te Ağdam’a girdi. Ağdam’ı, Cebrayıl, Fuzuli, Gubadlı ve Zengilan İllerinin işgali izledi. Ermeniler bu süreçte Azerbaycan Türklerine karşı katliamlar yaptı. Azerbaycan topraklarının yüzde 20’si işgal edildi, 1 milyona yakın Azerbaycanlı da yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ise tamamen dağılmıştır. Ermeniler ise işgal ettikleri topraklarda sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyetini ilan ederler. Ancak hiçbir ülke ve uluslararası örgüt tarafından tanınmaz ve Dağlık Karabağ bölgesinin Azerbaycan’a ait olduğunu kabul ederler. Azerbaycan’ın bağımsızlık sonrası Dağlık Karabağ’ın Sovyet döneminde elde ettiği otonom statüsünü kaldırması da bölgenin bağımsızlığı ve Ermenistan tarafından işgali ile sonuçlanmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Dağlık Karabağ Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toprağı olarak tanınmakta, Ermenistan’ın her türlü girişimi ise uluslararası hukuka aykırı olarak kabul edilmektedir. (Güler, 2020)

Yaşanılan bu gerginlik neticesinde iki devlette faturasını ağır ödemiştir. Ekonomik ve askeri açıdan aşırı derecede yıpranmışlardır. Azerbaycan Cumhuriyeti, 1991 ila 1995 yılları arasında toplamda altı hükümet değişikliğine gitmiştir. Dış borçlarını ödeyemeyen Ermenistan ise tüm endüstriyel kurumlarını yönetimini Rusya’ya devreder. Enerjiden askeriyeye kadar nerdeyse bütün alanlarda Ermenistan Devleti çöküntü yaşayarak Rusya’nın gölgesine sığınmıştır.

19 Eylül 1992 tarihindeyse Sovyet Rusya Güney Kafkasya’dan geri çekilmiş ve dolayısıyla otorite boşluğu doğmuştur. Doğan bu boşluğu doldurmak maksadıyla İran Devleti kuzeyinde bulunan yoğun Azerbaycan Türk nüfusunun ayaklanması ihtimaline karşılık Ermenistan’ı destekler. Yaklaşık 35 milyona yakın bir Türk nüfusundan bahsedilmektedir. Bu nüfus, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toplam nüfusuna oranla üç katıdır ve İran için tehlike arz etmesi de bu nedenledir. 1828 yılında imzalanan Türkmençay Antlaşmasına kadar tek bir parça olan Azerbaycan, yeniden birleşme isteği uyanabilir. Halihazırda Azerbaycan’ın üç temel hedefi vardır. Birincisi, Türkiye ile olabildiğince yakınlaşmaktır. İkincisi, Rusya’nın ikiyüzlü politikaları nedeniyle mesafeli durmaktır. Üçüncüsü ise, Güney Azerbaycan ile birleşmektir. Azerbaycan’ın bu hedeflerini bilen Rusya ile İran, alttan alttan Ermenistan’ı desteklemeye devam etmektedir. Nitekim bu üç hedefin gerçekleşmesi, zengin petrol ve doğalgaz yataklarının Türk egemenliği altına geçmesi demektir.

Azerbaycan’ın girişimleri sonucunda Birleşmiş Milletler ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde çalışmalar başlar. Dağlık Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunmasını teşvik amacıyla 24 Mart 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubunu oluşturmuştur. Grubun eş başkanlıklarını Rusya, Fransa ve ABD üstlendi. Sorunu çözmek için AGİT Minsk Grubu oluşturulmuştur. Pek tabi Rusya bu durumdan rahatsızdır. Buna mukabil Güney Kafkasya’da güç dengeleri sarsılmaya başlayan Rusya, Dağlık Karabağ mevzusuna doğrudan müdahil olur. Rusya bir yandan çözüm grubunun eş başkanlığını yürütürken diğer yandan da belirsizlik yaratarak tarafları elinde tutma politikası gütmüştür. Azerbaycan ve Ermenistan devletlerini Soçi’de bir araya getirir ve geçici ateşkes antlaşması imzalanır. Ancak Ermenistan bu ateşkese uymaz. Nahcıvan ile Karabağ bölgelerine saldırılar düzenler. Bu durum üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dağlık Karabağ Bölgesinin Azerbaycan toprağı olduğu ve Ermenistan’ın bu bölgeyi işgal ettiği kararını alır.

Azerbaycan’da iktidara gelen Haydar Aliyev, savaşı durdurmak maksadıyla bir fiil çalışmalar başlatır. 12 Mayıs 1994 tarihinde Ermenistan ile tekrardan ateşkes antlaşması imzalanır. Ermenistan-Azerbaycan arasında 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasından önce ve sonra Rusya’nın Ermenistan’ı silahlandırması sürekli gündeme gelmiştir. Geçmişte imzalan ateşkeslerle birlikte bu ateşkesi de Ermenistan bozmuştur. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi aldığı kararla Ermenistan’ı “saldırgan” devlet olarak nitelendirir. Dünya kamuoyunda da haklılığı ispatlanan Azerbaycan’a saldırgan tavrından ödün vermeyen Ermenistan, Rusya’nın bir politikası olduğu aşikardır. Nitekim Rusya, 1993 ila 1996 tarihleri arasında Ermenistan’a toplamda 1 milyar liralık silah yardımında bulunmuştur. Ayrıca Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, 2010 ila 2018 yılları arasında Rusya’nın Ermenistan’a 50 bin ton silah gönderdiğini söylemiştir. Nitekim Ermenistan, Rusya’nın Kafkasya’da ki en önemli stratejik ortağıdır. Bu bağlamda Rusya’nın politik çizgisi; Azerbaycan’da huzursuzluğun yerleşmesine, eski nüfuzunun burada tekrar kazanılmasına ve gelecekte Azerbaycan’ın tekrardan Rusya’nın kolonisi olmasına yönelik ve bu maksatla da Ermenistan’ı destekler niteliktedir. (Şıhaliyev, 2011)

16 Ağustos 2010 tarihinde, Azerbaycan ile Türkiye arasında “Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzalanmıştır. 23 Aralık 2015 tarihinde ise Ermenistan ile Rusya arasında “Ortak Hava Savunma Sistemi” kurulması antlaşması imzalanmıştır. 2016 yılında Ermenistan Dağlık Karabağ bölgesinde ateşkesi tekrar bozmuştur. Toplamda dört gün süren çatışmada Azerbaycan, bölgede ki stratejik tepeleri geri almıştır. Azerbaycan’ın bazı stratejik tepeleri geri almasından sonra Rusya, Ermenistan’a İskender-M füzelerini yerleştirmiştir.

Ermenistan Karabağ’da, yaklaşık 30 yıldır sürdürdüğü işgali ve Azerbaycan topraklarında kurduğu sözde cumhuriyeti hiçbir ülke ve uluslararası kuruluş tanımamıştır. Bu süreçte, BMGK, Ermenistan’ın işgal altındaki bölgeleri derhal boşaltmasını içeren dört karar kabul etmiştir. Ancak Erivan yönetimi bu kararların hiçbirini gerçekleştirmemiştir. Azerbaycan tarafı ise çözüm sürecinin başlaması ve barışın tesis edilmesi için Ermeni askerleri tarafından işgal edilen bölgelerden çekilme şartını öne sürmektedir. Bakü yönetimi, Dağlık Karabağ’a yüksek statülü özerklik vadederken, Ermenistan bu bölgenin Azerbaycan’dan ayrılarak bağımsız olmasını istiyor. Ancak Ermenistan’ın işgalci tavrı hasebiyle çatışmaların yeniden başladığı Karabağ bölgesinde, Ermenistan’ın çekilme kararından sonra Azerbaycan’ın mutlak zaferiyle mesele sonuca bağlanmıştır.

 

Kaynakça

• 15 Eylül 1918: Nuri Paşa Komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü Kurtardı. (2020, Eylül 15). Qırım Haber Ajansı: https://qha.com.tr/haberler/15-eylul-1918-nuri-pasa-kumandasindaki-kafkas-islam-ordusu-baku-yu-kurtardi/247466/ adresinden alındı
• Bozkuş, Y. D. (tarih yok). Ermenistan Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu ile İlişkileri. Türkler ve Ermeniler, Tarih boyunca Türk-Ermeni İlişkileri: https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermenistan-cumhuriyeti-ve-osmanli-imparatorlugu-ile-iliskileri/ adresinden alındı
Dağlık Karabağ neden önemli, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorun ne zaman ve nasıl başladı? (2020, Eylül 28). BBC News: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54330024 adresinden alındı
• Güler, M. Ç. (2020). 5 Soru: Dağlık Karabağ Çatışması: Azerbaycan – Ermenistan İlişkilerinde Bir Kırılma mı? SETA.
• İsmayılov, S. N. (2020). Dağlık Karabağın Tarihsel Süreci. Kriter, 26-34.
• Karal, E. Z. (1995). Osmanlı Tarihi (Cilt 8). Ankara.
• Lewy, G. (2005). The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: a Disputed Genocide. Utah.
• Mustafayev, B. (2013). Resulzade Hükümeti Dönemi ve Yaşanan Terör Olayları (1918-1920). Avrasya İncelemeleri Dergisi , 205-231.
• Özyılmaz, E. V. (2013). Geçmişten Günümüze Dağlık Karabağ. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 191-208.
• Sapmaz, A. (tarih yok). Rusya’nın Transkafkasya Politikası ve Türkiye’ye Etkileri. Ötüken: https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/Transkafkasya.pdf adresinden alındı
• Şıhaliyev, E. (2011). Uluslararası İlişkiler Boyutuyla Ermenistan-Azerbaycan Çatışması. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 139-160.
• Tomar, P. D. (2019, Şubat 05). Rusya, en sıcak denizler ve Ortadoğu. Anadolu Ajans: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/rusya-en-sicak-denizler-ve-ortadogu/1383721 adresinden alındı
• Yeşilot, O. (2010). Türkmençay Antlaşması ve Sonuçları. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 187-199.
• Palabıyık, M. S.ve Y. Deveci Bozkuş (2009), “Turkish – Armenian Relations (1918-2008)”, (Der.) Ömer Engin Lütem, The Armenian Question, Basic Knowledge and Documentation. Ankara:Terazi Publishing.

Küresel İttifak İhtiyacı

Uluslararası alanda her ülkenin önemli kırılmaların yaşandığı, dünyanın her köşesinde siyasi, ekonomik ve sosyokültürel açıdan yeniden dizaynının söz konusu olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Koronavirüs salgının gölgesinde ortaya çıkan ekonomik krizler, yoksulluk, enerji kaynakları üzerindeki tahakküm gibi birçok mesele ülkeleri ve toplumları etkisi altına almıştır. Bunların yanı sıra birçok ülke için tehlike arz eden; FETÖ, DAEŞ. BOKO HARAM gibi terör örgütlerinin terörizmi şiddetli bir şekilde yürüttüğü faaliyetler ağır enkazlar bırakmaya devam etmektedir. Terörizm, giderek artan bir durum halini almakla beraber küresel barış ve huzuru ekarte etmektedir. Halihazırda ülkemiz, bölgesel açıdan terör örgütlerinin hedefi haline gelmiştir. Türkiye hem içeride hem dışarıda bütün yuvalanmış terör örgütleri ve onları destekleyen güçlerle hayati bir mücadele yürütmektedir. FETÖ başta olmak üzere diğer terör örgütleri de din ve dindarlığı istismar ederek hareket etmişlerdir. DEAŞ ve FETÖ, eski Roma’nın sembollerinden Janus’un biri doğuya, diğeri batıya bakan iki yüzü gibidir. Bir başka ifadeyle, bu iki örgüt Müslümanların arasına sokulmuş, içine de fitne gizlenmiş Truva Atı’dır. Her ikisinin amacı toplumu ifsat etmek, iman ve itikadımızı zehirlemektir.

Koranavirüs salgını, iklim değişikliği, çevre kirliliği, göç, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi sorunlar da küresel gündemin meşguliyetleri arasında önde gelen meselelerdir. Ortaya çıkan bu sorunlar yalnızca birtakım ülkeleri baz alan yahut tehdit eden sorunlar değildir. Nitekim bu meseleler küresel anlamda tüm dünyayı tehdit eder boyuttadır. Ülkelerden en gelişmişinden en geri kalmışına kadar küresel bir uzlaşıyla kurulacak ittifak ile bu sorunların üstesinden gelinebilir. Uluslararası çok taraflı kurumlar gerçek manada bir güç birliği yaparak tüm bu sorunlarla mücadele etmesi gerekliliği ortadadır. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere diğer uluslararası kurum ve kuruluşlar tüm insanlığı tehdit eden bu sorunlar karşısında yeterli düzeyde tedbir almamaktadır. Küresel anlamda yeniden dizayn edilen dünya düzeninde BM başta olmak üzere diğer uluslararası örgütlerin de vakit kaybedilmeden reforme edilmesi gerekmektedir. Bu reforme; uluslararası tarafsızlıkla beraber, adalet, hukuk ve insan haklarını ciddi ciddi işlemelidir. Nitekim dünya ekosisteminde güçlünün haklı değil, haklının güçlü olması için her ülkenin elini taşın altına koymaktan imtina etmemesi gerekmektedir. 193 ülkenin üye olduğu Birleşmiş Milletlerde kararları yalnızca beş daimi üyenin alması, BM’nin adaletini sorgulatır kılmaktadır. Buna mukabil küresel sorunlar karşısında insani ve vicdani bir duruşun ziyadesinde, ekseriyetinin çıkar odaklı olan bir duruşun sergilendiğini görmekteyiz. Bu durum da BM’nin meşrutiyetini sorgulatmaktadır.

Ortaya çıkan küresel sorunlara karşısında kayıtsız kalmak, o sorunların büyümesine teşvik etmek demektir. 2011 yılında “Arap Baharı” diyerek başlatılan zulüm, halen sonlanmış değildir. Ortadoğu’da ilk başta demokratik halk hareketi olarak başlayan eylemler yerini şiddet ve zulme bırakmıştır. Uluslararası çifte standart, adaletsiz tutum ile İslam düşmanlığı ne yazık ki bu bölgeyi terörün yaşam alanına dönüştürmüştür. Bunun yanı sıra antidemokratik bir şekilde ülkelerin yönetimini devralan kişiler de mevcuttur. Bu durumda uluslararası kamuoyu, antidemokratik yönetimlere müdahale yapmaktan yoksun olarak hareket etmektedir. Filhakika uluslararası kamuoyu; demokrasinin, insan haklarının ve adaletin yanında yer almak yerine oligarşik, otoriter ve darbeci hükümetlerin yanında yer almaktadır. En bariz örnek Mısır’dır. Halkın seçilmiş meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren Sisi’nin yanında yer almıştır uluslararası kamuoyu. Hakeza Libya’da darbeci Hafter’in peşinde olan zahirde demokratik ve hukuk ülkeleri mevcuttur. Yoksul, çaresiz ve haksızlık ile mücadele eden ülkeler bu şekilde darbeci ve terör örgütlerinin istismarına uğramaktadır. Unutulmamalıdır ki bölgesel terör yoktur. Terör, uluslararası bir tehdittir. Irkçılık, İslamafobi ve iklim değişikliği küresel bir sorundur, yerel bir sorun olarak görmek yanlıştır.

Suriye’de başlayan iç savaş neticesinde; muhaliflere yakın İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Suriye devriminin 15 Mart 2011’den başlayarak 9 Aralık 2020 şafağına kadar Suriye topraklarında 387.118 kişinin hayatını kaybettiğini, öldürüldüğünü ve öldüğünü belgelemiştir. (Gözlemevi, 2020). Dünya şayet siyaset ve adalet üzere kurulu olursa, onun bir anlamı vardır. Ancak siyaset adaletten kopuksa orada bir netice almak mümkün değildir. Nitekim Suriye özelinden hareketle bu durumu dünya olarak birebir yaşamaktayız. Halihazırda yönetimde olan Şam rejimi meşrutiyetini kaybetmiştir. Ancak Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgüt ve devletlerin bu duruma müsamaha göstermesi ve kayıtsızlığı tarihin en büyük dramlarından birine yol açmıştır. Mısır’da az önce belirttiğim üzere halkın oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanının darbeyle indirilmesi, ardından toplu katliamların yapılması hangi hukuk sistemine uymaktadır? Günaşırı binlerce insanın katledildiği bir yeri yerel sorun olarak nasıl değerlendirebiliriz? Günümüz dünyasının bu duruma kayıtsız kalması halihazırda mümkün değildir. Nitekim artık Mısır ve bölge ülkelerinde bu savaş, insanların vicdanlarında tamiri zor yaralar açmıştır.

Yaklaşık bir asırdır süregelen Filistin meselesi, içimizde derin yaralar açmıştır. Bölge insanlarının geleceğe umutla ve güvenle bakmasına ipotek koyan Filistin meselesi çözüm bekleyen en önemli konulardan biridir. Batı dünyasının süper güç ülkesi ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, başlı başına bir hezeyandır. Irak’ta ise devrilen rejimin ardından başlayan süreç, adeta Irak halkını huzur ve demokrasiye hasret bırakacak düzeyde yüksek trajedinin ev sahipliğine bürünmüştür. Gün geçtikçe Ortadoğu ateşi alevlenip büyümektedir. Şuan omuz silkercesine bu duruma kayıtsız kalan devletler unutmamalıdır ki, o ateş onlara da sıçrayabilir. Krizin olduğu yer dolayısıyla istikrarsızlığında merkezi halini almaktadır. Ortadoğu, lokal bir sorun değildir. Ortadoğu küresel düzeyde tüm devletleri kapsayan bir sorundur. Bu ateş daha da kızışmadan dünya kamuoyu küresel ittifak kurup, el birliğiyle müdahale etmelidir.

Türkiye ise bu denli büyük çatışmaların yer aldığı; zulmün, şiddetin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü ortamda bölgesel işbirliği dinamiklerini hareket ettirmeye öncülük etmiştir. Balkanlardan Kafkaslara, Akdeniz’den Karadeniz’e kadar bölgesel aktörleri ortak projeler etrafında bir araya getirerek bölgesel lider konumunu somutlaştıran adımlar atmıştır. Enerjiden ulaşıma, ticaretten turizme kadar her alanda işbirliklerini güçlendirmiştir. Uluslararası alanda diplomasisini oldukça başarılı bir şekilde yürüten Türkiye, bölgesel barışın öncüsü konumundadır. Bu nedenle oluşturulması gereken “Küresel İttifak”ın en önemli aktörleri arasındadır. Dünyaya bu ittifakı kabul ettirecek yegâne ülkedir.

Terör, İslamofobi, ırkçılık gibi çeşitli sorunlarla küresel siyasal sistem gittikçe çok kutuplu bir yapıya bürünmektedir. Bu çok kutuplu yapı dolayısıyla istikrarsızlığı doğurmaktadır. Dünyanın önde gelen ülkelerinden ABD, Çin ve Rusya’da bu durumdan kendisini soyutlamaya çalışmaktadır. Hindistan, Avrupa ülkeleri, Japonya ve Brezilya gibi ülkeler de yeni küresel sistem içerisinde geniş bölgeye hitap etme gayreti içerisindeler. Türkiye ise bölgesel güç olma yolunda ciddi yol kat etmiş ve küresel arenada; sağlıktan, askeriyeye, dış politikadan, ekonomiye kadar güçlenerek hareket etmektedir.

Güç hegemonyasında birleşen dünya ülkelerinin küresel hukuku yok sayması neticesinde de ortaya adaletsizlik çıkmaktadır. Samimi olmayan dünya ülkeleri insan hakları ve demokrasi alanlarında söz söylemeye hakkı yoktur. Ancak ekonomik ve askeri gücün gölgesinde birçok bölgede adeta tek yetkili ülke/ülkeler konumunda durmaktadır. Uluslararası kamuoyunda bu durumu minimalize etmek yalnızca oluşturulacak küresel bir ittifak ile mümkündür.

Amerika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya ve Uzak Doğu’ya kadar yerküremizin tamamındaki ülkeler arasında ortaya çıkan terör ve iklim değişikliği tehditlerine karşı yekvücut olmamız gerekmektedir. Sözde demokrasi ve hukuk sözcülüğü yapan ülkelerin bu duruma karşı daha samimi olmaları gerekmektedir. Küresel İttifak, dünya kamuoyunda bir ihtiyaçtır. Neticesinde insan haklarından demokrasiye, adaletten özgürlüklere kadar her alanda bir uzlaşı gerçekleşecektir. Farklı anlayışlar ve kültürlerin medeniyet özelinde birleşerek ortaya bir ittifak çıkarılacaktır. Bu ittifak, tüm insanlığı tehdit eden meseleleri bertaraf etme noktasında hareket edecektir.